Sanat gerçek dünyada yaratılır ve asıl işlevi de gerçek dünyaya dairdir. Kuşkusuz bu söz beraberinde bir koşul ifade eder. Fakat bu “koşul”dan, sanatın dış dünyanın tamamının alımlanması anlamı çıkarılamaz. Bu mümkünatsızlık içinde sanatçı, faaliyetini dış dünyanın ancak belli öğeleriyle sınırlamak zorunda kalır ancak hangi öğeleri tercih edeceğiyle gerçekleşen bu mecburi sınırlandırılmışlık özgünlüğün de oluşma nedenlerinin başında gelir. Sanatçı bu özgünlüğüyle dış dünyaya ait gerçekliği sadece olduğu gibi eserinde yansıtmakla kalmaz, bakmanın biyolojik eyleminin ötesinde bilinçli anlama odaklanan görme eylemiyle, görünenin ötesine geçerek yaratımını gerçekleştirir.
Şimdi biz de biraz buraya odaklanmalı sözlerimizin anlamına dair birkaç şey söylemeliyiz. Demeliyiz ki gerçek dünyaya ait olduğunu ifade ettiğimiz sanatın maddi pratik oluşu onun gerçekliğinin ifadesidir zaten. Ve bununla beraber, maddi bir üretim oluşu, soyutlanmasına değil pratiğine dairdir. Bu noktada bir uyarının yeri vardır ki o da şudur: Sanatın bir maddi üretim olması onu başka maddi üretimlerle aynı yapmaz. Sanatın sanat olma şartları ve kuralları doğası gereği onu özgün yapar, bu özgünlüğü onu başka üretim biçimlerinden belirgince ayırır. Sanat eserinin kendi alımlayıcısını yaratma sürecinin de bir başka ifadesidir bu anlattıklarımız. Marks’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”da dediği gibi; “başka herhangi bir ürün gibi, sanat eseri (objesi) de sanatı anlayabilir (…) insanları yaratır. Üretim fert için yalnızca bir obje yaratmakla kalmaz, aynı zamanda obje için bir fert yaratır.” Bu çerçevede düşünüldüğünde sanat yaratıcısının maddi hayatla, üretim sürecinde girdiği ilişki hem sanat eseri hem de alımlayıcı açısından belirleyici olmaktadır.
Maddi hayatın arasız devingenliği kendisiyle beraber her şeyi değiştirip dönüştürür. Sanat da bu yapısını değişen koşullarına uyarlamak mecburiyetinde olduğundan, bir başka ifadeyle onu var eden varlık temelini kaybetmemek için yaşamla kuvvetli bağa sahip olmalıdır. Onu dış dünyanın maddi bir parçası yapan bu bağdır. Maddi üretim olarak sanatın bu bağını muhafaza etmesi, toplumsal sistem öğeleri değiştikçe; toplumun tüm katmanları bir “bütün” organizmanın parçaları misali dönüştükçe onların ve onlarla beraber doğan ihtiyaç ve beklentilerine cevap olabilmesi açısından hayatidir. Sanatın toplumsal bağının kuvveti onun işlevselliğini ne derece yerine getirebileceğinin de ölçüsü olur. Sanat, diğer bütün üretim ve pratikler gibi toplumsal yaşama bağlı olduğundan toplumda var olan tüm ideolojik-politik-ekonomik alanlar sanatın üretim alanlarını oluştururlar ve sanatın bunlarla mecburi bağını ifade etmeye gerek bile yoktur. Bu da sanatın, toplumsal bütünü oluşturan bu öğelerden farklı özerk bir üretim olduğunu yadsımaz bilakis, bahsettiğimiz bağlam içinde maddi bir üretim olduğunu ve özellikle de özgünlüğün ifadesidir. Bu durum her şeye rağmen genel ifadeyken tarihsel bütün toplumların gelişme hızı ve geldikleri aşama bir ve aynı olmayacağından her toplumun sanatı da aynı buradan kaynaklanır. Sanatsal kuram çeşitliliğinin kaynağı da aynı yerdir. Nihayetinde belirtmeliyiz ki en belirgin ortak özellik sınıfsal bağlamdadır.
