[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Yazıyı dinle “]
“Yüzüncü Yıl” kutlamalarını geride bıraktık. Kutlamalardaki garabeti cumhuriyetin karakterine dair yorumla açıklamak gerekir. Bu topraklarda yaşayan herkes aynı hikâye ile büyümüştür: “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesiydi, halka aitti.” Kulağa “hoş gelen” bu söz toplumsal yaşamda bambaşkaydı.
İMTİYAZLI SINIFLARIN CUMHURİYETİ
Mustafa Kemal “imtiyazsız ve sınıfsız bir toplum” kurduklarını iddia ederek daha başta emekçi sınıfları aldatma yolunu seçmişti. Herkesin eşitlendiğini iddia edip yeni düzene aitlik duygusu yaratmak istiyordu. İmtiyazsız-sınıfsız toplum! Hâkim sınıfların, sınıf mücadelesini değersizleştirme çabasının ürünüdür bu iddia. Oysa cumhuriyetin kime ait olduğunu, kimin çıkarlarını koruyup savunduğunu izlenen politikalara bakarak rahatlıkla anlayabiliriz.
İbrahim yoldaş, Kurtuluş Savaşı’na Türk komprador büyük burjuvazisi ile toprak ağaları sınıfının bir kesiminin önderlik ettiğini, orta burjuvazinin ise bu savaşa yedek güç olarak katıldığına dikkat çeker. Bu, Kemalistlerin kurulacak cumhuriyetinin, nizamın koruyucusu devletin karakterine ilişkin komünistlerin bakış açısıdır. Ayrıca Kemalistlerin daha savaş yıllarında emperyalistlerle kurduğu ilişkileri yerinde tespit ederek İbrahim sömürge yapının tasfiye edilip yarı sömürge yapının korunduğuna dikkat çekmişti. Bu, Kemalist hareketin bağımlılık ilişkisini sürdürmedeki kararlılığını ifade eder. Bu gerçek salt bugünün ya da Menderes döneminin değil tüm cumhuriyet döneminin genel özelliğidir. Bu emperyalistlerin yağmasına açık olmak, üretilen artık değerin esasının emperyalistlere akması demektir. Bu, bir avuç komprador burjuvazinin ve toprak ağasının palazlanması demektir. Bu, içeride amansız bir baskı demektir. Örgütlenme hakkı, ifade hakkı, grev hakkı gibi temel hakların yok sayılması sadece bugünün sorunu değildir. Cumhuriyeti ayakta tutan temel kolonlar bu hakların gasbı ile örülmüştür.
Cumhuriyet tarihi ülke halkının açlıkla terbiye edilmesinin tarihi olmuştur. Kim açlık, yoksulluk ve sefalet yalnızca AKP Türkiyesi’nin sorunudur diyebilir ki?
Cahit Sıtkı Tarancı 1946 yılında kaleme aldığı şiirinde “memleket isterim/ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun/ kış günü herkesin evi barkı olsun” diyerek aslında Mustafa Kemal’in iddia ettiği “imtiyazsız ve sınıfsız toplum” aldatmacasına -istemeden de olsa özlemini dile getirerek bir açıklık getirmiştir aslında. Çünkü ülkede açlık, yoksulluk, sefalet vardır; zengin, fakir diye imlediği sınıfsal farklar kimilerini kışın ayazında açlığa mahkûm edecek kadar yalındır.
Cumhuriyetin halka reva gördüğü bir şey varsa o da yoksulluk ve sefalettir. Birilerinin yoksulluğu ancak birilerinin zenginliğine güvence olabilir. Cumhuriyet de bu düsturu ilke edindiği için yoksulluğu emekçi sınıflara, zenginliği ise küçük bir azınlığa pay etmiştir/ etmektedir.
Cumhuriyet ayrıca amansız milli baskı demektir. Hâkim sınıfların tüm anlaşmazlıklarına rağmen ortaklaştıkları ve taviz dahi vermeye yanaşmadıkları temel konulardan biri budur. Bu konudaki kararlılıklarının en yalın ifadesi gerçekleştirdikleri katliamlar olmuştur. Kürt ulusuna ve azınlıklara dönük imha ve inkâr politikası cumhuriyetin mottosu olagelmiştir. Cumhuriyet bu politikaları geniş halk kitlelerinin benimsemesi için şovenizmi körüklemekten geri durmamış, başta Kürt ulusu olmak üzere azınlıkları düşmanlaştırma politikasını kararlılıkla sürdürmüştür.
Türk kimliğinin yanında Sünni/Hanefi inancı egemen anlayış olarak benimsenmiştir. Zorla asimilasyon politikası cumhuriyetin hem etnik kimliklere hem de diğer inançlara dönük düsturu olmuştur. Ortodoks anlayış dışındaki inançlar sadece yok sayılmamış, cumhuriyetin amansız katliam politikalarından Kürt ulusu ve azınlıklar payına düşeni almıştır.
