İran’daki egemen güçlerin gerçek düşmanları üzerine bir yorum yapmak için öncelikle bu güçlerin geçmişine bakacağız. İran devletini biçimlendiren ve işlevlendiren bu güçlerin niteliği ve ilişkileri onun düşmanları hakkında da bize en yakın bilgileri verecektir.
Bu yaklaşımla İran’da İslam Devrimiyle inşa edilen devlet ile Rıza Han ve Muhammed Rıza öncülüğündeki Pehlevi İran devleti üzerinde kısaca da olsa durmak yararlı olacaktır. Bu iki ayrı devleti birbirinden, bıçakla keser gibi ayırmak, temelde farklı göstermek özellikle Batı yanlısı liberallerin bütün benzer ülkeler için uyguladıkları “klasik” bir yöntemdir. Oysa bu iki devlet arasında, farklar kadar devamlılık da söz konusudur. Konu edeceğimiz devamlılık İran’daki toplumsal ilişkilerin çağ dışı özelliklerine dayanır ve iki devletin de öncüleri, inşacıları, rehberleri bu çağ dışı toplumsal ilişkileri kendi iktidarlarının hem dayanağı hem de güvencesi olarak görmüşlerdir. Sadece onlar değil elbette bir dönemin dostu öteki dönemin düşmanı emperyalistler de dahil olmak üzere tüm uluslararası egemen gerici güçler sözünü edeceğimiz toplumsal ilişkileri hem dayanak hem de güvence kabul etmektedirler.
Bir önceki sayıda konu ettiğimiz bölgesel dengelerin de dayanağı bu toplumsal ilişkilerdir. Bu ilişkiler sadece İran’da değil bütün Orta Doğu’da esasen egemendir ve korunmaktadır. Net bir biçimde diyebiliriz ki gerçekten ve tam bir devrimci tavır nihayet bu toplumsal ilişkilere karşı tavırda somutlaşmaktadır ve bundan sonra da bu tavırda somutlaşacaktır.
Modernizm Kisvesinde Aşırı Gericilik
Bugün İran’da devam etmekte olan otoriter rejim İslam’ı referans aldığını ileri süren tamamen gerici bir rejimdir. Onun gericiliğini kabul eden liberaller bunu ondan önceki Pehlevi rejimi ile kıyaslayarak dile getirmektedir. Böylece Pehlevi Hanedanlığına dayanan gene gerici rejim olumlanmakta, ilerici kabul edilmektedir.
Peki nedir bu Pehlevi Hanedanlığını ilerici yapan ya da ilerici gibi gösteren? Üstelik ilerici olmasına rağmen nasıl olur da gerçek bir halk hareketi sayesinde devrilip tarihe karışmıştır, nedense kitlelerin aşırı nefretini toplamış “daha da gerici” bir iktidara sebebiyet vermiştir?
Öncelikle söz konusu Pehlevi Hanedanlığının ilerici diye yorumlanan ve sunulan gerçekliği onu emperyalizmle tam iş birliğine dayanan “modernizmine” dayanıyordu. Söz konusu modernizm ülkedeki toplumsal ilişkilerin gelişimine değil, dışarıdan dayatılan ya da dışarıya öykünmeyle vücut bulan, “taklitle” sınırlı bir modernizmdir. Oysa bu modernizm, kaynağı olan kapitalist ülkelerde eski çağa ait gericiliğin, feodal güçlerin ve bunlara ait değerlerin burjuvazi tarafından, iktidar uğruna ve ekonomik çıkarların gerçekleşmesini sağlamak üzere tasfiyesi olarak gerçekleşmişti. Çok güçlü bir tabana dayanan ve tamamen devrimci bir hareketin, sınıf mücadelesinin ürünü olan bu modernizm üretici güçlerin önünü açmış, üretimi toplumsallaştırmış, halk iradesinin gelişmesini ve gerçekleşmesini sağlamış olarak maddi bir gerçekliğe ve yeni bir topluma