Havalimanı işçilerinin en yaşamsal talepleri için başlattığı eylem, işçi sınıfının sömürü ve çalışma koşullarına karşı bir çığlık özelliği taşıyordu. Aynı günlerde Cargill işçilerinin yürüyüşü sürüyordu ve hemen ardından Yeşil Yapı işçileri hakları için eylem başlattılar. 130 günü aşan Flormar direnişinin yanı sıra hemen her gün birçok işçi haberi almak mümkün. Haberler genellikle işçi cinayetleri, işten çıkarmalar, ücret-hak gaspları ve yer yer bunlara karşı gerçekleşen eylemlerden oluşuyor. Bu yoğunlaşma işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını açığa vurmanın dışında artık bu birikmenin daha ciddi ve çok sayıda işçi eylemine dönüşeceğinin işareti niteliğindedir. Hakim sınıfların ekonomik krizi işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin üzerine yıkmaya dayalı politikalarının da netleştiği bugünlerde sınıf hareketinin potansiyelleri ve sorunlarına dair daha fazla tartışmak da gereklidir.
Havalimanı inşaat işçilerinin çalışma koşulları, yaşanan işçi cinayetleri ve “iş kazaları” uzun zamandır ‘bilinen’ bir durumdu. Fakat bu ‘bilme’ durumu inşaat işçilerinin seslerinin duyulmasını sağlamadığı gibi devrimcilerin dahi bugüne kadar yeterince gündemine almadığı bir konuydu. Ki bu durum sadece inşaat işçileri için de geçerli değil. İşçi sınıfının bu tarz bir eyleminin inşaat işçilerinden gelmesi aslında şaşırtıcı değil. Ağır çalışma ve barınma koşullarının ötesinde sürekli olarak ölüm ve kazalarla yüz yüze bir gerçeklik var. Ne var ki taşeron firmalarla, güvencesiz, kayıtsız ve geçici koşullarla kuşatılan işçiler, patron ve devlet baskılarıyla da karşı karşıyaydı. Dağıtılmışlık ve kuşatılmışlık örgütlenmenin önünde ciddi engeller oluşturuyordu. Her ne kadar şirketlere bağlı çalışılsa da doğrudan devletçe organize edilen bu sömürü ve baskı koşulları, 3. Havalimanı gibi dev bir şantiye ortaya çıktığında, şantiyedeki devasa işçi kitlesinin de isyanını beraberinde getirdi.
İŞÇİ HAREKETİ ‘MİLİTAN’ BİÇİMLER KAZANMAK ZORUNDA
İşçilerin eylemi karşısında devletin tepkisi klasik “terör” söylemiyle şekillendi. Bu yapılırken asıl amaç işçileri ve geniş kitleleri buna inandırmak değildi. Amaç, ne kadar ileri gidebileceğini göstererek işçilere ve kitlelere gözdağı vermekti. Devamında işçilerin işten atılmakla, içerdeki maaşlarıyla ve jandarma-polis copuyla tehdit edilmesi, hatta tehditten öte birebir karşılaşmaları önümüzdeki döneme dair veriler barındırıyor. İşçilere dönük daha önce görece küçük çapta yaşanan patron ve devlet şiddeti havalimanında organize ve büyük bir boyut kazanarak sermaye ve devletin niteliğine dair gerçekleri çıplak hale getirdi. Cengiz-MAPA-Limak-Kolin-Kalyon Ortak Girişim Grubu’nun oluşturduğu ve doğrudan hükümet destekli İGA adı verilen firmanın devlet yetkileriyle hareket etmesi, tersinden devletin patron gibi hareket etmesi, ikisinin ortak özüne dair aydınlatıcı bir işlev gördü.