Cumhuriyet yönetimi altında işçi sınıfının örgütlenme hakkı, grev hakkı yok sayılmış, işçi sınıfı hem sermayenin insafına hem de devletin zulmüne terk edilmiştir. Gündemden düşmeyen iş cinayetleri bugünün sorunu değildir. Üstüne devletin ceberut karakteri cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren işçi sınıfına yönelmekten çekinmemiş, greve çıkan işçiler katledilmiştir. Sermayenin kâr hırsı işçi yaşamına değer vermez, işçi sınıfı artı değer kazandırdığı müddetçe sermaye için değerlidir. Cumhuriyet de sermayenin bu eğilimini savunmaktan geri durmamıştır.
Sıklıkla Mustafa Kemal’den alıntılanan, ama padişahlık döneminden kalma bir söz olduğu da bilinen “Köylü milletin efendisidir.” sözü yoksul köylülük için ne ifade etmektedir? Kuşkusuz bu sorunun yanıtı basittir: Topraksızlık! Cumhuriyet çözülmemiş toprak sorununda tavrını toprak ağalarından yana koyarak geniş köylü kitlelerini bir avuç toprak ağasının despotik insafına terk etmiştir. Evet bir efendilik vardır. O da toprak ağalarının pozisyonudur. Yoksul köylü kitleleri kaderlerine terk edilerek Cumhuriyet Türkiyesi’nde hep yoksulluk, sefalet ve cehaletle anılmıştır.
Cumhuriyetin övünçlerinden biri de kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesidir. Kadınların özgürlüklerine kavuştukları anlatılır. Dahası onlara bu hakkı Mustafa Kemal hediye etmiştir. Nazım Hikmet “ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen/ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen …” diye kadınların toplumsal yaşamdaki konumunu tasvir ederken cumhuriyet döneminin kadınına da ayna tutuyordu. Cumhuriyetin üzerine kurulduğu toplumsal ilişkiler her gün kadının toplumsal yaşamdaki görünmezliğini, bağımlılığını, ataerkiyi üretmektedir. Kadına yönelik şiddetin, kadın cinayetlerinin bu kadar gündem olması, normal bir durum olmaktan çıkması cumhuriyete rağmen sürdürülen kadın mücadelesinin sonucudur. Yoksa kadına yönelik şiddet, cinayetler kadınların makus kaderi olmuştur.
Cumhuriyet, kutlamaların en “coşkulu” kesimi olan gençlik için kelimenin en yalın haliyle geleceksizlik ifade etmektedir. Cumhuriyet tarihi boyunca gençlik, hep “işe girip yaşamını sürdürme” kaygısı ile hareket etmiştir. Hayalleri de ufku da sınırlı onlarca kuşak yetiştirmiştir cumhuriyet. Çünkü bu cumhuriyetin gençlere vadettiği tek şey umutsuzluk, karamsarlık ve geleceksizliktir.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız tablo cumhuriyetin halk için ne anlama geldiğini dahası onun yaşamına nasıl dokunduğunu ifade etmektedir. Evet, tablo karanlıktır. Çünkü cumhuriyet halka ait değildir.
YÜZÜNCÜ KEZ DAYATILAN KUTLAMA
“Yüzüncü Yıl” kutlamaları “Türkiye Yüzyılı” masalı dönemine denk geldi. Ekonomik tablo coşkuyu harmanlamaktan uzaktı. İşçi sınıfı sömürü girdabında yaşamını sürdürme kaygısı güdüyor, köylüler aynı terane ile avutuluyor, Kürtler milli baskıyı tepeden tırnağa hissediyor, Tarancı’nın dizelerindeki özlem ortada duruyor, kadınlar Nazım’ın imlediği yerde; ama kendilerini var etme mücadelesi vererek. Kutlamalar bu tabloyu kucaklayan göğün altında oldu. Yüzyıllık düzenin halktaki karşılığı görkemli kutlamalar olmadı.
Kendisini cumhuriyetin esas sahibi gören birinci klik haliyle daha şaşaalı kutlamalar organize edilmesini istiyordu. Elindeki belediyelerin olanaklarını kullanarak kutlamaları halka mal etmeye, coşkuyu çocukları kullanarak yaratmaya çalıştılar. Cumhuriyete borçlu olunduğu algısı yaratılmak istendi; ama halk kelimenin gerçek anlamıyla borçla sürdürdüğü yaşam telaşında çok da istekli olmadı saklı borcunu ödemeye.
İktidar olanaklarını elinde bulunduran Cumhur İttifakı ise Batı’da sergilediği “isteksizliği” unutup Türkiye Kürdistanı’nda kutlamaları gövde gösterisine dönüştürdü. Devlet yine sahnedeydi. Batı’da esirgediği coşkuyu Kürt illerinde sergilemekten çekinmedi. Kuşkusuz bu tam da cumhuriyetin ruhuna uygundu.
Goethe “Önce eylem vardı.” diyerek binlerce yıllık bir yalana itiraz etmişti. İbrahim yoldaşın ifşa ettiği sınıfsal gerçeklik de 100 yıllık bir yalana sadece bir itirazı değil aynı zamanda o yalanın beslediği karanlığı parçalama iddiasını ve cüretini içermektedir. O cüreti kuşanıp ikinci yüzyılında cumhuriyet denen karanlığı parçalamaktan başka seçeneğimiz yoktur.