HABER MERKEZİ- 2 Haziran 2020 tarihinde Ovacık’ta ölümsüzleşen Halk Savaşçısı Hasa Ataş’ın 2020 Ocak ayında annesi için yazdığı, ikk-online1.net sitesinde yer alan mektubunu olduğu gibi paylaşıyoruz.
“Merhaba anne;
2020 yılının ilk günlerinden yazıyorum sana. Dışarıda kar yağıyor. Sen düşünmeden, tasalanmadan ben hemen söylüyorum. Biz mağaranın içerisindeyiz, dışarıda hüküm süren soğuğun bizle bir alakası yok anlayacağın. Emin olabilirsin! Gözlerimiz dışarıya temas ettiği vakit üşüyoruz. Birazdan soba yanacak, yoldaşlardan biri kömbe (niyaz) yapacak. Bir yoldaş lamba bataryalarını yeniliyor. Herkes kendi işine bakıyor kısaca. Benimse şu anda bir işim yok. Bu anı sıcak çayımı yudumlayarak mektubumu yazmakla değerlendiriyorum. Bir yandan da radyoda müzik çalıyor. Az önce öğlen haberlerini verdi. ABD, İranlı bir generali vurmuş, yanındaki yedi kişi ile beraber. Esad İdlib’e saldırmaya devam ediyormuş. Türk burjuvazisi Libya’ya asker göndermeye hazırlanıyor. Son olarak da “terör” örgütünden bir kişi daha kaçmış. Diyarbakır’da nöbet tutanlardan etkilendiğini söylüyorlar.
Türk devleti de bütün burjuva devletler gibi ne kadar çok yalan söylüyor, değil mi anne?
Bilmiyorum, mektuba tam da bu aralar başlamamın bu son haberle bir ilgisi vardır belki… Son dönemde gündemleşmesiyle alakalı bir şey… Bir neden olabilir ama sanmıyorum. Çünkü sen ve senin gibi; gerçek annelerin orada olmadığını biliyorum. Aslında bakarsan bu mektubu dolu dolu geçen son 3-4 yıldır yazmayı düşünüyordum sana… “Çözüm” sürecinin bitimiyle daha özelde 2016 yılının 24 Kasım’ından sonra… Kim bilir belki bu tarihten sonra olmasının da insan psikolojisiyle bir ilgisi vardır. Bilinç altında bir yerlerde… Bilirsin 2016’dan bu yana bizim cephe daralıyor. (Daralıyor; hiç olmadığı kadar genişleme imkanlarını içinde taşıyarak) Düşman saldırısının; son 40-50 yılın içerisinde en yoğun dönemi olduğu söyleniyor. Ve yanımda, yöremde, başka başka dağ başlarında, vadi yataklarında, orman içlerinde başka başka şehirlerin zindanlarında, sokak ortalarında, barikat başlarında, bodrumlarında, evlerinde, inşaatlarında, sularında… Başka başka ülkelerin başka başka yerlerinde… Başka başka anaların başka başka çocukları (ki hepsi senin de çocuğun biliyorum) ecelsiz ölüyorlar. Kimilerini şahsen tanıyorum en azından bulunduğum şehirdekilerini, kimilerini duymuştum… Belki de bunlar anne bir çocuğun senin çocuğunun yüreğine bir hasret, korkuyla karışık, umutla karışık, sevgiyle karışık… Bir garip hasret düşüyordu. Bir yanıyla geçmişe, bir yanıyla geleceğe bakıp bugüne düşen bir garip hasret… Bir yanıyla sadece bana ait bir yanıyla bütün ezilen-umutlu insanlığa ait olan bir garip hasret… Hayal-meyal canlandırabildiğin bir yerin özlemi. Ama öyle bir yer ki anne; baştan başa huzur, kaygısızlık, sevgi… Sonra kesik kesik, ara sıra bir ses; bir kadının sesi; seven, yürekli, umutlu bir kadının sesi kulağımda… Aynı seven, aynı umutlu, aynı yürekli kadının eli; dokunmuyor ama dokunduğunu, okşadığını hissediyorum ara sıra… Ve hep aynı kadın; kalbinin her atışını, soluklarını, uykularını en güzel en mutlu düşlerini… Bütün hayallerini, umutlarını… Yediklerini, içtiklerini… Her şeyini hiç karşılıksız paylaşıyor benimle; çoğu bana, azı ona… Sonra yarı kanlı düşüyorum, daha doğrusu tanımadığım bir adam o kadına acı vererek çıkartıyor beni. Kadının çığlığını duyuyorum, sanki karnını kesmişler gibi… Çığlığı kendi acısına değil; bana dair biliyorum… Sonra ağzımda bir tat anne ve o kadının yüzü… Anne; yüzün senin, anne ellerin… Anne sesin senin…
Bu hasret bana ait olan kısmıyla da umutlu insana ait olan yanıyla da; düne, yarına dönük yüzüyle de anne içindeki o anlara duyulan hasret… Ve bu garip hasretin ülkemizdeki nedeni de Diyarbakır’a insanları toplayanlardan başkası değil.
