Meclis açılışında, Bahçeli’nin DEM Partili vekillerle el sıkışmasının ardından Kürt Ulusal Sorunu tekrar gündeme gelmiştir. Bahçeli, bunun Erdoğan’ın talimatıyla gerçekleştiğini açıkladı. Bu süreçte Kürt Ulusal Mücadelesine yönelik çöktürme planının unsurları olan “DEM’in terör belasından kurtulması” ve “uzatılan elin ‘Türkiye partisi olun’ anlamına geldiği” argümanları dile geldi. DEM Parti de müzakere masası için bir kez daha İmralı’yı işaret etti.
FAŞİST KLİKLERİN MECLİS ÇAĞRISI NE İFADE EDİYOR?
Mecliste yaptığı konuşmada Bahçeli “…terörist başının tecridi kaldırılırsa gelsin Meclis’te, DEM Parti grup toplantısında konuşsun, terörün bittiğini, örgütün lağvedildiğini ilan etsin. Bu dirayet ve kararlılığı gösterirse umut hakkının kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü de ardına kadar açılsın. Ne Kandil ne Edirne; adres İmralı’dan DEM’e uzansın, terör sorunu ülke gündeminden tamamen çıkarılsın.” açıklamasında bulunmuş, Erdoğan da “Cumhur İttifakı tarafından açılan tarihi fırsat penceresinin kişisel hesaplara kurban edilmemesini ümit ediyoruz. Türkiye’nin geleceğinde teröre yer olmadığını herkesin idrak etmesini bekliyoruz.” şeklinde konuşmuştu.
Gerçek şu ki Gladyo’nun Türkiye şubesi faşist MHP’nin borazanı Bahçeli, ne yüz yıllık milli baskıyı sona erdirmek gibi bir amaca hizmet edebilir ne de Kürt ulusal sorununa yaklaşımda iyi niyet taşıyabilir! MHP bir devlet partisi olarak daima Kürtlere ve diğer azınlık milliyetlere uygulanan milli baskının hizmetinde olmuştur. AKP’nin de 10 yıl önceki müzakerelerde ve sonrasında Kürt Ulusal Mücadelesini imha perspektifinde aldığı tutum sabittir.
AKP-MHP bloku A. Öcalan’ın Meclis’te örgütün lağvedildiğini, tek taraflı silah bıraktıklarını açıklamasını, karşılığında ise “umut hakkı” kapılarının açılacağını vadederken A. Öcalan’ın “umut hakkı” uğruna PKK’ye silah bıraktırmayacağını bilmektedir. Cemil Bayık, önceki çözüm süreci döneminde silah bırakma kararını A. Öcalan’ın veya HDP’nin değil, ancak silahlı mücadele pratiğini yürüten PKK’nin verebileceğini vurgulamıştı. Bu süreçte PKK’nin koşulsuz, A. Öcalan’ın çağrısıyla silah bırakacağını düşünmek boş bir hayaldir.
Öte yandan iktidar klikleri “barış”tan söz ederken Kürt ulusunu inkâr ve KUH’u terörize etme çalışmalarını sürdürmektedir. İktidar kliğinin hiçbir açıklamasında ulusal-kültürel reformlardan dahi söz edilmemektedir. Aksine, ezen ulus egemenliğini pekiştiren söylem ön plandadır. “Barışçıl yollar varken teröre müracaat melanettir, ihanettir, cinayettir, canavarlıktır.”, “Türk milleti bölücü terörle yaşamaya mecbur değildir.”, “Türkiye Cumhuriyeti devleti, bölücü terör örgütünü emelleriyle birlikte imha etmeye muktedirdir.” “Kürt kardeşlerim, gelin bir olalım, beraber olalım, aramıza girmek isteyenleri, bozgunculuk yapanları tarihin çöplüğüne gönderelim.” diyen Bahçeli’nin bu sözlerinden iyi niyet devşirmek “kasabın bıçağını yalayan dana” davranışından başka bir şey değildir. Bahçeli, devamında “İmanımız bir, kıblemiz bir, irademiz bir, bayrağımız bir, milletimiz bir, devletimiz bir, anımız bir, acımız bir, geleceğimiz bir, biz hep birlikte Türk milletiyiz.” demektedir. Klasik “tek bayrak, tek millet, tek dil, tek din” şovenist argümanından başka bir şey içermeyen bu ifadeler ne Kürt ulusal sorununun çözümünü ne de A. Öcalan’ın, akabinde PKK’nin meşru bir muhatap olarak tanınmasını içerir. Keza Erdoğan’ın sık sık altını çizdiği “teröre yer yok” söylemi, KUH’un çözüm çizgisiyle örtüşmemektedir. Erdoğan, süreci Cumhur İttifakının başlattığını açıkça belirtmekte ve bunu “tarihi fırsat” olarak tanımlamaktadır. “Tarihi fırsat” olarak tanımlanan süreç dostlarımızın ifadesiyle “eşit yurttaşlığa” evrilecek bir süreç değil, aksine faşist TC’nin KUH’a bürokrasi dilinde teslim olma “fırsatı”dır.