Tespit buraya vardığında yapacağımız çıkarsama şu olacaktır ki: Sanat, toplumsal tarihin sınıfsal bakımdan bir yansımasıdır. Toplumsal tarih sürecinde, belli bir zaman diliminde, belli bir konuyu, onun bilgisini, belli bir sınıfın bakışıyla kitlelere iletme aracıdır sanat. Burada ortaya çıkan şey ise meselelerin ideolojik olduğudur. Bu sebeple de sanatın ilettiği şey toplumun tüm sınıf ve katmanlarına olamayıp belli bir sınıfa hitabendir, ileti o sınıfa dahil öznece yorumlanır. Dolayısıyla sınıfsal nitelik ve öznenin yorumunu belirttiğimizde kuşkusuz sanatın özsel özelliğini öne çıkarıyoruz demektir. Dolayısıyla sınıfsal nitelik ve öznenin yorumunu belirttiğimizde kuşkusuz sanatın özsel özelliğini öne çıkartıyoruz demektir. Karşılıklı koşul gereği yine sınıfsallığı belirtir; ona dairdir bu sözlerin anlamı.
Sözün özü, sanatın sınıfsal işlevi, sınıfsal niteliği, haliyle ideolojik bir mesele olduğu katiyen göz ardı edilemez.
Alımlayıcının bir sanat eserini beğeniyor olması, o sanat eserinde kendini ya da kendine dair güçlü yansımalar bulmasıdır da. Elbette sanat bir ideoloji değildir, bir sınıfı temsil niteliği onun ideoloji gibi ele alınmasını koşullamaz. O bir ideoloji değil ama ideolojiktir. Belli bir ideolojiyi yansıtır. Açıklığı bakımından bazı sanat eserlerinde daha belirgin olmasına rağmen bütün sanat eserlerinde onun belli bir dönem belli bir kültüre ait olduğu anlaşılabilir. Notalar, figürler, renkler, şekiller, nakışlar sözler vs. o sanatın hangi sınıfa ait ve dolayısıyla hangi ideolojinin o alanda yansısı olduğunu anlatır.
Sanatta ideoloji-dışı bakmak gerçek anlamda sanatsal bakış değildir. Bununla beraber ideolojik işlev onunla devrim yapılabileceği anlamına gelmez. Ama devrim yapacak kitlelere eylem kılavuzu olacak ideolojiyi eylemsel bakımdan bildirecek mücadelenin bir kısmı, bir devrimci öğe olarak; insanın ruhuna, bilincine girebilme yeteneğiyle muazzam etkin olabilir. Geleceğin yetkin ilerici kültürünü şimdiden görünür kılmak ve olgunlaştırmaya sınıfsal varlık koşuluyla imkan vardır.
Sanata yaklaşım dediğimiz şey belli bir dünya görüşü, bir başka ifadeyle bir sınıfın ideolojisinden, bir toplumbilimsel kuram penceresinden değerlendirmedir. Bu bakımdan Marksist kuramsal yaklaşımı da sınıfsal perspektif sunma mahiyeti sebebiyle özgün bir yaklaşım sunar. Meseleye böyle bakıldığında sanatta aranan belirgin özellik toplumun bir yansısı; sınıfsal bir anlatımla toplumun yansısı; sınıfsal bir anlatımla gerçekçi bir ürün olmasıdır. (Burada gerçekçiliğin altını çizmek lazım çünkü “yansıtma” kuram bakımından oldukça çetrefilli bir maziye sahiptir. Bu itibarla kavramların sınırlarına dikkat edip anlamı, yazının bütününden yararlanılarak çıkarılmalıdır. Gene de bir ön bildirimde bulunmak gerekirse tanımlamayı şu şekilde yapmak mümkün olur: Gerçeğin ona uygun ve bunu devrimci gelişimi içinde yaratımı, olarak anlamak gerek) sanat yapıtlarının değerlendirilmesinde toplumsal koşulların belli bir bölümünün gerçekçi ve de kendi başına olmayıp çevresel bağlarıyla yansıtıp yansıtmadığına bakılır. Böylece eserin kapsayabileceği ölçüde toplumun bazı özelliklerinin somut olarak anlaşılması hedefiyle genele sunulduğu, geniş kitlelerin de sanata özgü, özel bilgi edinme işlevi sayesinde ilgisini bu noktaya yoğunlaştırma imkanı bulduğunu görürüz. Toplumsal tarih bağlamında ileriyi yönseyen Marksist kuramsal yaklaşımın bu konu açısından da somut sınıfsal niteliğini aktif tutar neticede.
