Türkiye’de halk kitleleri neredeyse tamamen örgütsüz durumdadır. Kitle örgütlerinin önemli oranda zayıfladığı, politik tavırdan ve amaçlardan uzaklaştırıldığı uzunca bir sürecin sonunda örgütsüzlük temel bir sorun olarak hak mücadelelerinin önündeki en büyük engeldir. Bu engelin kendini güçlü bir şekilde hissettirdiği genel kabul gören bir durumdur. Bu örgütsüzlük hiç kuşkusuz kitleler için geçerlidir. Egemenlerin bunun tam aksine örgütlü oldukları, çeşitli odaklar etrafında birleştikleri, devleti yönettikleri, kendi çıkarlarını rahat bir şekilde gerçekleştirdikleri açıktır. Egemenler için olanaklı ve başarılı olduğu yerde örgütlenmenin kitleler için neredeyse olanaksız ve başarısız oluşunu nasıl açıklamak gerekir? Bu koşulların oluşmasına hak ve çıkar ilişkisi üzerinden bakmak sürece dair kavrayışımızı derinleştirebilir. Kitlelerin örgütlenmekten, her türlü örgütlü hareketten çekindikleri gerçekliğini nasıl anlamalı, yorumlamalı ve çözümlemeliyiz? Bunun çok uzun bir zamandır gündemimizde olduğunu, bizi meşgul ettiğini biliyoruz ve soruna yeniden dikkat çekmekle çözüm yolunda ciddi bir adım atmamış olacağımızın da farkındayız. Bununla birlikte bu soruna kafa yormadığımız, çözüm için çalışmadığımız her durumda “örgütsüzlüğün” boğucu ve kasvetli havasından çıkamayacağımız, görece örgütlü olmanın da faydasızlığına kanaat getirip “kendi dar dünyalarımıza” çekileceğimiz de kesindir. Yıllardır en yakınımızda dahi tanık olduğumuz bu somut “çekilme” halinin temelinde “kitlelerin örgütsüzlüğü” vardır.
Bireyin Tercihi Belirlenmiş Sınıf Tavrıdır
Bugün kitlelerin belediye yöneticilerini, dolayısıyla da belediye politikalarını belirleyecekleri iddiasıyla yeni bir “seçim oyunu” oynanmaktadır. Oysa örgütsüzlüğün olduğu yerde seçim “bireyin tercihi” olmakla sınırlı kalır ve istisnai tavırlar hariç birey hemen her koşulda dayatılanı seçer. Seçme eyleminin “bireyin tercihi”ne sıkıştığı koşullarda birey çaresizce olana boyun eğer. Bu gerçekliği dikkate almamak, “birey tercihlerine sıkışmış seçimler”den nitelikli sonuçlar beklemek başlı başına yanılgıdır. “Halkın örgütsüzlüğü” sonucu belirleyen bir özelliktir, böyle bir halk dayatılanı seçecektir. Dayatılanların çoklu olması ve bir ihtimal belirleyici öğenin (hâkim kliğin/hegemon gücün) tercihinin seçilmemesi bu kuralı bozmaz. Nihayetinde halkın çıkarlarıyla uyumlu bir seçenek tercih edilemez. Çünkü böyle bir tercih örgütlenmemiştir. Halk kitlelerinin örgütsüzlüğe sürüklenmesinin, örgütlenmenin halk kitleleri için bir suç gibi kavranmasının temelinde egemenlerin “dayattığını kabul ettirmek” politikası vardır. Rıza yaratmak dediğimiz şey de budur: Kitleler birilerini seçmiş olurlar ve “seçtikleri tarafından yönetilirler”!
Örgütsüz halk gerçekliğinin bize anlattığı şey egemenlerin başarılı yönetimidir. O halde örgütsüzlük halkın yönetimden memnun olduğuna mı işaret eder? Elbette hayır. Örgütsüzlük halkın tercihi olmaktan çok dayatmadır. Bu sebeplerini iki ana başlık altında toplamak mümkün: Subjektif yaklaşımları nedeniyle öncülerin doğru politikalar belirleyememeleri ve egemenlerin örgütsüzleştirme saldırıları.
