Halkın Acısına Karşı Sorumluluğumuz Devrimdir!

[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]

6 Şubat deprem felaketi ve yarattığı yıkım, 100. yılını kutlamaya hazırlanan faşist diktatörlüğün çürümüş, yozlaşmış ve halk düşmanı niteliğinin resmidir. Deprem kuşağında yer alan, defalarca deprem felaketi yaşayan, on binlerce insanını bu felaketlerde kaybeden, yeni yaşanacak felaketlere hazırlık için farklı isimler altında vergi toplanan, onlarca senaryo hazırlayıp “tedbirler alınan” bir ülkede gerçekleşen 7.7 (Maraş/Pazarcık) ve 7.6 (Maraş/Ekinözü) şiddetindeki depremler bugüne kadarki en büyük felaketin yaşanmasını, yüz binlerce insanın enkaz altında kalmasını, Maraş-Adıyaman-Hatay gibi kadim şehirlerin adeta yok olmasını getirdi. Depremlerden Malatya, Osmaniye, Kilis, Diyarbakır, Antep, Adana ve Urfa da önemli derecede etkilendi. Bu büyük felaket deprem için 1999 yılından itibaren toplanan paraların aslında iç edildiğini, tedbir adı altında hiçbir şeyin yapılmadığını, felakete hazırlığın sadece bir senaryodan ibaret olduğunu açığa çıkarmıştır.

Bugüne kadarki her doğal afet halkın ezilmişliğini, çaresizliğini büyütmüştür. Buna neden olan şey “doğal olmayan” sistemin bizzat kendisidir. Maraş depremleri tıpkı 1939-1992 Erzincan, 1999 İzmit ve Düzce, 2011 Van ve daha birçok deprem felaketi gibi halkımıza reva görülen koşullardan kaynaklanan bir katliamdır. Faşist diktatörlüğün dümeninde olanlar değişse de sonuç değişmiyor. Bu gerçeklik o kadar barizdir ki depremler sonrasında yapılan açıklamalar dahi 100 yıl boyunca benzer oluyor. “Türk milleti ye’se (ümitsizliğe) kapılmaz, vazifesini bilir”(1939, Erzincan Depremi), “Deprem takdiri ilahidir” (1999, S.Demirel), “Olanlar hep oldu, bunlar kader planı” (2023, Tayyip Erdoğan) ve “Milletimiz bu felaketi de atlatacaktır” (her büyük yıkım ve felaketin temel argümanı) denilerek zulüm, katliamlar, yıkımlar halkımıza 100 yıldır kanıksatılmıştır.

Faşist diktatörlüğün doğal afetlere almadığı tedbirlerde ve oluşan yıkım karşısındaki duyarsız mekanizmasında bir süreklilik, istikrarlı bir gelenek ve tutum söz konusudur. Bu da halkı yıkımla, ölümle ve afetin tüm sonuçlarıyla baş başa bırakmak ve onlara “sabır telkin” etmek, felaketler karşısında “millet ve devlet olma şuurunu” yitirmemek; aksi halde devletin öfkesinden, tepkisinden ve sopasından nasibini alacağını göstermek olmaktadır.

Pazarcık ve Ekinözü depremleri ile halkımız acımasız şekilde sistemin bozuk, halk için işlevsiz olan çarkları tarafından katledilmiştir. Maraş, Malatya, Hatay, Antep, Adıyaman ve depremin kapsamında olan tüm yerleşim yerlerinde çarpık, kaçak ve denetimsiz kentleşme, ranta dayalı müteahhitlik sistemi ve nihayet bunun imar aflarıyla meşrulaştırılması, korunması ve teşvik edilmesi depremin olabildiğince yıkıcı hale gelmesine yol açmıştır.  Bu bölgelerde sağlam ve oturulacak yapı adeta kalmamıştır. Devlet, yüksek rant geliri, büyük kârlar elde edecek şekilde inşaat sektörünün önünü açmış, bürokrat burjuvazinin bu alanda en hızlı, en güçlü şekilde palazlanmasını sağlayacak her türlü kolaylaştırıcı koşulu sağlamıştır. Kentsel dönüşüm gibi büyük çaplı planlarla inşaat sektörünü teşvik eden, sermayenin palazlanmasını ve buna bağlı olarak ekonominin canlanmasını sağlayan politikalar izlenmiştir. Emperyalist finans kaynaklarının da büyük katkısıyla AKP’nin 20 yıllık egemenlik dönemi boyunca bu sektörü temel alan rant politikaları egemen sınıflar için tatlı vurgunlar, halk için ise kazılan mezarlar olmuştur. Henüz on binlerce belki de yüz binleri bulacak cansız bedenler moloz yığınları altındayken faşist Tayyip Erdoğan şehirlerin yeniden inşa edileceğine dair sözler vermekten geri durmamaktadır. Yıkılmış on binlerce binanın üstüne alışkanlık haline getirdiği halka rağmen ranta dayalı zenginleşme yaklaşımını sürdürmüştür. “Şehirler yeniden inşa edilecek” derken halka kesilecek faturalarla inşa sürecinin yeni rant alanları, büyük vurgunlar için fırsat olarak düşünüldüğü açıktır. Aynı pervasızlığı kurtarma ekiplerinin felç olduğu, yıkıntılara yetişemedikleri koşullarda ve henüz depremin üçüncü gününde halktan yardım çığlıkları yükseltirken “Düne göre daha rahatız, yarın daha rahat olacağız ve sonraki gün daha da rahat olacağız” diyerek göstermiştir.