Bu bakışladır ki söz konusu yapıtta işlerliğini neye, hangi sınıfa ait olduğunu anlamak daha olanaklı olur. Bu halde, sanatçının yapıtta belirginleştirdiği eğilim yapıtın ve yapıtın öğreticisinin hangi sınıfa hitap ettiğini açık eder. Bu söylediklerimiz genel özellikken gene de bazı yapıtlarda insanlığın-toplumun farklı sınıflarının genel ortak özelliği duygulanım, coşkulanım vs. sebebiyle bunu yakalamak güçleşebilir. Buna rağmen bu gibi karşılaşmalar istisnai olabilir, çünkü, bu yapıtlarda dahi Marksist sınıfsal görüş işlerliğini yitirmeyip, insanlığın/o toplumun “ortak“ duygularının da aslında bu bakışla somut algılanışını ifade eder: Sınırlarının sınıfsal ölçütünü daha net çizer ve korur. Örneğin sevgi, aşk, ölüm, vb. gibi durumlar karşısında insanların sınıfsal özelliklerinin dışına taşan duygulanımların ortaklığını kabul ederken hangi koşullarda nasıl bir sevgi, aşk, ölüm, vb. sorusuyla örer bu sınırları. Bu soruyla sınıfsal, kültürel, insansal sınırları belirginleştirip sınıfsal çıkarı için ve bu bağlamla kavramların anlamlarını ifşa eder.
Burada dikkat edilecek husus “toplumsal tarih bağlam içinde“, “devrimci gelişimi içinde“ tanımlamalarıdır. Açık ki bu tanımlamalar bir yönsemeye işaret eder. İşaretin yönü “Toplumcu Gerçekçilik“e doğrudur, ona vurgu yapar. Bu bizim açımızdan içinde bulunduğumuz toplumsal şartlarda geçerli olan devrime de işaret iken sanatımızın da mahiyetini tanımlamaktadır. Salt “gerçekçilik”, yönsemesi olmayan, belli bir konuyu hedefsiz (yönsemesiz), ayna misali yaklaşımın yetersizliğinin de ifadesidir.
Böylece gayet mühim başka bir durumun da karşımıza çıktığını görüyoruz: Sanatçının dahil olduğu sınıfın özelliklerinin genel anlamda çelişkilerinin, isteklerinin yansıyış biçimiyle, sanatçının, bahsettiğimiz yönsemeyi verebilmesinin uyumluluğu ya da uyumsuzluğu, proleter sınıfa önderlik eden yapının ters olduğunu da verir. Dolayısıyla sanat eseriyle sınıfsal çelişmelerin bağı genel olarak bilinenden daha kalındır ve onun belirginliği sanatçının başarılarıyla doğru orantılıdır.
Özel bir bilgi biçimi olarak sanat sorunu, sanat kurumlarında mutlaka öne çıkan sorunların başında gelir ve mutlaka öyle olmasını istemeyenler dahi, bu sorunu ideolojik temele dayandırmadan tartışma yapamazlar. Zira sorunun kendisi ideoloji dışılığı kabul etmez. Burjuva bakışlılar sanatın kendi dışında bir amacı olmayacağını (kendinde sanat) savunarak Marksist bakışın sanata yaklaşımını reddederek ve sanatın eğitsel, öğretisel işlevini yadsıyarak ideoloji kavramını reddediyor görünerek esasen ideolojik saldırı gerçekleştiriyorlar.
