İdeolojik Bilim Yapanlar Kimlerdir?
20. yüzyıl ile birlikte, üretici güçlerin en önemli silahına, dünyayı anlama ve değiştirme yöntemine karşı yinelenen girişimler, yalnızca bir avuç burjuva felsefeci tarafından yürütülmüyordu. Bilim alanında da Sovyetler’i, ama özellikle Stalin’i hedefleyen birçok argüman hâlâ popülerliğini korumakta, gerçeklikle bir ilişkisi olmasa da birçok uçuk iddia, sosyalizm deneyiminin üzerine yapıştırılmaktadır. Bu dönem bilim ve felsefe alanındaki canlılık ve arayış göz önüne alındığında, sınıf mücadelesinin bu alana da sirayet etmesi ve komünizme saldırıların yürütüldüğü bir alan olması hayret edilecek bir durum değildir. Öyle ki kullanılan argümanlar ispatlı, komünistlerin açık bilinen fikirlerine yönelik değil, kaynağı bilinmeyen veya olmayan olgulara dayanmaktadır. Cehalet ve çözümsüzlük girdabındaki halk tarafından kabul gören birçok uygulama ise altı boş burjuva propagandayla sözde bilim ilan edilmektedir. Bu hiç kuşkusuz sınıf mücadelesinin bir sonucudur. Bu alanda da farkında olalım ya da olmayalım keskin bir sınıf mücadelesi söz konusudur. Komünistlerin bir görevi buradaki sınıf mücadelesini de başarılı bir biçimde kavramak ve uygulamaktır. Marks’ın, akademik çalışmalarda en çok atıf yapılan “sosyal bilimci” olmasının sebebi de budur. Henüz daha binlerce burjuva sözde akademisyen Marks’ın nasıl hatalı çıkarılabileceğini ispata girişmekte, ancak her seferinde sayısız başarısız girişimcilerden birisi olmaktalar.
Yapılan saldırıların ortak noktası, bilim adına bilimsel yöntem ve kılavuzdan yoksun olmalarıdır. Büyük kısmı çarpıtmalara dayanmakta, bir kısmı ise yalnızca “olumsuzlama” düzeyinde kalmakta ve yapılan bu içerikteki eleştirinin somut bir dayanağı olmamaktadır.
Marks, insanlık tarihi için “şimdiye kadarki toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir” der (Engels bir ekle tarih için ilkel komünal toplum sonrasına işaret eder) ve tarihin sınıflar arasındaki mücadelenin seyrine göre şekillendiğine işaret eder. Marks ve Engels, bu sınıfların hangi koşullar altında oluştuğunu, hangi aşamalardan geçtiğini ve zorunlu olarak hangi ereklere ulaşacağını somut bir şekilde tahlil eder. Ayrıca bu mücadelenin öznesini ve önünde hangi görevlerin yer aldığını da açıkça ortaya koyar. Ancak Popper gibi kimi felsefeciler bunu bilimsel bir tarih okuması olarak kabul etmez, bunun yerine tarihsel gelişim seyrini açık toplum ve kapalı toplum çatışması şeklinde tanımlar. Popper’ın “bilimsel” tarih okuması, bu açık ve kapalı toplumun hangi koşullarda ortaya çıktığını ve hangi şartlar altında bu mücadelenin ilerleyeceğine dair herhangi bir cevap vermez. Ayrıca açık toplum diye belirttiği kesimin içerisinde kapalı toplumdan fikirlerin olabileceğine, bu ikisinin birbirine dönüşme zeminine ve buna sebep olacak faktörlere, yakın tarihten sıklıkla görülecek örneklere göz gezdirme ihtiyacı bile gütmeden kaba ve temelsiz bir teori oluşturmaktadır. Bu teori, belirttiğimiz sorunların hiçbirine cevap veremediği için ne bilimsel olarak elverişlidir, ne de Marksist tarih anlayışına alternatif olabilir. Bir yandan Marksizm’i sınırları belirli ve determinist bir tarih anlayışı olarak olumsuzlayıp “tarihçilik” ile suçlarken kendisi tarih okuması adı altında yalnızca bir “iddia”da bulunur. Onun için tek sorun, Marksizm’in karşısına bir iddia ile çıkmaktır, hiçbir somut analiz üzerine oturtmadığı tarih anlayışında bir çırpıda Marksizm’i de kapalı toplum anlayışı sınırları içerisine sokar. Böylece bilimi kurtarmış olur(!). Ayrıca aynı Popper, bilime ideolojik yaklaşmıyor olmakla övünür. Kastettiği ise proleter ideolojidir ve bu yolla proleter ideolojiye karşı burjuvazinin silahşörlüğüne soyunmaktır.
