Covid- 19 virüsü yayılmaya, can almaya devam ederken ‘hakim sınıfların yetkili temsilcisi’ konumunda bulunan Tayyip Erdoğan gibi şahsiyetler daha az görünür, daha az konuşur oldular. 30 Mart akşamı bu istisnai günlerden biriydi, Tayyip Erdoğan “Biz bize yeteriz Türkiye” spotuyla birlikte “7 maaşımı vererek açıyorum” dediği bir bağış kampanyası başlattı. Böyle bir kampanya başlatmanın sosyo-ekonomik nedenleri var ama kampanya sosyo-ekonomik nedenler kadar ideolojik-politik bir zorunluluğun ürünüdür. Özetlersek: kampanya niteliği gereği kitleyi edilgen konumdan etkin konuma taşımakta ve bu, politik bir motivasyon temelinde gerçekleştiği için, ortaya çıkan kitle mobilizasyonuyla Erdoğan ve kliğinin hegemonyasına dönük bir enerji birikimi yaratılmak isteniyor. Salgınla birlikte işsiz kalan, ücretsiz izne çıkartılan, kepenk kapatan milyonlar ve devlete, işbaşındakilere biriken bir tepki, öfke söz konusu. Kampanya politize bir toplum yapısında ayrışmayı keskinleştiren bir etki yapabilir ve böylece öfke üzerinde de onu paralize eden bir rol oynar. Kampanya boyunca ırkçı, dinci, milliyetçi söylemlerin yoğunluk kazanacağını; devleti kutsallaştıran, yücelten bir propaganda ve ajitasyona hız verileceğini de eklemeliyiz.
Dolayısıyla Erdoğan kitlelere gözünü dikmiş, kitleleri en azından kitlelerin bir kesimini kendine ve devlete yedeklemek üzere kampanya startı vermiştir. Bir de patronların, vurguncu ve rantçıların, açgözlü asalakların temize çıkartılması, alicenap diye aklanması gibi bir detay daha var. Özellikle salgın koşullarında, şu ‘aynı gemideyiz’ söyleminin nasıl bir yalan olduğunun daha da anlaşıldığı koşullarda bu detay, bir hayli önem kazanıyor. Benzer girişimde bulunan CHP’li belediyelerin önünü kesme, kendine bağlı bir süreç işletme hesapları olduğunu da belirtelim. Nitekim İçişleri Bakanlığı kararıyla belediyelerin bu türden etkinlikleri Valilik izni gerekçesiyle engellenmiştir. “Milli Dayanışma Kampanyası”nın ilanı şüphesiz bir sosyo-ekonomik zorunluluktu; Erdoğan’ı mahkum eden bu zorunluluğa kısaca değinmemiz gerekiyor.
SEMBİYOTİK İLİŞKİNİN BİR KAÇINILMAZLIĞI OLARAK UÇLARDA BİRİKME
Rosa Luksemburg kapitalizmin ortaya çıkışını dış pazarlar sorununa bağlamış, Marks’ın tahlilini eksik ve yetersiz bulmuştu. Hatırlayalım Marks, dış pazarlar sorununu, kapitalizmin ortaya çıkmasının, varlığının koşulu olarak değil kapitalist gelişmenin bir kaçınılmazlığı olarak görmüş, üretim araçları üretimiyle, tüketim araçları üretimi seriminde bunu ortaya koymuştu. Lenin, Rosa’nın bu cüretini, Marks’ı düzelten cüretini ele almış ve Rosa’nın teorisinin yanlış olduğunu bir kez daha bilimsel olarak açıklamıştı.