Kuşkusuz bu tek başına çok bir anlam ifade etmiyor. Daha önemli olan işçi sınıfının ve potansiyel bir sınıf hareketinin ilerde karşılaşacağı gerçeklerdir. Bu, devlet destekli mafyatik-paramiliter bir özellik kazanan firmalardaki artışa işaret ediyor. Aynı zamanda devletin zor gücünün en ufak bir hak arama eyleminde devrede olacağını gösteriyor. Kısacası ekonomik mücadele daha şimdiden siyasallaşmaktadır ve klasik anlamda ekonomik-demokratik-sendikal mücadelenin bu sürece cevap verebilmesi mümkün gözükmemektedir. İşçi sınıfı hareketi artık ilk adımından itibaren ‘militan’ bir çizgiyi bağrında taşımak zorundadır. Günümüzün işçi mücadeleleri, ister örgütlü bir politikanın isterse kendiliğinden patlamaların bir sonucu olarak ortaya çıksın, patronlarla olduğu kadar devletle de kıyasıya bir mücadele içinde gelişebilecektir.
KONTROL MEKANİZMASI VE MÜCADELE ÖRGÜTLERİ OLARAK SENDİKALAR
Önümüzdeki dönem sınıf hareketinin ön işareti havalimanı işçilerinin eylemiyle verilmiş olsa da eylemin nasıl ve hangi biçimlerde gelişme gösterebileceğini zamanla göreceğiz. Bu noktada sendikalar gerçekliğine değinmek ve önümüzdeki süreçte nasıl bir rol oynayabileceğini de tartışmak yerinde olacaktır. Sendikalar üzerinde iktidarın hakimiyeti birçok döneme göre çok daha ileri durumdadır. Sendikaların hükümetler karşısındaki görünürdeki özerkliği ve “partiler üstü” olma demagojisi büyük oranda ortadan kalkmış durumdadır. AKP’ye doğrudan bağlı çalışan sendikalar dışında CHP’yle bağlantılı sendikalar -CHP gibi- büyük oranda AKP’nin dümen suyuna girmiş durumdadır. Bu sendikalarda iktidarı karşısına alacak adımlar atma; örneğin işçilerin en temel talepleri için küçük ya da büyük bir eylem gerçekleştirme cesareti yoktur. Sol görünümlü sarı sendikalar korkuyu ve ‘öğrenilmiş çaresizliği’ yaşamaktadırlar. Ne var ki bu korku sadece baskıya maruz kalmanın değil aynı zamanda verili bürokratik konumlarını da kaybetmenin korkusudur. İktidar ve düzen partilerinin doğrudan etkisi dışında diyebileceğimiz küçük sendikalar da bulunmakla birlikte bunların sendikal alandaki etkileri ya sınırlı kalmakta ya da kendi içine kapalı dar bir mücadeleyle ifade edilmektedir. Bu koşullarda, ülkemizdeki sendikal yapı, pratik birçok örnekte de görüldüğü gibi asıl olarak işçi sınıfının kontrol altında tutulması işlevini kazanmıştır. Daha doğrusu bu niteliği çok belirgin bir biçimde su yüzüne çıkmıştır.
Fakat sendikalar cephesinin bu olumsuz durumunun çelişkilerden yalıtık olduğu söylenemez. Sendikalar üzerinde tabandan gelen bir baskı bulunmaktadır. Bu baskı işçi sınıfının ekonomik koşullarının her geçen gün kötüleşmesiyle doğrudan alakalıdır. Ülkedeki belli başlı stratejik sektörlerde sendikalar aracılığıyla sistem açısından on yıllar boyunca korunan ‘istikrarlı’ yapı artık bozulmuş durumdadır. Bu yapının bugüne kadar gelmesinde devlet güdümlü sendika ve konfederasyonlar kadar ülkemiz koşullarına uygun yaratılan işçi aristokrasinin de belirleyici bir etkisi vardı. Ancak işçi sınıfının bazı bölüklerinin diğer bölükler üzerindeki ‘ayrıcalığı’ büyük oranda ortadan kalkmış, işçi sınıfı sömürünün ve güvencesizliğin yoğunlaştığı alt düzeylerde eşitlenmeye başlamıştır. Bugün işçi sınıfı içerisindeki rekabet, koşulları kötü olanla daha kötü olanlar ya da göçmen işçiler ve işsizler arasında yaşanmaktadır. Bu durum işçi sınıfının tüm kesimlerini kendi özgünlükleri içinde kırılgan yapmakta, metal grevi ya da inşaat işçileri gibi patlamaların zeminini güçlendirmektedir.