Bu gibi Marksizm’e açıktan saldırı çabası olarak ortaya çıkmış ve işlevsizliği ispatlanmış teoriler ile aynı akıbeti paylaşmamak adına, diyalektik materyalizme alternatif olarak çıkmış fakat açık bir karşıtlık yaratmıyor gibi görünen, “hatalarını ve yanlışlarını düzeltme” iddiası taşıyan birçok akım da mevcuttur. Kendilerini “yeni” veya “postmodern” materyalistler olarak tanıtan bu kesimlerin hedefi ise Marks ve Engels’in ellerinde devrimci bir niteliğe kavuşmuş materyalizmin, devrimci yönünü törpüleyerek sisteme zararsız hale getirmektir. Bunu ise maddenin bir ürünü olan insan bilincini ve onun değiştirici-dönüştürücü niteliğini görmezden gelerek yapar. İnsan bilincinin değiştirici yönünü önemsizleştirerek ve toplumsal üretim faaliyetinin yasalarını görmezden gelerek, ilgisini insan dışı tabiata kaydırır. Böylece devrimci diyalektik materyalist yöntemin yerine salt tabiatı anlama çabasını koymaya çalışır. Elbette bu çabanın beyhude olduğunu açıklamaya gerek yoktur, Marks ve Engels çok önceden bu anlayışın öncülleri ile yeterli hesaplaşmayı yaparak bize bilimsel yöntemi miras bırakmışlardır. Buna rağmen bunların aldıkları absürt biçimlere kısaca değinmekte fayda vardır.
Yeni materyalizmin kimi versiyonları, makineleşme ve üretim araçlarının gelişim sürecini konu ederek neredeyse komplo teorilerine malzeme olacak cinsten teorilere sarılırlar. Üretim araçlarının gelişiminin işçilere ihtiyaç bırakmayacağını, sınıfların kendiliğinden ortadan kalkacağı gibi anlayışlar da yeni materyalizmin ürünleridir. Öyle ki bu anlayışlardan beslenen kimi çevreler, Dünya dışı ileri uygarlıkların kesinlikle var olduğuna ve insanlığın geleceğinin bu uygarlıkların yapacağı müdahalelere bağlı olduğunu savunacak derecede vahim teoriler üretmektedir.
Bu anlayışların tümü belirttiğimiz gibi, toplumsal üretim sürecini, üretici güçleri ve yine sınıf mücadelesinin gelişimini görmezden gelir; hedefleri ise, sınıf mücadelesinin ne evrede olduğu gerçeğinin toplumsal gelişimin temel dinamiği olduğunu materyalizmin konusu dışına çıkarmaktır. Bu kesimler emeğin üretken hale getirilmesi, sermayenin suyun karacanın peşinden koştuğu gibi artı değer peşinde koştuğu, kapitalizmin aynı zamanda derinlemesine gelişim eğilimi içinde olan niteliğini tarihsel nitelikleriyle birlikte kenara atarlar. Onlarda tarih ve toplum biliminin laboratuvarları yani toplumsal yaşam ve gerçekler asla yoktur. Bu akımların tümü, burjuva ideolojiden beslenir, hedefleri ise proletaryanın dünya görüşü ve devrimci yöntemidir.