Halk kitlelerinin örgütlenmesi için yığınla neden vardır ve bu nedenler halk örgütlenmelerinin biçimlerinin zenginliğini de açıklar. Devrim için örgütlenmek bu biçimlerden en ilerisi ve en güçlüsüdür. Bunun başarılı olmasının koşulu devrimin proletaryanın çıkarları etrafında gerçekleşmesidir. Çünkü çağımız devrimlerinin temel karakteri proleter olmalarıdır. Burjuvaziye karşı proletaryanın çıkarlarını temel almayan “devrim örgütleri”nin ufku nihayet burjuvazinin ufkuyla sınırlıdır. Bu sınırlı ufuk devrim için yetersizdir, bir noktadan sonra egemenlerle “uzlaşma” eğilimi galip gelir ve “devrimden vazgeçilir.”
Devrimi gerçekleştirmek üzere örgütlenmek halkın bir eğilimi olabilir ama tutarlı bir hareketi olamaz. Buradaki belirleyici kavram Lenin’in sözünü ettiği devrimci teoridir. “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” sözü bu noktaya dikkat çeker. Bu, “Her devrimci pratik için o pratiğin devrimci teorisi ön şarttır.” anlamına gelmez. Kendiliğinden hareket içinde devrim eğilimi elbette vardır. Bu nedenle devrimin kitlelerin nesnel bir gereksinimi olduğunu, devrimci eylemin bir dayatma değil kitlelerin genel hareketine uyumlu bir pratik olduğunu savunuruz.
Bu hemen her somut kitle olgusunda gösterilmeli ve açıklanmalıdır. Devrim kitlelerin en temel gereksinimlerinin karşılanmasını içerir, dolayısıyla kitlelerin kendiliğinden hareketi içinde somutlaşan her talep devrim için bir çağrı niteliğindedir. Somut taleplerin bu özelliğini keşfetmek ve açıklamak devrimci teorinin varlığını ve inşasını getirir. Bunun için bilimsel bir düşünme tarzı ve sentezleme yeteneği gerekir. Devrim teorisinin kendiliğinden gelişmeyeceği iddiası bu özelliklerin bir kitle pratiğinde bulunmamasına dayanır.
Bununla birlikte, kitlelerin kendiliğinden hareketinde devrimci teorinin unsurları vardır. Bu teori ancak kitlelerin pratiğinden hareketle ortaya konabilir. Şöyle de denebilir: Kitlelerin kendinde mevcut olan devrim teorisinin keşfi ve açığa çıkarılıp aydınlatılması bilimsel bir yaklaşıma sahip özneleri gerektirir. Devrimci önderlerin ya da devrime önderlik edenlerin yaptığı ve bundan sonra da yapacakları şey kitlelerde var olanı inceleyerek onlardan almak ve aydınlatıp yeniden onlara taşımaktır…
Hak Çıkardan Doğar
Bu ilişkinin anlaşılması ve ayrıca bazı temel kavramlar hakkında zihnimizin açılması bakımından haklar ve çıkarlar kavramları üzerinden bir tartışma yapacağız. Haklar ve çıkarlar kavramları bu seçim sürecinde de sıklıkla karşılaştığımız kavramlardır. Hemen her alanda kitlelerin hakları “insan hakları” ya da “doğal haklar” olarak değerlendirilmekte, iktidar ve muhalefet diye ayrılsalar da düzen partileri tarafından propaganda-ajitasyon malzemesi olarak kullanılmaktadır. Bu yaygın bir kabuldür ve kuşkusuz cezbedicidir. Ne var ki bir şeyin “hak” haline gelmesi uygun koşulları ve mücadele gerektirmiştir, hiçbir hak kendiliğinden ve başlangıçtan itibaren var olmamıştır. Dine dayalı toplumlarda “haklar” bahşedilmiştir. Çünkü her şey Tanrı kaynaklıdır, onun tarafından tanımlanmış ve sunulmuştur. Hak da bu inanışa göre tanımlanır ve insan iradesinden ve eyleminden bağımsız kabul edilir.