İŞÇİ SINIFIYLA DAYANIŞMAYI BÜYÜT, DİRENİŞİ GÜÇLENDİR
İşçi sınıfının potansiyel hareketinin ağırlıklı olarak nereden ya da nerelerden patlak vereceği sınıf mücadelesinin seyri içinde daha da belirginleşecektir. Kimi durumlarda ağır çalışma koşulları ve güvencesizlik sendikasız, örgütsüz işçilerin hareketine yol açabilirken kimi durumlarda ise belli bir standarta sahip sendikalı fabrikalardan hareket başlayabilmektedir. İnşaat işçileri, madenciler gibi sömürüyü, ağır çalışma koşullarını ve güvencesizliği en derinden yaşayan işçilerin kitlesel olarak biraraya geldiği şantiye ve üretim alanları tetikte olmaya devam edecektir. Diğer yandan fabrikalardaki huzursuzluk da büyümeye devam edecektir. Ne de olsa ilk kıvılcım çakılmıştır; işçi sınıfının her bir eylemi bir sonraki eylemin ve daha ciddi hareketlerin öncüsü niteliğindedir. Bunu en iyi hakim sınıflar bilmektedir. İşçi eylemlerine karşı yürütülen azgınca saldırı ve anti-propaganda bu sebepledir. Hakim sınıflar işçi eylem ve direnişlerini sansürlemekte ya da en kısa zamanda gündemden düşmesini amaçlamaktadırlar. Öyleyse sınıf devrimcilerine düşen önemli görevlerden biri işçilerin her bir eylem ve direnişiyle dayanışmayı örgütlemek, gelişimi için seferber olmak ve onu işçi sınıfının bütününün gündemine taşımaktır.
Devlet ve patronların işçi sınıfı eylemlerine saldırısı devam edecektir. Bu saldırı bir süreliğine bastırıcı bir etki yaratsa da enerjinin daha güçlü patlamasına yol açma olasılığı güçlüdür. Sendikaların büyük oranda devlet, sermaye ve düzen partileri güdümünde olduğu ve aynı zamanda ‘korkunun’ pençesinde eylemsizliği seçtiği koşullarda, işçi sınıfının potansiyel hareketinin sendikalara rağmen ve onu aşarak gerçekleşeceğini öngörmek zor değildir. Bu, sendikasız işçiler için geçerli olduğu kadar sendikalı işçiler için de bir o kadar geçerlidir. İşçi sınıfının eylem ve örgütlenme yöntemleri çeşitli biçimlere olanak tanıyacak, sınıfın asıl gücünü ise her bir hareketin çapı ve kararlılığı belirleyecektir. Bu potansiyel, sürece yanıt olabilecek –küçük ya da büyük- sendikalara; sendikalar içerisinde sınıf çizgisini temsil edecek güçlere ve aynı zamanda her alanda işçi sınıfının öncülüğünü üstlenebilecek güçlere önemli bir güç kaynağı olacaktır. Fakat bunun kolay olmayacağı; proleter bir çizgi, dayanıklı bir örgüt ve disiplin gerektireceği açıktır.
‘ZOR’ OLANI BAŞARMAK İÇİN…
Ülkemiz devrimci hareketi, değişik ideoloji ve programlarla şekillense de dün -aslında yıllar önce- sahip olduğu belli “proleter özellikler”i büyük oranda yitirmiştir. Sınıftan ideolojik ve organik kopukluğun apaçık gerçeği orta yerde durmaktadır. Bu bir yana işçi sınıfının sadece belli dönemlerde devrimcilerin gündemine girebilmesi; teorinin aslında işçi sınıfı teorisi; devrimin aslında proleter bir devrim olduğunun hatırlanması; döneme, rüzgara göre k. burjuva ideolojik-politik şekillenişlerin gelişmesi bu kopukluğun son yıllardaki en önemli kanıtlarıdır.