Bu akımlar birer felsefi disiplin rolü oynamaya çalışırlar, başarılı olamasalar da bir sistematik oluşturmaya çabalarlar. Ancak Marksizm’in bilimsel olup olmadığına dair kimi iddialar, bu gibi bir sistematikten dahi yoksundur, görece daha temelsizdir, ancak daha geniş çevreleri ikna etmeyi başarabilmektedir. Marksizm’in öngörülerinin haklı çıkmadığını, toplum tarihinin Marksizm’in belirttiği biçimde ilerlemediğini, Sovyetler’de ve Çin’de geri dönüşlerin yaşanmasını da buna örnek gösterirler. Bu yaklaşımların referans aldıkları şekli ile Marksizm hiçbir zaman kehanet bildiriminde bulunmadı, onu kehanetler bütünü gibi yorumlamak burjuvazinin bir tür ideolojik saldırısıdır. Sovyet ve Çin devrimi deneyimlerinin Marksizm’in birçok yönden pratik karşılığı olduğu gerçeğinin ve Marksizm’in bu pratikler ile genişleyerek Leninizm ve Maoizm evrelerine taşındığının yanı sıra sınıf mücadelesinin henüz daha devam ediyor oluşunu da gözden kaçırırlar. Sınıf mücadelesi sürmektedir, dolayısı ile tarih ideolojik mücadele içinde yazılmaya devam etmektedir. Hiçbir şey bitmemiştir. Bir yandan toplumsal üretici güçler, diğer yandan ise emeği gasbedenler yani sınıflar var oldukça da bitmeyecektir. Marks’ın toplumun tarihsel ilerleyişine atfettiği zorunluluklar da bu sebeple güncelliğini korumaktadır. İktisat çevrelerinden gelen eleştiriler ise açık bir kapitalizm savunuculuğu şeklinde cereyan eder, bu kimselerin niyetlerini gizlemeleri pek mümkün değildir. Öyle ki komünist bir planlı ekonomi modelinin, toplumsal üretimde motivasyon sorunu yaratacağı iddiasını sayfalarca makalelere dökerek Marksizm eleştirisi mahiyetinde piyasaya sürmektedirler. Kapitalizmin yıkıcı üretim anarşisi ve bunun sonucu olarak üretim krizi girdabı ilgi alanlarının dışındadır. Bu bir çaresizlik halidir, Marksizm’in bilimsel olmadığına yönelik eleştirilerin içeriği bu derecede ucuz ve mesnetsizdir.
Burjuvazi bununla da kalmamaktadır. Özellikle komünizmin ustalarından Stalin’e ve Ekim Devrimi ile başlayan sosyalizm deneyimine saldırılarını, bu dönemde gerçekleşen bilimsel çalışmalara yönelik de gerçekleştirmektedir. Burjuvazi bu dönemde gerçekleşen bilimsel çalışmalara ve bu çalışmaları yürüten Bolşevik bilimcilere o denli kin duymaktadır ki, pratikte karşılık bulmuş ve ispatlı girişimleri dahi anti bilimsel olmakla suçlamış, bu dönem yapılan bilimsel çalışmaları ideolojik bilim olarak adlandırmıştır. Bu konuda en bilinen örnek ise Lysenko’dur. Lysenko, bugün epigenetik olarak bilinen biyoloji alanına öncülük eden çalışmaların mimarlarındandır. Ancak geniş bir kitle burjuvazinin kara çalmaları sonucu onu bilime karşı sözde bilimde ısrar eden, gerçek bilimcilere karşı komploları organize eden “vahşi” bir figür olarak tanımaktadır. Burjuvazi, Bolşevik Devriminin ardından akademi ve bilim alanında Sovyetlerin geniş bir etkisinin olacağı kaygısı ile Lysenko’yu pervasızca hedefe koymuştur. Bugünün “sol” çevrelerine dahi bu saldırılar sirayet etmiştir. Lysenko’nun adının geçtiği suçlamalar gerçekle uyuşmayan, temelsiz iddialar ve çarpıtmalardan ibarettir.