Dine dayalı toplumlardan kopulup modern toplumlara gelindiğinde haklar büyük mücadelelerin, özellikle de devrimlerin sonuçları olarak kabul gördüler. İnsan iradesini merkeze alan, dini otoriteleri sarsan ve gücünü “Tanrı”dan alan yöneticileri reddeden burjuva devrimleriyle hak kavramı da “insanın ürünü” olarak yorumlanmaya başladı. Bu, büyük bir ilerlemeydi. Elbette bunun da bir sınırı vardı. Bu sınır bugün mücadelenin önündeki engeldir ya da bugünkü mücadele bu sınırı aşmak içindir. Bu sınırın ne olduğunu ve niteliğini anlamak için hak ile çıkar kavramlarının ilişkisini açıklamak gerekiyor.
Burjuva devrimleri insan merkezli hak bilincini geliştirdi. Bunu yapmakla halk kitlelerinin çıkarları ve sınıflar arasındaki mücadelenin konusu olan özgürlük sorunları görünmez kılındı. Bir önceki, din merkezli toplumsal düzenlerde Tanrı tarafından bahşedilmiş haklar bu kez “doğuştan gelen” haklar, bu anlamda gene sınırlı ya da tamamlanmış haklar olarak anlaşılmaya-yorumlanmaya başladı. Burjuva devrimlerini gerçekleştirmiş ülkelerde sağlanan kazanımlar tüm diğer ülkeler için “hedef” haline geldi ve “haklar” evrensel haklar olarak tanımlanır oldu. Bu tanımın bir ölçüde gerçekçi olduğunu söyleyebiliriz. Tüm diğer ülke halkları için söz konusu kazanımlar erişilmesi gereken haklardı ve “evrensel haklar” kavramı da bunu meşrulaştıran bir kavramdı. Ne var ki bu, konunun sadece bir yönüydü. Diğer yön bu hakların burjuva düzenin işlemesine, burjuvazinin çıkarlarının gerçekleşmesine ve korunmasına dayanmasıdır. “Evrensel haklar” kavramı proletaryanın çıkarları, proleter düzenin/sosyalizmin işleyişi bir gerçeklik olarak gündemleştiğinde gerici bir kavrama dönüştü. Halihazırda “insan hakları” ya da “evrensel haklar” proletaryanın çıkarları bakımından burjuvazinin çıkarlarını temsil eden gerici haklardır ve aşılacaktır. Proletarya devrimleri bu hakların kazanılmasını değil, bu hakların ötesine geçilmesini, halkların özgürleşmesini içeren hakların gerçekleşmesini sağlayacaktır.
Mücadele Hakları Geliştirdi
Hak kavramının tarihsel gelişimi göz önüne alındığında başından beri belli, insan gelişiminden ayrı olarak var olmuş bir şeyden söz etmediğimiz anlaşılacaktır. Örneğin “evrensel haklar” seviyesine burjuva devrimlerinde ulaşılabildi. Bu haklar burjuvazinin egemenliğini güvenceye alan hukuksal sistemin inşası içinde oluştu ve kabul gördü. Bireysel özgürlüğü temel alan bu haklar kölecilikten ve feodal düzenden kopuşu sağlayan düzenlemeleri içerir. “Birey” burjuva düzene “tabi” birey olarak özgürdür.