Dış pazar kapitalist gelişmenin kaçınılmazlığıdır. Sermaye birikiminin içsel yasaları dış pazarları bir zorunluluk haline getirir. Merkantilist dönemin ticaret savaşları, izleyen dönemde sömürge savaşları ve emperyalizmle birlikte yaşanan emperyalist paylaşım savaşları sermaye birikiminin dış pazarlarla olan zorunlu ilişkisinin sonucuydu. Bu “birinin varlığının diğerine zorunlu olması hali” sembiyotik ilişki olarak tanımlanır. Marks dünyanın ikiye bölündüğü bir uluslararası işbölümünden bahseder; meta üretimi üzerinde yükselen kapitalist ülkeler ile bu ülkelerin pazarı, ucuz işgücü ve hammadde alanı olan ülkeler… Bu bir sembiyotik ilşkidir ve kapitalizmin emperyalizm dönemine girmesiyle birlikte bu ilişki daha da güçlenmiş, yoğunlaşmış ve zorunlulaşmıştır. Sermaye birikiminin yoğunlaşması ve merkezileşmesi sürecinde atılan her ilmek çelişkinin hakim yönü üzerinde onu güçlendiren, tali yön üzerinde ise tabiliğini yani bağımlılığını daha da ağırlaştıran bir rol oynar. Dolayısıyla emperyalist sermayenin gelişim süreci uluslararası işbölümünü ve elbette aradaki sembiyotik ilişkiyi derinleştirir. Bugün sembiyotik ilşkinin bir tarafı emperyalist-kapitalist ülkeler diğer tarafı ise yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerdir ve uluslararası işbölümü bu iki uç arasındadır.
Neoliberal politikaların gereği olarak gümrük duvarlarının indirilmesi ve ulusal sınırların esnekleştirilmesi, malların ve sermayenin serbestçe dolaşımı gibi gelişmeler ve inşa edilen kavramsal dünya (“gelişmiş”, “gelişmekte olan”, “az gelişmiş” ülkeler vs.) emperyalizm olgusunu silikleştirmiş ve yarı-sömürge, yarı-feodal ülkeler yokmuş, artık geride kalmış biçiminde bir anlayışın gelişmesine de yol açmıştır. Oysa kapitalizmin gelişme yasalarının sonucu olarak ortaya çıkan ve Marks’ın isabetle tespit ettiği uluslararası işbölümü hegemonik bir bağımlılık ilişkisiydi. Kapitalizmin emperyalizme sıçraması çelişkinin iki ucunun da gerici niteliği nedeniyle söz konusu koşulları yadsıma bu gerici güçler dışında proletarya ve ittifak güçlerinin önderliğindedeki devrimlere kalmıştır.
Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde emperyalist sermayenin sömürüsü neoliberal politikalarla tam bir yağmaya, talana dönüşmüş, bu ülkelerden emperyalist merkezlere doğru büyük miktarlarda sermaye transferleri gerçekleşmiştir. Sermaye ihracına binaen yalnızca AKP döneminde yüz milyarlarca dolarlık faiz ödemesi gerçekleşmiştir. Emperyalist sermayenin yarı-sömürgelerden aktarılan trilyonlarca dolarla daha da şişkinleştiği bir gerçektir. Volkswagen, Samsung, Microsoft, Huawei, Roche gibi az sayıda tekelin yıllık bilançoları yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerin tamamının GSMH’sından büyüktür. Tıpkı bunun gibi zenginliğin dağılımı da aynı düzeyde orantısızdır. Emperyalizmle “uçlarda birikme yasası” daha keskin işlemiş, bağımlılık boyutlanmıştır. Emperyalist sermayeye, teknolojiye, kültüre vs. bağımlı yarı-sömürgeler gerçekliği her konjonktürde olduğu gibi koronavirüs salgınında da kendini göstermiştir. Trump, Merkel, Macron, Trudeau vb.’nin halka para vaat ederken Erdoğan’ın IBAN numarası vermesi; birinin emperyalist-kapitalist dünyaya, diğerinin yarı-sömürge, yarı-feodal dünyaya ait olmalarından dolayıdır. Erdoğan komprador-bürokrat burjuvazi ve feodallerin temsilcisi olarak bu salgında ait olduğu sınıfın çıkarlarını öncellemiş ve yüz milyar liralık bir bütçe öngörmüştür. Bu kıyas kabul etmez, orantısız ilişki sağlık ve ilaç alanında da kendini gösteriyor. İlaç tekelleri Covit-19 virüsü için aşı bulmaya, ilaç geliştirmeye odaklanmışken Türkiye ve benzer ülkeler sıradan bir izleyici olarak böylesi çalışmalara kalkışamıyor bile. Ya da görüntüyü kurtarmak için “üzerinde çalışıyoruz” gibi yalanlar savuruyorlar. Türkiye’nin sosyo-ekonomik gerçekliği salgının yarattığı yıkımı onaracak, ekonomiyi ayakları üstüne dikecek durumda olmadığı için emekçi halkımızın yoksulluğu katmerlenecektir. Şüphe yok ki emperyalizmin uşağı olan Türk hakim sınıfları emperyalist sermayenin paçasına daha bir yapışacak, emperyalist sermayeye olan bağımlılık daha da derinleşecektir.