İşçi sınıfı çalışması -hep ifade edildiği- gibi yoğun emek ve sabır gerektiren bir çalışmadır. Özellikle işçi hareketlerinin lokal ve geçici özellikler gösterdiği uzun dönemlerde bu emek ve sabırdan kaçış daha açıktır. Devrimci ve komünistlerin işçi sınıfına dair stratejik bir plan ve hazırlıktan imtina etmesi, ağırlıkla hızlı ve kolay olana ya da güncel dar pratiğe meyletmesi onu işçi sınıfından uzaklaştıran temel k. burjuva özelliklerdir. Bu olumsuz özellikler nedeniyledir ki işçi sınıfı çalışmasına yeterli sayıda -en genel anlamıyla dahi- kadro ayrılmaz, işçi sınıfı içerisinde kadrolaşma hedeflenmez. Devrimci mücadelede; ölümü, tutsaklığı, işkenceyi göze alan birçok kadro ve farklı biçimlerde ‘militan’ bir pratik görebiliriz. Ancak yıllarını bir fabrikada ya da üretim alanları içerisinde geçiren, kendini işçi sınıfının örgütlenmesine adayan örgütlü kadrolar; sınıf hareketini büyük bir emek ve sabırla örmeye çalışan örgütlü pratikler görmek artık nerdeyse mümkün değildir.
Devrimci örgütlenmeler uzun bir dönemdir örgütsel ve politik yönelimlerini kısa sürede örgütlenebilecekleri, tabiri caizse ‘kalabalıklaşacakları’ ve toparlanmalarını sağlayacak alan ve çalışmalara yöneltmektedir. Oysa işçi sınıfı içerisindeki çalışma -çoğu kez- bu kısa sürede gerçekleşmesi hedeflenen olanakları sunmamaktadır. Bakış açısını stratejik bir yönelimden kopuk dönemsel ve dar ihtiyaçlar şekillendirdiği oranda işçi sınıfına ‘dönüş’ ya hiç gerçekleşmemekte ya da dostlar alışverişte görsün sınırlılığında yaşanmaktadır. Bu, proleter nitelikte bir aşınmaya denk düşmekte ve işçi sınıfından uzaklaşıldığı oranda ideolojik savrulmaların da zeminini güçlendirmektedir. İşçi sınıfında kopuk örgütlenme ve toparlanmanın yanlışlığı bir yana söz konusu örgütsel toparlanma görece gerçekleştiğinde de işçi sınıfı çalışmasının hak ettiği ilgiyi görememesi, aslında sorunun mücadele ve örgütün ihtiyaçlarından öte bir sorun olduğunu göstermektedir. Böylece örgüte ve örgütlenmeye “geri dönüşü” olmadığı, yetersiz olduğu ya da çok uzun zaman aldığı için işçi sınıfı içerisindeki çalışmalar çoğu kez kendi haline bırakılmakta, yürütülen çalışmalar ise sınırlı bir çabanın ötesine geçememektedir. Devrimci ve komünistlerin “terk ettiği” işçi sınıfı ve sendikal mücadele doğal olarak daha geriye gitmekte ve “umutsuz vaka” halini almaktadır. Nedenler sonuç; sonuçlar neden haline bürünerek bu kısır döngü uzun zamandır devam etmektedir.
İşçi sınıfı içerisindeki çalışma yoğun emek ve sabır gerektirdiği için sadece ‘zor’ bir çalışma değildir. Çalışmanın meyveleri ve etki gücü bakımından aynı zamanda verimli ve ‘kolay’ bir çalışmadır da. İşçi sınıfının devlet ve sermaye karşısında üretimden gelen gücü, kitleselliği ve tüm halkı etkileme kabiliyeti sınıf çalışmasının devrimci mücadeledeki verimini belirleyen temel niteliklerdir. Diğer yandan işçi sınıfı ve sendikalar içerisine yerleşmiş, işçilerin manevi önderliğini kazanabilmiş kadrolar söz konusu olduğunda ve onlar aracılığıyla ‘kolay’ da bir çalışmadır. Kuşkusuz ki bu ‘kolaylık’ ancak sınıf çalışmasındaki doğru politika, emek ve sebat üzerinde şekillenebilmektedir. Düz bir çizgide olmasa da işçilerin ekonomik koşulları ve hak mücadelesiyle de paralel ilerleyen sınıf hareketleri birçok kere örneğini yaşadığımız gibi az sayıda öncü işçinin yönlendiriciliği altında binleri, on binleri kucaklayabilmekte ve hatta yüzbinlere etki edebilmektedir. İşte doğru yönde harcanan sabır ve emeğin ortaya çıkardığı verim ve ‘kolaylık’ bu biçimde de kendi gösterebilmektedir.