Ve kuşkusuz ki anne; geçmişte de günümüzde de gelecekte de; benim ve senin bütün umutlu anne ve çocukların duydukları bu garip hasrettir. Anne içi kadar kaygısız ve anne sütü tadında bir dünya yaratmanın hasreti…
4 Ocak 2020 14:17
Tekrardan merhaba anne… Dün kaldığım yerden devam etmek üzere kalemi aldım… Bugün mutfakçıydım. Sabahtan akşama; senin bir ömür yaptığın işi yaptım. Kahvaltı, öğlen ve akşam yemeklerini hazırladım. Belki duymuşsundur burada sırayla yapıyoruz bu işi. Her gün bir yoldaş görevli… Şimdi gece; gün bitmek üzere. Birazdan farelerin mesai saati başlayacak. Tıkır tıkır, tıkır da tıkır… Bütün gece; sabaha kadar… Aklına gelebilecek – tabi taşıyabilecekleri – ne varsa ya taşıyıp götürüyorlar ya da yerlerini değiştiriyorlar… Büyükleri ise kemirip bırakıyorlar… Kitapları bile kemiriyorlar düşün artık. Tabi biz de bu kemirgenlere karşı boş durmuyoruz. Kampın içerisinde bir egemenlik mücadelesi, ya biz ya onlar…
Geceden bahsetmişken artık karanlıktan korkmuyorum anne. Gecelerden, ışıksızlıktan… Buralarda hep gece hareket ettiğimizden – geceyi aydınlatan tek ışık kaynağı ise küçücük binlerce yıldız- karanlığın böylesine; maddi karanlığa alışıyor insan. Gözlerimiz alışıyor; ton ve şekil farklılıklarından seçebiliyoruz karanlığın içinden. Aynı zamanda ayaklarımızla gözleşiyor. Nereye nasıl basacağını biliyor… Hatırlar mısın biz küçükken babamın gece vardiyasında olduğu akşamlar yanında yatardık. Bizi sıcacık, sarardın. Korktuğum karanlığın karşısında benim en güvenli sığınağımdın… O zamanlar karanlığın diğer türünden, manevi karanlıktan, haberim yoktu. Şimdi onu da biliyorum… Ve umutlu çocuklar; senin çocukların bundan da korkmuyorlar.
Sen, o çocukların karanlıktan korkmadığını benden iyi bilirsin. Onlar da bu yıllardır ispatlıyorlar zaten. Bir dizi izliyorduk seninle. Dizinin bir bölümünde Deniz Gezmişlerin idamı gösteriyordu. İkimiz de ağlamıştık. Senin onlar için kaçıncı kez ağladığını bilmiyorum o gün. Başka başka annelerin gözyaşlarının kaçıncı kez aktığını farklı farklı denizlere… Annelerin gözyaşları gibi çocukları da bitmiyor demek. O gözyaşlarının suladığı toprak öyle filiz veriyor ki; tek tek her filiz ne kırılabiliyor ne bükülebiliyor ne de sökülüp atılabiliyor işte…
Senin çocukların karanlığın bu türlüsünü o korkunç, o körleştirici karanlığın en koyu yerinde, canevine hançerlerini bir saplama saplıyorlar ki hançerin saplandığı yer safi ışığa kesiyor anne. Görünmediğini düşünenler yahut gerçekten göremeyenler olsa da karanlığın etinin o parçası, hançerin saplandığı yer kanar durur.