aitti. İran gibi ülkelerde ise aynı modernizm emperyalizmin bir dayatmasından ve tabii ki emperyalizme yaslanarak iktidar olmayı benimsemiş iş birlikçilerin öykünmesinden ibarettir. Bu modernizm eski çağın egemen sınıflarına hizmet etmektedir. Bunu en bariz biçimde söz konusu sınıfların çıkarlarına neredeyse hiçbir şekilde zarar verilmemiş olmasından görebiliriz. Ne toprak devrimi için küçük de olsa bir adım atılmıştır ne de tam bağımsızlık yolunda. Toprak mülkiyeti eski çağdan kalma sınıfların egemenliklerinin sürmesi anlamına geliyordu ve politik bağımlılık da zayıf olan bu aynı güçlerin emperyalizmin himayesinde korunmaları anlamına geliyordu. Bunun dışındaki hemen her şey tabansız, köksüz ve geleceksizdi. Örneğin cumhuriyete ve parlamenter sisteme geçiş, seçme ve seçilme hakkı, modern eğitim, kılık kıyafette reform vs. Bu gibi hamleleri İran’da görüyoruz. İran’da Rıza Şah Pehlevi cumhuriyet ilan etmek gerektiğini savunuyordu, bunu başaramamasının nedeni ülkedeki dinî yapıların gücüydü. Onlar bunu istemediler, kendilerinin özerk sahasına girilmesine izin vermediler. Liberal tayfa cumhuriyetin ilanına İngilizlerin karşı koyduğunu ileri sürmekteler. Oysa bu esasen İngilizlerin sorunu değildir. Bu sorunun muhatabı ülkedeki egemen sınıflardır. İngiliz emperyalizmi monarşi de olsa cumhuriyet de olsa kendi ayrıcalıklarının ve nihayet üstünlüğünün korunmasını talep eder. Bugün cumhuriyet olmakla birlikte burjuva demokratik devrimini gerçekleştirmemiş ve hatta bir cumhuriyet olarak bunu engellemiş onlarca devlet vardır. Adı cumhuriyet olup eski toprak mülkiyet sistemini koruyan, bağımsızlığını tamamlayamamış ve tamamlamak istemeyen ülkeler emperyalizm için “normal” devletlerdir ve makuldürler. İran Rıza Şah’ın önderliğinde tam da böyle bir devletti. Onda sembolleştirilen modernizm de bu içeriğe sahipti. Rıza Şah’ta somutlaştırılan modernizm seküler yaşamla ve bir ölçüde milliyetçilikle anlamlandırılmıştır. Esasta bu iki özelliği kuşkusuz farklı biçimlerde; ama dönemin tüm yarı sömürgelerinde gözlemleyebiliriz. Diyebiliriz ki bu iki özelliği yeterince taşıyanlar ve toplumlarıyla buluşturabilenler “başarılı” olmuşlardır. Mustafa Kemal için aynı tartışma ve değerlendirmeyi yapmak mümkündür. Bu iki özellik de dönemin egemen ideolojisiyle ve egemen sistemiyle uyumluydu. Hem seküler olmak hem milliyetçilik dönemin gelişme halindeki toplumlarının, özellikle de halkların desteğini almak için uygundular. Halklar hem feodal ilişkilerin hem de daha çok işgallerde somutlaşan yabancı baskısına karşı hem seküler yaşamı hem de milliyetçiliği kendine yakın buluyordu. Bununla birlikte emperyalizm için de bu iki özellik egemen yapı ile bütünleşebilir oldukları derecede kabul gören özelliklerdi. Milliyetçilik güdük bir halde ve seküler yaşam da esasen biçimsel kaldıkça emperyalizmin sömürü ve talanı önünde bir engel oluşturmazlardı; aksine görece halkın desteğini sağlamış iktidarlar sayesinde emperyalizm ülkenin kendisinde sağlam ayaklar kurabilirlerdi. Sömürgeleştirme siyasetinin esas olduğu