“ATEŞİ SÖNDÜRMEYİN!”
Salgın sürecinin yönetilmesi hakkında ilerici, demokrat, devrimci güçler Erdoğan’a yönelmekte, teşhirin merkezine “saray”ı oturtmaktadırlar. Teşhirde çubuğun işbaşında olan güce, onun simgesel temsiliyetine yönelmesi mümkün ve gereklidir ancak tanık olduğumuz teşhire içkin olanın ötesindedir. TC devletinin salgın politikası “ekonomiyi yüzdürme” gibi temel bir politikaya bağlıdır. Yarı-feodal yapının sürükleyici gücü olan bürokrat-komprador kapitalizm Tayyip Erdoğan’a Trudeau, Macron ya da Merkel olma şansını; “siz sağlığınızı düşünün, geçim sorununuzu biz düşünürüz” deme imkanını vermiyor. Sorun Erdoğan’ın yönetim politikası gibi son derece tali bir nedenden kaynaklanmıyor. Sorun Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısından, Türk hakim sınıflarının gerçekliğinden kaynaklanıyor. Erdoğan Türk hakim sınıflarının çıkarlarının gerektirdiği bir politikayı benimsemiştir. TÜSİAD’ın “önerileri”yle Erdoğan’ın uyguladıkları arasında nüans vardır, hepsi bu kadar. Koç, Sabancı, Boyner, Zorlu ve diğerleri Erdoğan politikasından farklı olarak işçileri ücretli izine göndermiş değildir.
Erdoğan’dan “ücretli izinlisiniz, ihtiyaçlarınızı devlet karşılayacak” diye “ütopik” bile diyemeyeceğimiz bir açıklama bekleniyor. Türk hakim sınıfları ve onların siyasi temsilcileri ütopik değil gerçekcidir; bürokrat burjuvaziye aktarılacak rantın, krizde ciddi sermaye kayıpları yaşayan bürokrat-komprador kapitalistlere akıtılacak can suyunun, “destek paketi” diye halka sunulması olası mı?
Faşist Türk hakim sınıfları ve devleti halkı salgınla baş başa bırakmıştır. “Kendi OHAL’ini ilan et” sözü salgın ve salgının büyüttüğü ekonomik krizde “yalnızsın, ne halin varsa gör” demektir. Peki halk ne yapacak? Elektrik, su, kira, mutfak, çocuklar … İş yok, elde avuç da para yok … Halkımızın sorunları büyük ve köklüdür. Belediyeler, “milli dayanışma kampanyaları” geçici bir çözüm niteliği dahi taşımıyor. “Sürü bağışıklığına” bırakılmış olan halkımız, salgının şaşkınlığını atıyor, çelişkilerinin yakıcılık düzeyi isteklerindeki içeriği ve bunları isteme güç ve biçimini etkileyecektir. Kitleler tam da bu ateş içerisinde yanarken yanında, önünde olanlar ise bu ateşi büyütmekle mükelleftir. Bu, tartışma bırakmayacak kadar net bir konudur. Bir 18 Mayıs günü zindanın ortasında yanan, yangınlaşan Dörtler’dir ilhamımız: “Ateşi söndürmeyin, su dökmeyin, su dökmek ihanettir!” Bugün devrimci irade böylesine net ve pürüzsüz yangının orta yerinde varlık bulmak, o yangına yön vermek zorundadır. Dayanışmacılık değil devrimcilik; sıradanlaşmak, sıradanlıktan beslenen kaygılar duymak değil, öncülüktür işimiz.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 2 Nisan 2020 tarihli 58. sayısından alınmıştır.