DAHA ÖRGÜTLÜ, DAHA İVEDİ, DAHA GÜÇLÜ VE DAHA SAĞLAM ADIMLAR…
Ülkemiz sınıf mücadelesi ve özelde işçi hareketi özgün bir dönemden geçmektedir. Bu özgünlüğü belirleyen şey; en genelde neo-liberalizmin krizi olsa da ülkemiz özgülünde hakim sınıf iktidarının politikaları ve bu iktidar karşısında devrimci-komünistlerin gösterdikleri zafiyetlerdir. Bu zafiyetler ideolojik, politik ve örgütsel anlamda dönemin şekillenmesinde belirleyici olmuşlardır. Karşımızda artık esasta zor gücüne dayanarak her türlü mücadeleyi, özelde işçi sınıfı mücadelesini engellemeye, yok etmeye çalışan bir hakim sınıf ittifakı ve iktidarı mevcuttur. Bu iktidar karşısında devrimci ve komünistlerin fiziki güçsüzlüğü mücadelenin gelişimi bakımından ciddi bir engel olarak görülebilir. Ancak bu güçsüzlüğü aşmanın nesnel koşulları bugün daha da olgunlaşmış durumdadır ve olgunlaşmaya devam edecektir. Olgunlaşan nesnel koşulların öznel koşulla yani KP ile buluşturulması işçi sınıfı içerisindeki çalışmaların stratejik bir yönelime kavuşturulması, basitten karmaşığa somut planlarla ilerlemesi, işçi sınıfıyla canlı bağların kurulması ve güçlendirilmesiyle doğrudan alakalıdır. Güçlü bir sınıf hareketinin yaratılması komünist ve devrimcilerin örgütlü müdahalesinden bağımsız değildir. Sınıf mücadelesinde güncel amaç bu olduğu gibi nihai amaca ulaşmayı sağlayacak koşullar da ancak bu sayede yaratılabilecektir. Bunun şimdilik sınırlı bir güç ve etkiye sahip olacağını kabul etsek dahi işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin de gelişme seyrinde olduğunu öngörmeliyiz. Ekonomik kriz gerekçesiyle yoğunlaşan saldırılar işçi sınıfının öfkesini daha da büyütmektedir. Bu öfkenin eyleme dönüşmüş hali, faşist iktidar ve sermaye sınıfının baskı ve kuşatma politikasını dağıtabilecek potansiyellere sahiptir. Ancak daha ileri düzeyde bir mücadele ve örgütlenmeye evrilmedikçe, başka bir deyimle devrimci bir çizgiye taşınamadıkça söz konusu potansiyelin yıkıcı ve dönüştürücü gücünün sınırlı olacağını unutmamalıyız. Önümüzdeki dönem sınıflar mücadelesinde ve bu mücadelenin -hem hakim sınıflar hem de işçi sınıfı nezdinde- verili yapılarında tayin edici nitelikler barındırmaktadır. Bu nedenle, potansiyelini açığa vuran işçi sınıfı hareketiyle bağ kurmanın, onu daha ileri düzeyde örgütlemenin ve komünist öncüyle buluşturmanın yollarını aramalıyız. Bu da ancak sınıfı esas alan politikalar, örgütlenme biçimleri ve çalışmalarla mümkün olabilir. Bu adım atılmalıdır; daha örgütlü, daha ivedi, daha güçlü ve daha sağlam yürünmelidir.