Karanlığın kıvranışı biraz da bundan olsa gerek. Bunu o da biz de biliyoruz. Ve senin çocukların büyük çoğunluğu iyi beceriyor bu işi.. Çiğdemle Nergiz’i duymuşsundur. Bakış’ı, Cemo’yu diğerlerini… Dilinde zılgıtla karanlığın üstüne koşan ve hançerini saplayan heval Delila’yı… Yaralarından kan sızarken karanlığın suratına tüküren heval Rojhat’ı, Sefkan yoldaşı sonra… Pir Doğan’ı, Seydo’yu, Deniz’, sonra Lori’yi… O kadar çokki anne ve sadece buralarda değil, sizin oralarda… Karanlığın zindanlarında…
Yalnız karanlığın bu türlüsüne alışılmaz ama. Ki alışılmıyor da. Bizim farelerden bahsettim ya az önce, bunlar da bir tür kemirgen işte… Ne varsa kemiriyorlar. Bu ülkede Cumartesi Anneleri, Kürtlerin anneleri bir de. Geçen sene ölüm orucuna, açlık grevine yatan evlatlarının sesini duyurmaya çalışan Kürt analarını yerlerde sürükleyenler, doğmamış çocuklarını karınlarında süngüleyenler, oyun çağındaki çocuklarını bombalarla, havanlarla, mayınlarla parçalayanlar, kapı önlerinde kurşuna dizenler… En yiğit çocuklarının cenazelerini parçalayanlar, işkence edenler, tecavüz edenler… Cenazeleri dahi analara teslim etmeyenler… Şimdi Diyarbakır’da kendilerini rezil etmekten başka bir şey olmayan bir işe kalkışarak, analığı kemirmeye girişiyorlar…
Bu, o korkunç karanlığın korkusu olsa gerek anne. Zira o kadar koyulaştı ki kendisi dahi önünü göremiyor… Ufacık bir ışık o kadar korkutuyor ki onu, elleri ayaklarına dolanıyor, bizim her şeye “muktedir” karanlığın!!!
İşte belki de burada başlıyordur sana bu mektubu yazmamın esas nedeni! Hani karanlığın en koyu olduğu anlar için ışığın en yakın olduğu andır, denir ya. Şu an en koyu anda mıyız bilmiyorum. Fakat yeterinden fazla karanlık olduğunu biliyorum ve kavuşmanın tam sırasıdır diyorum anne… Avuçlarını koklamanın tam sırasıdır diyorum. Tülbendini dola boynuna, durma vur sen de zılgıtını sokağa. Bırakma kemirmesinler analığımızı. Bırakma yayılmasın karanlık. Alışmasın insanlar karanlığa… Karanlığı dağıtmak; tek başına çocuklarının başarabileceği iş değil. Işığı bilenlerin, ona en çok ihtiyacı olanların ışığa ihtiyacı olan her gözün el vermesi gerekir. Yalanım yok, kolay olmayacak anne fakat bir gün asılırsak ipe elbet çekeriz güneşi göğümüze…
Kavuşmanın tam sırasıdır dedim ya anne. Kapılarına kadar geldim. Bekleme, sen de vur zılgıtını sokağa. Bir bilsen anne nasıl doyurur; binlerce ananın tülbentlere dolanmış süt tadında zılgıtı… Nasıl doyurur binlerce beni… Kavuşmanın sırasıdır anne, anne içi kaygısızlığında anne sütü tadında bir dünyada…
Bu mektubun burada başlamadığı gibi burada bitmeyeceğini biliyorum. Bu mektup sana ulaşır mı bilmiyorum. Fakat mektup ulaşmasa da; karanlığın karşısında elini tutmak istediğimi sezebildiğini biliyorum. Zira anneler ve çocuklar arasında bu hep böyle olmuştur. Bu mektubu dağdaki çocukların şahsında senin gibi annelere yolluyorum… Kavgada ve toprakta sert, çocuk başlarımızda ak ve yumuşak ellerinizden öpüyorum!!!
Çocuklarınızdan biri…
5-6 Ocak 2020”