PKK’nin 20 küsür yıldır Marksist-Leninist çizgi ile yollarını ayırdığı, devlet kurma hakkı için mücadele etmeyi yadsıyan, öz itibariyla ulusal-kültürel özerklikten veya demokratik özerklikten başka bir şey olmayan, “yeni paradigma” olarak tanımlanan sınıf uzlaşmacı bir hatta hareket ettiği bilinmez değildir. Dolayısıyla Proletarya Partisinin “silahlı reformist hareket” olarak tanımladığı PKK’nin bazı dönemlerde koşullar bir hayli olgunlaşmasına rağmen silahlarını ayrılmak için değil, öz savunma için kullanmış olması, emellerinin “bölücülük” olmadığını, uzlaşma siyasetinde ısrarcı olduğunu açıklamaktadır. Bu nedenle faşist kliklerin çözümünü “TC, Kürt ulusunun en demokratik haklarını ve taleplerini dahi imha etmeye muktedirdir” olarak çevirirsek yanılmış olmayız!
Egemen sınıflar ve devletler dört parça Kürdistan’da bugüne kadar böl-parçala-yönet taktiğiyle hareket etmiştir. Önceki çözüm süreçlerinin sonuçları da bu taktiği doğrulamaktadır. Örneğin Ağustos 1999’da A. Öcalan’ın çağrısıyla gerçekleşen çekilme sürecinde pusularda yüzlerce gerillanın katledildiğini, 2015 ve sonrasında saldırıların ayyuka çıktığını unutmamak gerekir. Kürdistan’ın herhangi bir parçasında KUH güçlendiğinde düşman barış soslu politikaları gündeme getirmiş, tahkimatını güçlendirecek ve yeniden dizayn edecek her türlü oyuna girişmiştir. Kuşkusuz egemen sınıfların “çözüm” siyaseti I. Kürdistanı’ndaki ve S. Kürdistanı’ndaki yeni dengelere bağlı olarak Türkiye’de Kürt Ulusal Mücadelesinin aleyhinde gelişmektedir. Zira egemen sınıflar, sorunu Kürt sorunu olarak değil, “terör sorunu” olarak ele almaktadır. I. Kürdistanı’na yönelik işgalinde ve S. Kürdistanı’ndaki Kürt ulusal kazanımlarına yönelik operasyonlarda hezimete uğrayan TC’nin Türkiye’de farklı taktik politikalar izleyeceğini daha önce belirtmiştik. Yeni anayasa bağlamında Kürt sorunu ekseninde yeni tartışmaların gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Ne var ki eskisinden daha ılımlı olmayan TC bu süreçte de PKK’yi ve A. Öcalan’ı Kürtlerin meşru temsilcisi olarak görmemektedir. Dolayısıyla müzakere gündeminin amacı barış olamaz.