dönemde işgallerle ve işgal edilen ülkelerde kendi yönetimlerini zorbalıkla inşa etmeye çalışan sömürgeci emperyalist devletler gerçek ve büyük direnişlerle karşılaştıklarından bir süre sonra iş birliğine hazır olanlarla yürüme seçeneğine yöneldiler ve aslında öteden beri yönetici olan sınıfların desteğine sahip “ileri gelenlerle” -ki bunlar çoğunlukla orduların yönetici kademelerinde bulunan subaylardı- “yeni” devletler kurdular. Yeni devletin politikaları da bu yeni duruma göre belirlendi. Seküler yaşama, militarizme ve milliyetçiliğe dayanan devletlerin arka planındaki bu gerçeklik buralardaki modernizmin kaynağıdır; doğal olarak bu devletlerin modernizmi ne gelişmiş kapitalist ülkelerdeki modernizmle ne de aynı dönemde ve ilişkiler ağı içinde şekillenen ülkelerde aynıdır. Her biri “özgün” bir modernizme sahip oldular. Nitekim dönemin yarı sömürge iktidarları incelendiğinde bu modern devletlerin emperyalizmin desteğine sahip oldukları görülür ve üstelik bu devletler öteden beri egemen olan sınıfların da çıkarlarını korumuşlardır. Onların gerçek işlevi bu olmuştur. Rıza Şah da bu işlevi görenlerden biri. Onunla inşa olan devlet seküler, militarist ve milliyetçi bir devlet olarak tanımlandı. Bu üç özelliğin de kapitalist modernitenin gelişim düzeyine sahip olmadığını tekrarlamalıyız. Bu üç özellik dönem bakımından emperyalizme bağlı feodal geleneklere, ilişkilere dayalı bir devlet sistemi için de uygun özelliklerdir. Seküler olmalıdır, çünkü emperyalizmin tekniğine açıklık buna zorlamaktadır; militarist olmalıdır, çünkü zayıf sermayeli egemen sınıfların iktidarı bu yolla sürdürülebilir ve korunabilir; milliyetçi olmalıdır, çünkü içerde bütünlük yakalamanın, halkı devlete tabi kılmanın “modern” yolu milliyetçiliktir.
Türkiye için İbrahim yoldaşın yaptığı değerlendirmelerde de bu özelliklerin vurgulandığını görüyoruz. Aynı şey kuşkusuz özgünlükleri de olmakla birlikte Hindistan için, 1949 Devrimi öncesinde Çin için de söz konusudur. Çağın bu gibi ülkelere kazandırdığı bu üç ortak özellik aynı zamanda gericiliği temsil eder.
İran’da Rıza Şah ile başlayan bu “yeni devlet” Rıza Şah’ın cumhuriyet “sevdasına” rağmen yerli egemen güçlerin esas kısmının ya da o an için daha güçlü olan tarafın daha uygun görmesinden ötürü monarşiyle şekillendi. Cumhuriyet ilan etmeye daha yakın olsa da Rıza Şah kral olarak tanındı; ama aynı zamanda seküler ve militarist bir devlet inşa edildi.
Şah Pehlevi, yüzü Batı’ya dönük politikalarla Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere ile güçlü ilişkiler geliştirirken halkçı ve milliyetçi söylemlerle ön plana çıkardığı “modernist” programla azımsanmayacak bir toplumsal destek edindi. Manipülasyona, yapmacıklığa ve taklide dayanan bu programın iflas edeceği açıktı ve nitekim 1940’lı yılların başında sona gelindi ve beklentisinin böyle bir programla karşılanması mümkün olmayan halkın rızası esas olarak ortadan kalktı.
Petrolle Sınırlı Millileştirme
Yönetime ondan sonra, 1941’de gelen oğul Muhammed Rıza da bu devleti devam ettirdi.