Dışarıdan bakıldığında bu haklar “özgür birey” için tasarlanmış, düşünülmüş görünür. Bu o derecede güçlü bir görünümdür ki anlatımlarda bu, insanın birey olarak özgürlüğü ezelden başlayıp ebedi devam edecek bir özgürlük gibi anlaşılır. Bu haklar şöyle sıralanabilir:
Yaşama ve özgürlük hakkı, Kölelik yasağı, İşkence yasağı, Kişi olarak tanınma hakkı, Hukuk yoluna başvurma hakkı, Keyfi tutma yasağı, Adil yargılanma hakkı, Mahremiyet hakkı, Seyahat hakkı, Sığınma hakkı, Vatandaşlık hakkı, Evlenme ve ailenin korunması hakkı, Mülkiyet hakkı, Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü, İfade özgürlüğü, Toplanma ve örgütlenme hakkı.
Burjuva devrimlerinden çok sonra, özellikle sosyalizm yönündeki ilerlemeler de dahil olmak üzere gelişen işçi mücadelelerinin sonucunda ve ekonomik krizlerde sermayeye karşı devletin artan sorumluluklarının bir sonucu olan bir dizi “insan hakkı” daha gelişti: Sosyal güvenlik hakkı, Çalışma, Adil gelir ve sendika kurma hakkı, Dinlenme hakkı, Eğitim hakkı, Kültürel yaşama katılma hakkı, Sağlık, beslenme ve konut hakkı ve Grev ve toplu sözleşme hakkı. İnsan haklarındaki gelişim en son Dayanışma hakkı, Barış hakkı, Çevre hakkı ve Herkesin insanlığın ortak mal varlığından yararlanma hakkına kadar vardı. Son kuşak hakların ulusal kurtuluş savaşlarını da içeren büyük dünya savaşlarıyla ilgili olduğunu hatırlatmamız gerekir.
Sıraladığımız bu haklardan da anlaşılacağı gibi sürekli olarak gelişen, insanlığın üretim biçimi ve üretim ilişkileriyle bağıntılı bir özgürleşme söz konusudur. Bunlar ne ezeli ne de ebedidir. Bütün bunlar ilgili dönemdeki insan toplumlarının egemen çıkarlarının karşılığıdır. Hakların özde ne içerdiğini çözmek için toplumsal düzenin kimlerin çıkarını gerçekleştirdiğine bakmak gerekir. Bu bize hak kavramının çıkar kavramıyla dolu olduğunu gösterecektir.
Dolayısıyla işçi ve emekçi haklarından da söz edilse bunların nihai olarak hangi toplumsal düzende gerçekleştiğine bakmak gerekecektir. İşçi ve emekçi için yararlı görülen bu hakların da eğer burjuva bir toplum düzeninde yaşıyorsak nihai olarak bu toplumsal düzenin devamlılığına hizmet ettiğini düşünmek genellikle yanlış olmayacaktır.
İktidar Mücadelesi Temel Haktır
Bir toplumsal düzenin devamlılığı bakımından o toplumsal düzenin hemen bütün kesimlerine belli roller, görevler ve sorumluluklar düşer. Her kesimin varlığından ileri gelen ihtiyaçları ve talepleri olacaktır. Bunlar onların “çıkarları”nı da temsil eder. Haklar da bu ihtiyaçlardan, taleplerden hareketle belirir. Toplumsal düzen hem egemen sınıfın ideologları, teorisyenleri aracılığıyla hem de sınıflar arasındaki çatışmanın kendiliğinden sonuçları olarak gene düzen sınırları içinde beliren ihtiyaçların ve taleplerin karşılanması için “genel haklar” ve “özel haklar” inşa edilir. Bunlar bir kere oluştuktan ve yerleştikten sonra toplumsal düzenden sökülüp atılmaları hiç kolay değildir. Bu ezeli, ebedi bir içerikten kaynaklanmaz. Yukarıda böyle bir “öz gücün” olmadığını, ezeli ve ebedi insan haklarının hiçbir zaman gerçekleşmediğini açıklarken değindiğimiz “bireysel zemin” aslında her zaman için toplumsal düzendir. İnsan hakları da belli bir toplumsal düzenden beslenir. İçinde olduğumuz kapitalist dünya düzeni kapsamında oluşan ve savunulan her türden hak, buna özel işçi ve emekçi hakları da dahildir, sonuç olarak bu düzenin işlemesi içindir, bundan ötürü de burjuvazinin çıkarları doğrultusunda şekillenmiştir. Burjuvazinin çıkarlarını sağlamayan, gerçekleştirmeyen haklar bu düzen içinde esas olarak gerçekleşemez.