Söz konusu meclis çağrısının hizmet ettiği amaçlar: Yeni anayasanın onaylanmasında kitlelerin rızasını almak, “normalleşme”, “barış”, “müzakere” gibi sihirli sözcüklerle Kürt ulusal sorununu gündeme alarak DEM Parti ile flörtleşmek, I. Kürdistanı’nda ve S. Kürdistanı’nda yaşanan hezimet nedeniyle toparlanmak, KUH’un halk ile çelişkilerinden faydalanmak ve diğer parçalarla arasındaki çelişkileri derinleştirerek bölgede hâkimiyet kurmak -hiç değilse psikolojik üstünlüğü ele geçirmek- sonuçta Kürt ulusal mücadelesini imha konseptini işletmek.
FİLİSTİN’DE KAYNAYAN KAZAN ROJAVA’DA FOKURDUYOR
Siyonist İsrail’in Filistin’e yönelik saldırıları sürerken Filistin direnişinin yakın müttefikleri de savaşa dahil olmuştur. İsrail’in müdahale alanı genişlemiş, Lübnan, Yemen ve Suriye’ye askerî hedeflere dahil edilmiştir, son süreçte Suriye ve İran öne çıkarılmıştır. Bunun en büyük sebebi İran’ın ve Suriye’nin mayasındaki anti Amerikan, anti Siyonist tavır ve Rus emperyalizmiyle ilişkilerdir. ABD emperyalizmi de İran ve Suriye’ye karşı Siyonist İsrail’i sonuna kadar desteklerken diğer gerici devletlerle iş birliğini de yeni adımlarla geliştirme çabasındadır. Bu çabalar Orta Doğu’da Rus ve Çin emperyalizminin nüfuzunu parçalamayı da amaçlamaktadır.
ABD Dışişleri Bakanı Blinken 7 Ekim 2023’ten bu yana 11 kez Orta Doğu’yu ziyaret etmiş ve bu ziyaretlerde İsrail, Katar, Suudi Arabistan’la defalarca Filistin ve Lübnan hakkında görüşmeler gerçekleştirmiştir. Geçtiğimiz günlerde Blinken İsrail’i ziyaret ettikten sonra Suudi Arabistan’da Muhammed bin Selman ile ve Katar’da Dışişleri Bakanı Muhammed Al Tani ile bir araya gelmişti. Görüşmeler basına Gazze Şeridi ve Lübnan’da ateşkes çabaları olarak yansıtılsa da Katar tarafından yapılan aktarımlarda görüşmelerin ABD ile Katar’ın stratejik ilişkilerini ilerletmeye yönelik olduğu açıklandı. ABD emperyalizminin Rus ve Çin emperyalizmine karşı Orta Doğu’da yeni stratejiler kurmak istediği açıktır. Rus emperyalizmiyle daha yakın ilişkileri olan İran’ın bölgedeki en güçlü aktör olarak anti Amerikancı, anti Siyonist tutumu İsrail için önemli bir tehdittir. Keza stratejik konumu gereği Suriye’nin de Rus emperyalizmi tarafında yer alması İsrail’in Hizbullah korkusunu büyütmektedir. İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesiyle savaş yeni bir aşamaya evrilirken İran’ın “demir kubbe”yi parçalaması Orta Doğu’daki emperyalist-Siyonist planları bozguna uğratmış, içerisinde Katar ve Suudi Arabistan’ın da yer aldığı, ABD ve AB emperyalizmine hizmet eden OPEC gibi kartellerin işine çomak sokmuştur. Bu bağlamda stratejik ilişkilerin ilerletilmesinde ABD’nin İran’ın karşısına Suudi Arabistan’ı ve Katar’ı getirerek bölgesel bir güç haline dönüştürmek istediğini söyleyebiliriz.