Marksist doktrini rehber edinenler, sanatın somut ve eğitsel bir rol üstlenen üretim olduğuna kuşku duymazlar. Bu itibarla, hangi sanat olursa olsun onun asla toplumsal maddi temelden azade olamayacağını, bunun da kesin olarak bir toplumsal sınıfa denk geleceğini söylüyoruz: Bir sanat eseri ne kadar özgül, özel, -“biricik“- olursa olsun mutlaka bir sınıfın ideolojisini esas alır; onun bir parçasıdır. Eğer sanatın, bir bilgi verme, eğitme vs. işlevini kabul ediyorsak ve mutlaka bir sınıfsal ideolojiyi temel aldığını biliyorsak, o sanat yapıtı, bir sınıfın ideolojisinin bir parçası olmaktan çıkarılamaz. Zaten o sanat eserinin “ayrıcalıklı“ oluşuna neden de budur; onların özleri ve biçimleri de bizi bu sonuç dışında bir yere götürmezler.
Bizim, sanatın mutlaka maddi bir temele dayandığını ifade edişimiz elbette bir burjuva bakışsa sanatsal kavramları, -sanatın kendisi- ideolojiye indirgeyerek sanatın önemini ve özgüllüğünü göz ardı etmekle suçlayacaktır. Sınıfsal kural gereği olan ve olacak olan budur. Bazen sanata bakışımızın sınıfsal, ideolojik olduğunu kabul ediyoruz ancak sanatın ideoloji olduğunu kabul etmeyerek, burjuva savunucularının bizi bununla suçlamaları bir gerçeği de ifade eder ancak. Biz gerçeğe bağlıyız ve bu gerçeğin ifade edilişinden gocunmayız. Buna mukabil, sanatın önemini ve özgüllüğünü göz ardı ettiğimiz veyahut küçümsediğimiz suçlaması bir yanıltma olarak kitleleri manipüle etmeye yönelik olduğundan bir cevabı hak ediyor.
Güya sanatı göklere çıkarıyormuş gibi görünen “sanat sanat içindir“ diye yaygara koparan ve sanatın tamamen bireysel -özgül- özerk olduğunu savunan burjuva görüşlüler sanatta bireyselliği belirleyici olarak öne çıkararak onu esas temeli olan toplumdan, onun sınıfından ve bilgilendirici işlevinden yalıtık olduğunu savunarak sanatı biricik, saklı, gizli, ayrıcalıklı tüm bu nedenlerden dolayı da herkesçe anlaşılamaz, ulaşılamaz kılıfına sokuyorlar. Böylece onu halktan kopararak sadece akademik eğitim almışların, birkaç entelektüelin konusuna ve bir avuç “şanslı“nın zevkine malzeme yapıyorlar.
Bu durumda Marksizm’in sanat görüşüne hakim olmayan buna mukabil kendi toplumsal kültürü içinde yetişmiş her aklı başında birey sanatın “boş-bakış“ ve bu derece yabancı olduğunu kabullenmez. Gündelik yaşamı içinde tepkisi yabancılaşmaya, inkara, ondan koparılanlara farklı; bazen kişisel bezen grupsal olarak görülebilir.
Sanatsal üretim sürecinde bireysel bir yan olduğunu kabul etmemize rağmen tamamen böyle olmadığını söylemeliyiz. Sanatsal üretimin mutlaka belli bir sınıfa dayanmak ve ideolojik kaynağına mecbur olması sanatçının bireyselliğine de sınıfsal anlam kazandırır. Bu sınıfsal bir bireysellik (ben) haline getirir. Sınıfsal bir bağın olmaması düşünülemez hatta böyle bir cümle dahi kurulamazdı. Sanatçı hangi karakteristik bütünün parçası ise, onun kendini her ifade edişi esasen bütünün o parçada dile gelişidir. Bütün kendini o parçada ifade eder. Parçanın özellikleri bütünün özelliğidir. Sanatçının her ürünü de onu mutlaka belli bir sınıfın özelliğiyle karakterize eder. Öte yandan sanat ürününün bu özelliği bizi öyle ya da böyle belli bir bilgiyi içerdiği gerçeğine götürür.