Bunu “Bütün haklar burjuvazinin icadıdır.” basitliğinde söylemiyoruz elbette. Söylediğimiz şudur: Bütün haklar burjuvazinin çıkarlarını gerçekleştirecek koşulların sağlanmasına hizmet etmek üzere biçimlenir. Bunlardan biri çalışmaya uygun işçilerdir örneğin. Çalışmaya uygun işçilerin gerekliliği onların barınma, beslenme, çalışma, aile kurma, vatandaş olma, seçme ve seçilme, ulaşım, adil yargılanma vb. haklara sahip olmalarının da koşuludur. İşçiler bu haklar için mücadele etmişlerdir. Kadınların oy hakkı için mücadeleleri buna iyi bir örnektir. Buna karşın haklar “sağlıklı” bir burjuva toplumsal düzenin oluşmasına hizmet etmiştir. Bu elbette bir ilerlemedir, üstelik hemen her bir hak kesin olarak insanın özgürleşmesi, iradesini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi bakımından ilerlemedir. Aksi söylem, yani kapitalist toplum düzeninin temel öğesi olan özel mülkiyetçilik ve kâr güdüsünden hareketle “anti insan ya da doğal olmayan toplum düzeni” iddialarına savrulmaya içerir. Oysa bu iddiaların kendisi dahi söz konusu ilerlemenin ürünleri olarak değerlendirilebilir. Sosyalizm ve komünizmin toplumsal üretimin en ileri safhalarında ortaya çıkan bilinç seviyelerini temsil etmesi de aynı şeye işaret eder. Kapitalizmin bize devasa büyüklükte toplumsal sorunlar yüklediği, milyonlarca yıllık birikimlerin bir saniyede yok olmasını sağlayacak yıkım gücüne sahip olduğu bir gerçekliktir; ama aynı zamanda bu büyük güçtür bizi sosyalizm ve komünizm yolunda muzaffer kılacak olan… Bu gücün sadece araçlar bakımından değil, düşünce ve bilgi bakımından da değerlendirilmesi gerekir. Tek başına araç boş bir şeydir…
Haklar ve çıkar ilişkisi üzerinde ciddiyetle durmak nereye doğru ilerlediğimiz hakkında bizi aydınlatır. Haklarımızın içinde olduğumuz toplumsal düzenin işlemesinin araçları olduğunu bildiğimizde ve bu hakların “kendi çıkarlarımız” doğrultusunda daha da gelişmesine çaba harcadığımızda karşılaşacağımız şeyin toplumsal düzenin şiddet araçları olduğunu fark ettiğimizde söz konusu ilişkinin devrimci dinamiğini görürüz. Bu sebeple haklarımız konusunda bilinçlenmek, haklarımızı ayrıntılandırmak, haklarımızın sınırlandırıldığı, gasbedildiği koşullarda bunun nedenlerini anlamak ve bunlara karşı koymayı görev edinmek bizi her seferinde söz konusu ilişkinin devrimci dinamiğine götürür. Bu haklar en nihayetinde çıkarlarımızın düzenle uyumsuz noktalarına dayandığında kaybolmaya yüz tutar. Bize bu noktada düşen görev haklarımızın kaybolmaya yüz tuttuğu yerlerde onları yeniden tanımlamak olur. Bunun için normumuz işçi sınıfının çıkarlarıdır. İşçi sınıfının çıkarları toplumsal gelişmenin sürmesi bakımından yegâne/biricik devrimci çıkarlardır. “Sınıf çıkarları” kavramının çağrıştırdığı darlık işçi sınıfının çıkarları söz konusu olduğunda doğru olmaktan çıkar. Çünkü kendini kurtarmakla insanlığı kurtaracak sınıftır işçi sınıfı, sömürülen son sınıf olarak sömürüye son vermek