Orta Doğu’da kartlar yeniden karılırken uluslararası güçlerin Rojava ile ne yapacaklarını düşünmemiş olmaları imkânsızdır. Bilindiği üzere Rojava’daki siyasi dengelerde ABD belirleyici durumdadır. Rojava, Suriye’nin kuzey cephesinde yer almakla kilit rollerden birine sahiptir. Zira ABD-İsrail Hizbullah’ı silmek, Suriye’yi güney cephesinden savunmasız bırakmak ve nihayetinde Rus emperyalizminin bir uzvunu felce uğratmak istemektedir. Bu nedenle Rojava’ya dönük operasyonlara dair İsrail egemen sınıfları TC’nin katliamlarını riyakârca teşhir ederek özerk yönetimin ilgisini çekmeye çalışmaktadır. Denklem, başını ABD’nin ve Rusya’nın çektiği kamplar hasebiyle Rojava’yı kendi potalarında eritmek üzerinedir. Öte yandan Kürt halkı içerisinde ilhakçı devletlerden ayrılma eğilimi güçlenmektedir ve bölgedeki egemen güçler bunun farkındadır. Dolayısıyla Kürt halkının eğilimlerine uyumlu argümanlara da rastlamak olasıdır.
Emperyalistler ve iş birlikçileri Rojava’yı kazanma mücadelesi vermektedirler. Rojava’nın ABD ile ilişkileri Rus emperyalizmi için bölgede varlık-yokluk sorununa yol açmaktadır, Rojava’nın Rus emperyalizmine yakınlaşması ise ABD emperyalizmi için irtifa kaybıdır. Bu sebeple Suriye hükümeti Rojava gerçekliğini kabullenen bir çizgi izlemek zorunda kalmıştır. Bununla birlikte I. Kürdistanı’ndaki seçimlerde KDP kısmen de olsa güç kaybı yaşarken muhalefette bulunan KYB ve Yeni Nesil Hareketi önemli bölgelerde güç kazanmıştır. Bu süreçte KYB işgal ve ihanet karşıtı argümanlarla sahneye çıkmıştır. PYD, parlamento seçimlerinde KDP’ye karşı KYB’nin desteklenmesi yönünde çağrılarda bulunmuştur. Talabani ve Mazlum Abdi tarafından karşılıklı ılımlı mesajlar yayınlanmış, “ulusal birlik” vurgusu ön plana çıkarılmıştır. I. Kürdistanı’nda da Rojava’nın daha ileri boyutta tartışıldığını söyleyebiliriz. Önümüzdeki süreçte, Katar ve Suudilerin de katkısıyla İran’ın direncini kırmak için Kürtlere rol verilmesi ve ABD’nin iş birlikçilerine Rojava’yı tanımaya zorlaması olasıdır. Aynı politikayı Rus emperyalizmi de kendi çıkarları açısından Suriye hükümetine dayatmaktadır. Rojava’nın tanınması Türkiye’de henüz gündem değildir. Ancak “çözüm” safsatası ile emperyalistlerin PKK’nin T. Kürdistanı’ndaki etkinliğini zayıflatarak Rojava için uzlaşı kapısını aralamaya çalıştığı ortadadır.
KÜRTLERE SUNULAN YAĞLI URGAN: TÜRKİYE SİYASETİ
PKK Merkez Komite Üyesi Helin Ümit, politik iktidarın “yeni” adımlarını şöyle değerlendirmiştir: “…ortada bir oyun var, komplo var. Neden böyle bir şey deneniyor? Bir dünya savaşı, bu Türkiye’yi tehdit eder bir boyuta geldi. … Kürtlerin İsrail ve ABD gibi güçlerle ilişkilenmesinden korkuyorlar. …Bunun için içeride Kürt toplumunu yumuşatma oyunu var. …Biz istiyoruz, PKK istemiyor veya önderlik istemiyor demek istiyorlar bu oyunla. …DEM Parti’yi oyunlarıyla teslim almak istiyorlar. Bu stratejide yanlarına alıp PKK’nin bitirildiğini duyurmak istiyorlar. … Silah bırakma tartışmaları var. Bu açıklamaları yapanların bir ayağı ABD’dedir. … Kürtlerin bir varlık ve kimlik sorunu var. Silah bırakma tartışmaları bırakılmalıdır!” Bu değerlendirmelerden anlıyoruz ki PKK, M. Karayılan’ın da belirttiği gibi “çözüme yok demez ama yaş tahtaya da basmaz” pozisyonunu korumaktadır. Silah bırakmaya dair ise en net cevap TUSAŞ eylemi oldu. Eylem DEM Parti ve destekçisi çevrelerce “provokasyon” olarak tanımlansa da HPG’nin eylemi üstlenmesiyle bu iddia boşa çıkmış oldu. Hemen ardından TSK’nin Rojava’da alt yapıyı hedef alan saldırılarında 17 kişi katledildi.