Onun yönteminde de esaslı bir değişiklik olmadığından halk kitlelerinin tepkisi büyümeye devam etti. Bu döneme damgasını vuran esas özelliğin “milliyetçilik” kisvesinin defoları oldu. İran topraklarında çıkan petrolün yüzde 79’u İngiltere’nin kontrolündeydi, sadece yüzde 21’lik bir oran İran’a kalmaktaydı. Millileştirme talebiyle öne çıkan politik aktörler için bu veriler güçlü bir muhalefet için tek başına yeterliydi. Özellikle ulusal burjuva güçler halkın da desteğini almakta hiç zorlanmıyorlardı. İktidara muhalefet eden egemen sınıflardan klikler için de bu, politik bakımdan etkin bir silahtı. Dönemin en büyük ve belirleyici tartışması bu eksende ilerledi ve Muhammed Rıza Şah İngiltere’yle imtihan edildi. İktidarı sırasında İran petrol sanayii, seçimle başbakanlığa gelen Muhammede Musaddık tarafından kısa bir süreliğine millileştirildi. Bu gelişme Muhammed Rıza Şah’ın geleceğini tayin edecek gelişme olarak kayıtlara geçti. Çünkü burada ulusal sorunun aldığı biçim somut olarak karşımıza çıkar. Rıza Şah ile başlatılan modernizmin sacayaklarından olan milliyetçiliğin ülke petrolünün kontrolünde görülmemesi, tam aksine bu kontrolün Rıza Şah’tan önce gerçekleşmiş bir anlaşmayla İngilizlerde olmaya devam etmesi yukarıda belirttiğimiz yapmacıklığı ve manipülasyonu tartışmasız açığa vuruyordu. 1901 yılında bir İngiliz’e (William Knox D’Arcy) verilen büyük imtiyazla (ilk anlaşmada petrolün yüzde 84’ü İngilizlere bırakılıyordu, daha sonra Rıza Şah bu oranı yüzde 79’a çekmeyi başarmış) İran’da petrol çıkarma ve işletme hakları İngilizlere bırakılmış ve bu seçimle iş başına gelen milliyetçi Başbakan Muhammed Musaddık’a kadar korunmuştur. Musaddık’ın millileştirme politikası ile İran’ın “bağımsızlaşamadığı” gerçeği apaçık ortaya çıkmıştır. Sözünü ettiğimiz petrol çıkarma ve işletme imtiyazı İngilizlere Pehlevi Hanedanlığından önceli Kaçarlar Hanedanlığı döneminin son yıllarında verilmiş bir imtiyazdır. Bir “iş insanına” verilmiş görünse de bu, İngiltere’ye verilmiş bir imtiyazdır. “Özelleştirme” politikalarından söz edemeyeceğimiz o yıllarda yarı sömürge ilişkiler bu türden imtiyazları içeriyordu.
1919’dan itibaren İran’a İngiltere tarafından dayatılmış bu anlaşmayla İngiltere İran’ın malî ve politik kontrolünü ele geçirmiştir. Rıza Şah ve Muhammed Rıza Şah döneminde de bu kontrol esasen sürmüştür. İran halkının milliyetçi her hareketi, muhalefeti iktidara karşı desteklemesinde bu ayrıntı önemli bir yerde durmaktadır.
Muhammed Musaddık’ın millileştirme hamlesi güçlü bir halk desteğine ve milliyetçi harekete dayanıyordu. Tüm “modernizm” martavallarına rağmen Pehlevi Hanedanlığına karşı güçlü bir milliyetçi modern hareket vardı. Elbette karşıt hareket bundan ibaret değildi.
Bu milliyetçi modern hareket 1940’lı yılların sonunda kurulan Milli Cephe’yle etkili bir siyasî harekete dönüştüğünde iktidar şansına kavuşmuştu. Toplumun çeşitli renklerinden çok farklı kesimler Milli Cephe’de yer aldılar. Musaddık ile sözünü ettiğimiz milliyetçi hareketi ABD ve İngiltere tarafından 1953’teki darbeye kadar İran siyasetinde etkin olarak rol aldı. Darbe ile bastırılan ve iktidardan atılan bu hareketin kaynağı ise varlığını sürdürdü. Bu süreçte ayrıca bir dizi reform da gerçekleşti. Ne var ki bunların da Rıza Pehlevi dönemindeki reformlardan öteye geçen özellikler taşımadığı vurgulanmalı. Petrol sanayiin millileştirilmesi dışında emperyalizmi zorlayacak ciddi bir adım atılamadı. Elbette petrolün millileştirilmesinin kendi başına taşıdığı önemi yadsımamak gerekir. Bununla birlikte bunun tek başına ekonominin bağımsızlaşması anlamına gelemeyeceği açıktır. Bağımsız bir milli ekonominin gelişmesinin şartı feodalizmin kökten tasfiyesini getirecek kapsamlı bir toprak reformuydu, yani geçmiş çağdan kalma toprak mülkiyetinin ortadan kaldırılması, üretici güçlerin bu gerçek zincirlerinin kırılmasıydı.
Muhammed Musaddık ve onun önderliğindeki Milli Cephe döneminde böyle bir adım atılmadı, hatta bu adım Cephe’de tartışma konusu dahi olmadı. Milliyetçiliği geçer akçe bir akım ve söylem olarak çok kullansa da İslam Devriminin önderleri de bu konuda ileriye doğru hiçbir adım atmadılar. Bu, onlardan hiç beklenmeyen bir şey olarak varlığını koruyor.
devam edecek…