Deprem felaketi devletin kime nasıl hizmet ettiğini halka daha açık şekilde göstermiştir. Kan, gözyaşı, zulüm ve savaş için “bir gece ansızın” her yere girebilecek “güçlü, yenilmez bir devlet” olduğunu pespaye bir şovenist histeriyle dile getiren Erdoğan günler boyu yıkıma uğramış şehirlere müdahale edememiştir. Devletin otoritesi, yenilmezlik mottosu, dünya liderliği, büyük devlet olma hali tuzla buz olmuştur. Söz konusu olan halkın daha büyük acılar çekmesinde ise faşizm çözüm üreten değil bunu örgütleyen, buna yol veren ve bunun gereğini yapan olmaktadır.

Devlet hızla doğal afet gerekçesiyle OHAL kararı almıştır. OHAL’e dayanarak yaptığı ilk iş de depremin başından itibaren yaşanan yıkımın altında kalanları kurtarmak ve aramak değil; depremin yarattığı yıkımı gizlemek için “provokatör, terörist, devlet yıkıcısı, millet düşmanı” olarak hedef gösterdiklerini aramak, tehdit etmek ve devletin sopasını sallamak olmuştur. Yine ilk elden yaptıkları başka bir şey de tüm halkın yardım çabasını engellemeye dönük girişimler olmuştur. Yardım TIR’larına el koymaya, kontrolü dışında gelişen kurtarma çabalarını bloke etmeye, bölgeye dair haber akışına sansür koymaya ve engellemeye, borazanı olan medyada halkı devletin otoritesine tabi kılmaya, yıkımın boyutunu gizleyerek gerçeği karartmaya ve elbette düştüğü aczi gizlemeye odaklanmıştır.

Şovenizm yine en çok kullanılan argüman olmuştur. Bir yandan Suriyeli göçmenlere dair manipülatif haberlerle şovenizm körüklenip kitlelerin öfkesi başka yöne kaydırılmış, diğer yandan depremden etkilenen ve ciddi yıkıma uğrayan Rojava savaş uçaklarıyla bombalanmaktan geri durulmamıştır.

Yine halkın marketlerden, mağazalardan ihtiyaçlarını karşılamayı “yağmalama” olarak tanımlayıp devamında polis ve jandarmanın sokak ortasında sopalarla işkence ve lince girişmesi ve halkı galeyana getirerek kitlesel lince dönüştürmesi olayları yaşanmıştır. Halkın öfkesi, tepkisi, acısı ve kini bu ve daha birçok biçimde devletten uzaklaştırılmaya çalışılmıştır.

Faşist diktatörlüğün ekonomik ve siyasi krizi gün gün derinleşirken sosyal çöküntü olabildiğince yıkıcı hale gelmiş, yaşanan deprem felaketi bu durumu alabildiğine güçlendirmiştir. Buna koşut biçimde yıkımın siyasi sonuçları da her aşamada kendini göstermiştir. AKP-MHP faşist bloku ilk andan itibaren bunun siyasi etkilerini silikleştirecek ve aleyhine sonuç doğurmasını engelleyecek şekilde tüm ideolojik araçlarını ve faşist mekanizmayı devreye sokmuştur. Diğer faşist klik CHP ise bu yıkımı lehine olacak şekilde kullanmanın telaşı içine girmiştir. Bu faşist kliklerin çatışmaları ve çelişkileri güçlenirken ortaklaştıkları nokta ise devletin otorite boşluğunun hızla doldurulması olmuştur. Ancak devlet otoritesinin bu ağır tablo ve keskinleşen çelişkiler içinde ortak bir yaklaşımla tesis edilmesi olanaklı değildir. Halkın yaşadığı çelişki ve öfkenin dizginlenmesi egemenler için hiç de kolay bir mesele olmayacaktır.

Ortaya çıkan ve üzerinde durmamız gereken başka bir gerçeklik de Türk egemen sınıflarının ve devletinin emperyalizme bağımlı yapısı ile ne kadar zayıf, kırılgan bir ekonomik sisteme, alt yapıya sahip olduğudur. Faşist devlet, halka yönelik saldırılar için, Kürt ulusuna ve azınlıklara düşmanlık için devletin baskıcı mekanizmalarına, NATO’ya layık bir savunma sistemine büyük bütçeler ayırmaktadır. Daha fazla sömürü elde etmek, emperyalist tekellerin daha güvenli şekilde sermayesini dolaştırması üzerine kurulu bir ekonomik ve siyasal sistem söz konusudur. Halka düşmanlığa dayalı bir güç tesis etme, halkı bu şekilde sindirmeye odaklı yapıya dayanmaktadır. Bu yapısıyla “büyük devlet”, “büyük lider”, “dünya devleti” propagandası yaparak halk kitlelerini şovenizmle beslemekten geri durmamıştır. Depremlerle meydana gelen büyük yıkım ise devletin kurduğu otoritenin, büyüklüğünün aslında sadece “kâğıttan bir kaplan” olduğunu göstermiştir. Tüm zayıflık ortaya çıkmıştır. Bu zayıflığı, çaresizliği, zafiyeti ve çürümüşlüğü önemli devrimci görevleri önümüze koymaktadır. Halkın öfkesini ve tepkisini örgütlemek, halkın çıkarına olmayan ve 100 yıldır acımasızca egemenlik kuran bu sisteme yöneltmek, tam ve kesin kurtuluşun Demokratik Halk Devriminde olduğu bilinciyle hareket etmek ve halkı bu çürümüş sisteme karşı savaşmaya yöneltmek komünistlerin öncelikli görevidir. Halkı acıya, çileye, katliama ve aşağılanmaya maruz bırakan bu sistemi yıkıp geçmek, devrim için yönlenmek, devrim bilinciyle donanmak ve bu görev dışındaki tüm seçenekleri reddetmek… İşte üstlenmemiz gereken sorumluluk budur. Ancak o durumda halkın yaşadığı acıya tam bir duyarlılık ve sorumluluk geliştirilebilir.