PKK’nin Türkiye’deki gücünü zayıflatarak DEM Parti’yi kendi stratejisi içerisinde eritmeye çalışan faşist kliklerin dayanağı nedir? Ortada bir oyun olduğu su götürmezdir. Faşist kliklerin dayanak noktasına gelince… Barış siyasetinden acı dersler çıkaran Kürt halkı artık barışın muhatabının devlet olmadığını anlamaktadır. Bu, DEM Parti’ye olan inancı sarsmaktadır. Türkiyelileşme politikası gündeme geldiğinde Kürt halkının ileri tutumuna şahit olmuştuk. Şimdi yine düşmanla el sıkışmanın özgürlük getirmeyeceğini, ilkesiz siyasette ısrar etmenin halk nezdinde anlamsız olduğunu görmekteyiz. DEM Parti’nin dinamiklerindeki zayıflama her alanda kendini göstermektedir. T. Kürdistanı’nda yaşayan Kürtlerin barış soslu politikalara inancı 10 yıllık süre zarfında zayıflamıştır. Çünkü çözüm süreci sonrasında yaşanan yıkım ve katliam serisi barış ütopyasını pratikte çürütmüş ve toplumsal ölçekte milliyetçi düşünceleri güçlendirmiştir. Nitekim Kürdistan’ın Irak, Türkiye ve Suriye parçalarındaki saldırılara DEM Parti’nin kitle tabanından herhangi bir karşı tutum geliştirilememiştir. Çünkü DEM Parti’nin mevcut durumda bu karşı tutumların örgütleyicisi olma gibi bir gerçekliği yoktur. Bir kez daha diyalog süreci gündemdeyken deneyimlere de dayanarak şu tespiti yapabiliriz: Günümüzde en demokratik burjuva devletler bile ezilen ulusların ve halkların kurtuluş mücadelesine ilgi göstermemektedir. TC’nin barışçıl çözümde aktif rol alacağını düşünmek yanlıştır. DEM Parti sözcüsü Ayşegül Doğan, “Kürt meselesi çok aktörlü bir mesele olduğu için çözüm yalnızca DEM Parti ile mümkün değil. Kürt meselesinin çözülmesi için tek özne olmasak da en aktif özneyiz, bu konuda sorumluluğa da inisiyatif almaya da hazır” olduklarını açıkladı. 1 Ekim’den bu yana süren tartışmaları somut bir adım olmadıkça çözüm süreci olarak değerlendiremeyeceklerini de belirtti. Bu, DEM Parti için yerinde bir yaklaşımdır. İmralı’da A. Öcalan’la 4 yıl sonra ilk kez bir görüşme gerçekleşti. Bu görüşmeden sonra A. Öcalan’ın “Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim.” mesajı kamuoyuna duyuruldu. DEM Parti ise “İmralı hazır, sayın Öcalan hazır, peki devlet hazır mı” sorusunu yöneltmektedir.
Gelişmelerin ne yönde evrileceği henüz net değil, ancak düşmanın stratejisi açıktır: KUH’un kökünü kazımak! Varsayalım ki tartışmalar “çözüm süreci”ne evrilsin -ki daha çok milli baskı politikalarının ağırlık kazanacağı bir sürece doğru yol almaktayız…- Bu süreç içerisinde bazı kazanımlar elde edilebilir ancak sonucun yine hüsran olacağını ön görmek zor değil. Egemen sınıflar bir kez daha saldırmaktalar. Peki düşmanın saldırılarına karşı devrimci, demokrat, yurtsever güçler hazır mıdır? Dost-düşman ayrımının bulanıklaştığı böylesi zamanlarda tartışılması gereken esas mesele budur.