Ülkemizde ekonomik kriz her geçen gün derinleşiyor. Krizin faturası da her zaman olduğu gibi halka ödetiliyor. Durmadan artan enflasyon, hayat pahalılığı halkı nefes alamaz hâle getirdi. Son dönemde gıda ürünlerine birbiri ardında zam yapılmakta, sebze-meyve ve tahıl ürünlerinin “el yakan” fiyatları rekorlar kırmaktadır. En temel besin maddeleri bile yoksul halk için “lüks” haline getirildi. Gıda ürünlerinin “el yakan” fiyatları halkın esas gündemini oluşturuyor. Öyle ki ekonomide pembe tablolar çizen AKP iktidarı bu gerçeği kabul etmek zorunda kaldı. Fakat zamların sorumlusu olarak küçük esnafı gösteren iktidar çözümü zabıta denetimlerinde görerek, kendini aklama çabasına girdi. Bunu da enflasyonla mücadele diye pazarlamaya çalıştı. Oysa ki gıda fiyatlarının yüksekliği, genel olarak hayat pahalılığı bizzat kurulu düzenden kaynaklanmaktadır. Bugünkü tablo neoliberal politikalarla tarımın ve köylülüğün çökertilmesi, bu alanda emperyalist tekellere bağımlı hale gelinmesinin sonucudur.
Enflasyon en basit tanımı ile meta fiyatlarının artmasıyla paranın değer kaybetmesi durumudur. Halk açısından bunun karşılığı, hayat pahalılığıdır. Aynı parayla geçmişe göre daha az mal ve hizmet alacaktır. Yüksek enflasyon yarı-sömürgelerin yapısal problemidir. Nitekim bugün emperyalist ülkelerde enflasyon sıfıra yakınken, en yüksek olduğu ülkeler Türkiye, Arjantin, Venezüella ve İran gibi yarı-sömürgelerdir. Bunun en önemli nedenlerinden birisi meta fiyatlarının yüksek olmasıdır. Meta fiyatlarının yüksekliğinde iki etken yapısal niteliktedir. Birincisi, neoliberal politikalarla yarı-sömürgelerde köylülüğün üretemez hale getirilip tarıma emperyalist tekellerin egemen olmasıdır. İkincisi, bu ülkelerde tarım, üretimden tüketime tüm aşamalarda büyük üreticilerin ve tüccarların hakim olmasıdır.
Esasında 1970’li, 1980’li yıllara kadar yarı-sömürgeler tarımda kendine yetmenin dışında, emperyalist ülkelere de ihracat yapar durumdaydı. Neoliberalizmle birlikte emperyalist sermayenin tarımsal alana yönelmesi, yarı-sömürgeleri “serbest piyasaya açma” adı altında tarımsal alanın azami kâr alanına dönüştürülmesi durumu tersine çevirdi. On yıl içinde birçok yarı-sömürge (özellikle Afrika ülkeleri) tarımda emperyalizme bağımlı hale getirildi. Neoliberal sermaye birikim modeli ile yarı-sömürgelere biçilen misyon küçük köylülüğün tasfiye edilerek emperyalist tekellere alan açılması oldu. IMF ve Dünya Bankası uyum programlarıyla küçük üreticilerin tasfiye süreci başlatılmış tarım, ülkenin ihtiyacını karşılamak yerine en büyük üreticilerin uluslararası piyasadaki ihtiyacını karşılamaya dönüştürülmüştür. Dayatılan emperyalist tarım politikalarıyla yarı-sömürgelerdeki tarımsal üretimde tarım tekellerinin hakimiyeti sağlanmıştır.