Lysenko, Kiev Tarım Enstitüsü’nden mezun olmuş, Sovyet Bilimler Akademisi üyesi bir biyolog ve agroteknikçidir. Vernalizasyon (soğuklandırma) yöntemleri ile tarım çalışmaları yapmıştır. Mezun olduğu dönemden itibaren devrimin ve halkın ihtiyaçları doğrultusunda çalışmalarını şekillendirmiş ve buğday gibi bazı tahılların yanı sıra pamuk gibi ürünlerin Sovyet topraklarında elverişli şekilde nasıl üretilebileceği konularına yoğunlaşmıştır. Aynı çalışma konusu, döneminde bilim alanında egemen olan Mendel prensipleri ile genetik çalışmalar yapan bilim insanlarınca da paylaşılmaktadır. Lysenko, birçok yönden Mendel prensipleri ile ayrışır. Mendel, bezelyeler üzerinde yaptığı çalışmalar ile kalıtım prensiplerini oluşturmuştu. Mendel’in kalıtım prensipleri, genler üzerinden aktarımı esas alıyordu, bu genler bir önceki neslin özelliklerinin aktarılmasında tek ve esas rol oynuyorlardı. Bu sebeple genetik çaprazlama çalışmaları yapılmaya başlandı. Mendel prensipleri biyoloji alanında hegemonik yaklaşım haline geldi.
Lysenko, türlerin nesiller arası değişiminde Mendel yasalarını yetersiz buldu, çünkü Mendel çevresel koşulların türlerin nesiller arası değişiminde bir faktör olup olmadığına dair herhangi bir çalışma yapmamış, teorisinde bu olguya dair herhangi bir şekilde yer vermemiş, kalıtımda “izole genlerden” bahsetmekteydi. Eğer böyle ise, yeni nesilde ortaya çıkan her özelliğin geçmiş nesillerden taşınan bir izinin olması gerekirdi, eğer bu şekilde bir iz yok ise örneğin tarım alanında yapılabilecek çalışmalar çok sınırlıydı. Bu durum, kıtlık tehlikesi ve üretim güçlükleri ile karşı karşıya olan Sovyetler için umutsuz bir durumdu. Ancak Lysenko farklı düşünmekteydi. O burjuvazinin iddia ettiği gibi genetik bilimini reddetmese de belirlediği çalışma sürecinde genetik biliminin Mendel ilkeleri ile ihtiyaçların karşılanmasında herhangi bir fayda sağlamayacağını bilmekteydi. Bu sebeple, türlerde nesiller arası değişimde çevresel faktörlerin etkisi üzerine çalışmalarını yoğunlaştırdı. Soğuklandırma yöntemi ilk etapta, depolanma aşamasındaki tahıllara uygulanarak yıllık normal ürün döngüsünü iki veya daha fazla katına çıkarma amacı ile kullanılmaya başlandı. Bu tekniğin olumlu etkileri pratikte ispatlandı ve ciddi şekilde destek de aldı. İlk etapta Mendelci biyologlar da bu tekniği merakla inceledi ve Lysenko geniş bir çevrede önemli bir bilimci olarak tanınmaya başlandı. Ancak zaman içerisinde bu alanda iki temel akım arasındaki mücadele sert bir şekilde tezahür etti, Sovyetlere ve bilimsel çalışmalarına yönelik saldırılar başladı. Buna temel olan esas olgu, Sovyetlerde Lysenko çalışmalarının yoğunlaştığı dönemlerde yaşanan iklimsel felaketler ve İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinin geliyor oluşu üretim arzında düşüşlere sebep oldu. Soğuklandırma yöntemi pratikte birçok kez karşılık vermiş olsa da bu dönemde yaşanan üretim düşüşünün faturası burjuva aydınlarca Lysenko’ya kesilmeye çalışıldı. Ayrıca Sovyetlerde Vavilov gibi Mendelci biyologlar da vardı, Lysenko’nun bilimler akademisine girişine ön ayak olan figürlerden biri olarak Vavilov, daha sonra karşı devrimci bir komploya karışması sebebi ile hapisle cezalandırıldı. Lysenko ile uzaktan yakından hiçbir alakası olmaması ve bu süreçte hiçbir şekilde adı dahi geçmemesine rağmen Lysenko yıllar içinde bilim alanındaki rakiplerini öldürten, bu alanı tahakküm altında tutmaya çalışan bir figür olarak burjuvazi tarafından geniş kitlelere kanıksattırıldı. Mendel prensipleri çerçevesinde çalışmadığı için sözde bilimci ilan edilen Lysenko, burjuvaziye göre Stalin’in koruması altındaydı, Bolşevik olduğu için bu alanı tahakküm altında tutmasına göz yumuluyordu. Oysa Stalin’in ölümünün ardından, Kruşçev döneminde de Sovyet Bilimler Akademisi başkanlığına devam eden Lysenko bir süre sonra istifa etse de Kruşçev’in zorlaması ile yeniden başkanlığa dönmüştür.