üzere iktidarı ele geçirdiğinde kendini sömürenin de varlığına saldırmış olur işçi sınıfı. Bu, onun “sınıf çıkarları”nın geleceği bakımından insanlığın da çıkarlarını temsil ettiğine işaret eder. Bugün için gene “insanlık” içinde yer alan burjuvazinin çıkarlarına karşı olmak “tüm insanlığın” çıkarlarını temsil etmemesi onun sınıfsız insan toplumlarının çıkarlarını temsil etmediğine yorumlanamaz. Bu noktada burjuvazinin çıkarlarının sömürüden kurtulmuş insanlığın çıkarlarıyla çelişkili olduğu gerçeğine dikkat çekmemiz yeterlidir…
İnsanın haklarının ve sınıf çıkarlarının ilişkili kavramlar olduğunu kavramak sınıf çıkarları uğruna mücadelenin haklar temelli mücadele ile ne derecede veya nerelerde bağdaştığını; ama nerede ayrıştığını anlamak bakımından belirleyicidir dedik. Bunu somutlaştırmak bakımından, hazır belediye seçimleri gündemdeyken belediyecilik hizmetlerini örnek vermek yerinde olacaktır.
Bilindiği üzere son dönemde devrimci, demokratik mücadele içinde, özellikle de yurtsever Kürt hareketinin önemli kazanımları ile birlikte belediyecilik çok önemli bir yer edinmiş durumda. Kitle desteği ya da kitle katılımı bakımından bu kesimin gerçekleştirdiği belediyecilik günümüzde pek rağbet görmese de sözünü ettiğimiz kesimlerin değerlendirmelerinde belediyecilik önemli bir yerde durmaktadır. Belediyecilik yoluyla kimi hakların kitlelerin çıkarları doğrultusunda gerçekleşebileceği iddiası bu yaklaşımın temelini oluşturmaktadır. Yukarıda kabaca değindiğimiz işçi ve emekçi haklarının belediye aracılığıyla gerçekleştirilebileceği açıktır. Barınma, ulaşım, su-elektrik, bir ölçüde çalışma koşulları, çevre sağlığı, kültür hizmetleri gibi birçok alanda kitlelere, hakları doğrultusunda tam da onların çıkarlarına uygun hizmetlerin götürülmesi belediye aracılığıyla elbette mümkündür. Kitlelerin desteğiyle kazanılan belediyelerde kitlelerin çıkarlarına uygun adımlar atmak elbette mümkündür. Ancak bu gerçekleşme mevcut düzenin sürmesine hizmet edecektir. Belediyelerin bu düzenin işleyen parçaları olduğunu unutmak, ihmal etmek hakların sınıf çıkarlarıyla açıklanabileceği gerçeğini unutmak, ihmal etmektir. Sınıfsal çıkarlara burun kıvırarak hak savunuculuğu yapmak nasıl ki “ezelden ebede hak”tan bahsetmekse; mücadeleyi, toplumsal koşulları ve ilerlemeyi, kitlelerin yaratıcı gücünü yok saymaksa sözünü ettiğimiz içerikteki belediyecilik de nihai anlamda sınıf düşmanlığına denk düşer. Çürümüş toplumsal düzene onunla uyuşmaz sınıf çıkarları açısından bakmayanların büyük handikabıdır bu. Yerel seçimlerde karşımıza çıkan bu belediyecilik anlayışıyla aramıza koyduğumuz mesafenin derinliğini anlamak bakımından bu nokta önemlidir.
İktidar mücadelesini içermeyen her türlü hak mücadelesi nihayetinde egemen olana hizmet etmeye varır. Halklar için iktidar mücadelesi bu nedenle yasaklıdır, terörizm denerek yıldırma yoluyla bastırılmaya çalışılır. Oysa iktidar için mücadele en temel, en meşru haktır.