Ülkemizde de küçük üreticilerin tasfiyesi neoliberal tarım politikalarıyla devreye konuldu. 24 Ocak kararları 12 Eylül AFC’si ile hayata geçirilirken süreç AKP döneminde hız kazanmıştır. Emperyalist tarım politikalarının harfiyen uygulanması tarım tekellerinin önündeki engelleri kaldırmıştır. Küçük üreticilere verilen destekler azaltılmış, üretim kotaları getirilmiş, küçük üreticiler üretemez duruma getirilip, topraktan, üretimden koparılmıştır. Nihayetinde daha önce ihracatçı olunan birçok tarım ürününde artık samanı dahi ithal eden bir ülke haline gelinmiştir. Dahası, ülke tarım ürünleri dışında gübre, tohum gibi üretimde esas halka olan konularda dahi emperyalizme bağımlı olmak zorunda bırakılmıştır.
Bugün tarım ürünlerinin fahiş fiyatta olmasının arkasında emperyalizme bağımlılık vardır. Bunun uygulayıcılarından biri de 20 yıldır iktidarda olan AKP hükümetleridir. 40 yıldır uygulanan neoliberal tarım politikalarının kaçınılmaz sonucu yaşanmaktadır. Serbest piyasa koşullarında büyük üreticiler tarafından ezilen, kendi imkanlarıyla tarım yapamaz hale getirilen küçük üreticiler, “sözleşmeli üreticilik” ile kendi tarlasında işçi haline getirilmiştir. Küçük üreticiler ağır borç yükü altında ya mülksüzleşmekte ya da büyük üreticilerin azami kârı için kendi toprağında çalışmak zorunda bırakılmaktadır. Tasfiye politikasıyla küçük üreticiler hızla yoksullaşmış kırdan kente göçerek işçi sınıfına dahil olmuşlardır.
Hakim sınıflar her ne kadar çarpıtmaya çalışırlarsa çalışsınlar gıda fiyatlarının fahiş düzeyde olması savundukları bu köhne düzenden kaynaklanmaktadır. Emperyalizme bağımlılık, tüccarların piyasadaki hakimiyeti, esas üreticilerin üretim dışına itilmesi gibi yapısal sorunların yanı sıra ekonomik kriz ve pandeminin etkisi temel tüketim maddelerine zam olarak yansıtılmaktadır. Dolayısıyla, AKP’nin üç-beş esnafı zabıtayla basması bu sorunları çözmeyecektir. Kaldı ki emperyalist tekellerine ve kompradorların kârına dokunma kudreti de yoktur, o nedenledir ki süper marketlere değil, küçük esnafa zabıta yollanmaktadır.
Gıda fiyatlarının artışı yoksul halkı daha da yoksullaştırması, küçük üreticinin ve tüketicilerin zor durumda bırakılması özellikle yoksul emekçi halkın temel tüketim maddelerine dahi ulaşamaması, semt pazarlarında “yarım-çeyrek kilo”culuğun yaşanması ve pazar artıklarının dahi alınması gibi daha yaşamsal ve yakıcı sorunlara yol açmaktadır. Bu durum, geniş kitlelerde derin bir öfkenin birikmesine de neden olmaktadır. Kitlelerin yaşadığı sorunlar ve bu sorunlara karşı içten içe biriken öfke güçlü bir örgütlenme zeminidir. Evine, çocuklarına kuru soğan bile götüremeyen, aç karnını doyuramayan, tarlada ürettiğinin karşılığını alamayan geniş bir kitledir söz konusu olan. Onların yaşadıkları soruna karşı öfkelerini maddi bir güce dönüştürecek ve sorunun asıl merkezine yönlendirecek olan devrimcilerdir. Kitleleri kendi sorunları etrafında örgütleyecek öz örgütlenmelerin yaratılmasının yanı sıra mevcut örgütlenmelerin işlevli hale getirilmesi de görevlerimiz arasındadır. Devrimciler, kapitalizmin yarattığı sorunlara karşı, anın ortaya çıkardığı fırsatları kitleleri örgütlemekte kullanmakla yükümlüdürler. Hayat pahalılığı ve yoksulluk kitlelerin sistemle olan çelişkilerini derinleştirirken bizlere de derinleşen bu çelişkiler üzerinden örgütlenme ve kitlelerin öfkesini örgütleme olanakları sunmaktadır.