Sanat yapıtının biçimsel öğeleri o bilgiye ulaşmanın köprüsüyken bu öğelerin kuruluş özellikleri nasıl bir biçemi seçtiğini gösterir; onun sınıfsal tavrını da buradan anlarız: Sanatçı biçimsel özellikleri yalın, anlaşılır tutmuşsa -bu ürünün yüzeysel olduğu anlamına gelmeyebilir- içeriğe ulaşmak kolaydır. Fakat salt biçimsel önem gözetilerek üretilmişse o kadar kolay değil hatta imkansız dahi olabilir. Bu esasen burjuva sanatçı tavrıdır ve bu tip eser üzerinde farklı akademik eğitim almış eleştirmenlerden farklı anlamlar çıkarabilmektedirler. Bu hiç de az karşılaşılmayan bir “trajedi”dir. Dikkat edilirse burada şöyle bir tezatlık da göze çarpıyor: Aynı eserden birden fazla kişi farklı “anlamlar” çıkartıyor olduğunda dahi sanatın bilgi biçimlerinden biri olduğu savını kanıtlar; salt biçime yönelmenin kitlelerden nasıl bir kopuş olduğunu da ispat etmiş oluyor. Toplumsal Gerçekçilik ideolojik yaklaşımı sanatın sınıfsallığının kaçınılmazlığını açık ederken geçeği yansıtmanın ve geleceğe yönelmenin bunun da belli bir sınıfsal mücadeleyle olacağının savunusunu yapar. Bu temel bir sorundur.
“Her nesne insan çabasının ürünü olan her şey (taşıdığı temelden farklı olarak) ona bakıldığında, işitildiği ya da ellendiği zaman belli bir tepki uyarır. Bu tepki, hoşlanımdan hoşlanmayışa kadar değişir ve tabloları ele alırsak, bu tepki, estetik ideolojisiyle yapıtın görsel ideolojisi arasındaki ilişkiye uygun olarak değişir…”, “… Hoşlanmayı ya da hoşlanmamayı ele alırsak bu daima, izleyicinin her yapıtın görsel ideolojisi içinde kendini algılaması ya da algılamamasıyla ilgili olan bir şeydir. Ne var ki, bizim bunun daha ilerisine gitmemiz gerekiyor. Bir tabloyu seyrederken izleyicinin duyduğu hoşlanma ve o izleyicin estetik ideolojisiyle resmin görsel ideolojisinin birbirine uygunluğunu tümüyle aynı şeydir.” (Nicolas Hadjinicalaou-Sanat Tarihi ve Sınıf Mücadelesi, Kaynak yay.)
Sınıflı toplumlarda, toplumun tamamını kapsayan, homojen bir estetik ideolojiden bahsedilemeyeceğinden, bir sanat eserine belli bir değer vermek ya da vermemek durumu bir sınıfsallık içerir. Bir sanat ürününün alımlayıcısı tarafından değerli bulunması -alımlayıcının bir sanat ürününde kendine dair bir şeyleri bulması- belki de kendini bulmasıyla, yani aynı sınıfsal özellikleri içeriyor olmasındandır. Özcesi şudur: Sanat yapıtı hangi sınıfa hitap ediyorsa asıl beğeni o sınıf öğelerince gösterilir.
Bu itibarladır ki Mao şunları ifade ediyor; “soyut ve kesinkes değişmez bir siyasal ölçüt olduğunu reddetmekle kalmıyor, aynı zamanda soyut ve kesinkes bir sınıfsal ölçüt olduğunu da reddediyoruz. Her sınıflı toplumda her sınıfın kendi siyasal ve sanatsal ölçütleri vardır.”
Gelinen aşamada biz kesinkes şunları söylüyoruz Lukacks’ın “estetik etkinin özgüllüğü” ya da güzelliğin her birey tarafından -yalıtık anlamda- özsel olarak algılandığına ya da Hegel’in güzellik ideası ya da sanatta Marksizm’i değerlendirme dışı bırakan Troçkist görüşler, bizim Marksist estetik görüşümüz açısından geçersizdir. Salt güzellik sorgulaması yerine ideolojik estetik savunusunu benimsiyoruz. Bunun sanatçı-sanat-maddi toplumsal koşullar arasındaki somut bağın sorgusuyla mümkün olacağını söylüyoruz.