Bugün bilim bu konuda ne demektedir? Mendel yasalarının yetersizliği ve eksik yanları açık şekilde görülmüştür. Nesiller arası değişimlerin yalnızca atalarımızdan miras kalan ve kalıtımsal olarak “kaderimizi” oluşturan unsurların değil, bunlardan daha karmaşık süreçlerin ürünü olduğu anlaşılmıştır. Bununla birlikte Lysenko’nun çevresel faktörlerin göz ardı edilemeyeceği ve nesiller arası değişimde bu faktörlerin incelemeye muhtaç olduğuna dair fikri, bugün epigenetiğin cevap aradığı sorulardan biridir ve önemli bir çalışma konusudur. Yani bugünkü varlığımızın, yalnızca atalarımızdan bize doğru ulaşan izole genetik çaprazlama sürecinin bir ürünü olmadığı bilinmektedir. Ayrıca Lysenko ve sonrasında öğrencileri tarafından üretilen Aurora ve Kavkaz gibi birçok tahıl çeşidi bugün dahi dünya çapında kullanılmaktadır. Ancak tüm bunlar, Lysenko’ya ve Lysenko üzerinden Sovyetler’e ve devrimcilere yönelik saldırıların kesilmesine engel olmamaktadır. Çünkü amaç söylendiği gibi bilimin geliştirilmesi ve bilimsel olmayandan korunma değildir, burjuvazi üretici güçlerin devrimci pratiğinden beslenen her ürüne karşı savaş yürütmek istemektedir. Bunu yaparken de gerçekleri tahrif etmekten çekinmemektedir.
“İdeolojik bilim” yapmak kavramını bir kenara bırakarak şöyle bir açıklama yapmak gerekir. Bilimsel çalışmalar elbette içinden çıktığı toplumun ihtiyaçlarına ve insanlığın geleceğine öncelik verebilir, Sovyetler’de yapılmak istenen budur. Kapitalizm, bilimi ve ürünlerini kendi sisteminin devamlılığını korumak, talan ve sömürüyü derinleştirmek için kullanır. Lysenko örneğinde olduğu gibi proletaryanın iktidarında ise devrimin ve halkın ihtiyaçları doğrultusunda yeni bilimsel arayışların içinde olunması bazı durumlarda zorunluluk haline gelir. Kapitalizm, toplumsal yaşamı tahakküm altında tutup sömürüyü artırmak için bilimin verilerini kullandığını perde arkasına çekerek Sovyetler’de halkın ve devrimin çıkarlarını önceleyen çalışmaları “ideolojik bilim” yaftası ile karalamakta, pratik sonuçlarını ve bilimin aldığı yolu görmezden gelerek sözde bilim ilan etmektedir.
Gerçekler, proletaryanın sınıfsal çıkarıyla uyumludur. Bilimsel yöntem ile gerçekleri keşfetmek en çok proletaryanın ihtiyacıdır. Burjuvazi de her alanda gerçeğin üzerini örtmeye, tahrif etmeye yönelmektedir. Sınıf mücadelesinde proletaryanın bir adım geride olduğu bu gibi dönemlerde, egemen olan idealist görüşlerin etkisinden sıyrılmak ve bilimsel yönteme sıkı sıkıya sarılmak gerekliliktir. Sınıf mücadelesi her alanda sürmektedir. Proletaryanın bu mücadelede ileriye atılmasının yolu, sınıfın kılavuzu olan MLM’yi takip etmesinden geçmektedir. İdealist felsefe ölüdür, yol gösterici değildir, köhnemiş olanın ömrünün uzamasına hizmet etmektedir. Bu ölü felsefenin her yeni akımı, bir öncekinin kötü bir kopyasından ibarettir. Tek amacı devrimci felsefeye saldırıdır. İnsan toplumunun yararına olan devrimci felsefedir, geleceğin anahtarı ezilenlerin dünya görüşünün diyalektik materyalizm ile şekillenmesindedir.
(Bitti)
*Gazetemizin 154. sayısında çıkan ilk bölüme buradan ulaşabilirsiniz.