İnsan Hakları Derneği İstanbul Şube Başkanı Gülseren Yoleri ile “Öcalan üzerindeki tecrit kaldırılsın” talebiyle Leyla Güven’in başlattığı ve ülkenin tüm hapishanelerine yayılan açlık grevlerine dair bir röportaj gerçekleştirdik. Yaşanan bu tecrit politikasının salt bir fiziki tecrit olmadığını ifade eden Yoleri, devrimci-demokratik kamuoyu nezdinde yaşanan sessizliğin, tutsakların omuzlarındaki sorumluluğu arttırdığını belirtti. Gülseren Yoleri, tüm kamuoyunun açlık grevindeki tutsakların sesi olması, “tecrit kaldırılsın” talebini savunması gerektiğini vurguladı.
Yeni Demokrasi- Devlet şu anda kendi yasalarını dahi uygulamayarak bir tecrit politikası güdüyor PKK lideri Abdullah Öcalan’a yönelik. Devletin “çözüm süreci”nin ardından uygulamaya çalıştığı bir politika; kendi yasalarına da ters düşen bir politika. Bu politikaya dair ne söylemek istersiniz? Devletin bu politikasını nasıl yorumluyorsunuz?
Gülseren Yoleri- Öncelikle Türkiye’deki bütün hapishanelerde tecridin uygulandığını vurgulamak gerekir. Özellikle biliyorsunuz 2000’de 19 Aralık operasyonunun amacı da buydu; tecrit politikasını yerleştirmekti; bu amaçla yapılmış bir katliamdı 19 Aralık. Sonrasında açılan F tipi hapishaneler ve devamında neredeyse 19 yıldır sistematik olarak tecridin yerleştirildiğinden ve bütün hapishanelerde uygulandığından söz etmek gerekir esasen. İmralı’da uygulanan tecrit, tecridin ağırlaştırılmış hali. Aslına bakarsanız yani Türkiye’nin iç hukukuna da aykırı olarak uygulanan bir başka tecrit politikasından söz ediyoruz. Anayasanın 10. Maddesi’ndeki, bütün insanların kanunlar karşısında eşit olduğunu vurgulayan maddeye rağmen ceza infaz yasasındaki bütün hükümleri uygulanması gerekirken, genel tecrit politikasını da aşan, hukuka aykırı bir uygulamadan, bir tecrit uygulamasından söz ediyoruz. Sorunu böyle tarifleyince aslında bunun siyasi nedenle ağır bir uygulama olduğunun da aslında yine altını çizmiş oluyoruz. Kürt meselesi, Türkiye’deki barış ihtiyacı, savaşın önlenmesi gibi pek çok konuyla bağlantısı olan bir siyasi sebeple tecrit uygulaması da diyebiliriz soruna. Bu uygulamanın yani İmralı’daki bu ağır tecrit uygulamasının sonlanabilmesi için aslında neredeyse bu uygulamayla koşut pek çok girişimlerde bulunuldu bugüne kadar. Hem kurumsal düzeyde İnsan Hakları Derneği’nin de genel merkezler düzeyinde çok sayıda hükümet yetkilisiyle yapılan görüşmeler vardı. Hem biliyorsunuz CPT ziyaretleri gerçekleşti ve hatta mart ayında CPT son raporunu yani 2016 yılında yaptığı ziyaretin raporunu da yayınladı. Dolayısıyla pek çok anlamda tartışmaya konu olmuş bir ağır tecrit uygulaması bugün aynı zamanda açlık grevlerinin de nedeni. Açlık grevleri İmralı’daki bu ağır tecrit uygulamasının kaldırılmasına odaklanmış durumda. Aslında diğer ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almış mahpuslarla eşit bir uygulamanın İmralı’da da gerçekleştirilmesi; avukat görüşü, aile görüşü ve diğer imkanların dışarıyla iletişim sağlayabilecek diğer imkanların bu hapishanede de uygulanmasını amaçlayan, uygulanmasını sağlamaya dönük daha doğrusu ya da baskı oluşturmaya yönelik bir açlık grevinden söz ediyoruz şu anda.
YD- Biraz da açlık grevindeki tutsaklara dair konuşmak istiyoruz. Siz de düzenli olarak açlık grevindeki tutsaklarla görüşüyorsunuz. Tutsaklar bu konuda ne düşünüyor, talepleri nedir? Hangi noktada duruyorlar ve neyi amaçlıyorlar? Artık tutsaklarla görüşmek çok zor avukat görüşleri yasaklanıyor, teknik kayıt şartı getiriliyor vs. Aslında açlık grevindeki tutsaklara da ayrı bir ağır tecrit politikası uygulanıyor.
Yoleri- Bu açlık grevleri başladıktan sonra, yoğun bir disiplin soruşturması süreci var. Bu disiplin soruşturmalarında cezalar verildi ve bunlardan bir kısmı uygulandı. Bu cezalar genellikle iletişimi engelleyen cezalar ve hücre cezaları biçiminde ortaya çıktı yani dolayısıyla tecridi ağırlaştıran cezalar olarak karşımıza çıktı. Tecride karşı eylem yaparken tecridin ağırlaştırılmış halleriyle karşılaşmak zorunda kaldı mahkumlar, bu ciddi bir problem. Biz hem İHD olarak hem de İHD’nin de dahil olduğu izleme heyetiyle birlikte bu süreci takip ediyoruz. Mahpuslarla görüşmeler gerçekleştiriyoruz. Bu süreçte birlikte hareket ettiğimiz değişik şehirlerde, İstanbul’da da bir açlık grevi izleme heyetimiz var. Bu izleme heyeti İstanbul Tabip Odası, SES Anadolu Şubeleri, İnsan Hakları Vakfı, İnsan Hakları Derneği’nden oluşuyor. Bugüne kadar beş ayrı hapishaneyi ziyaret ettik izleme heyeti olarak. İHD, hem hapishane komisyonu hem merkezi hapishane komisyonu da bütün hapishanelere yine ziyaretler gerçekleştiriyor ve bu sürece ilişkin raporlar hazırlıyor. Mahpuslarla yaptığımız bu yüz yüze görüşmeler sırasında hem mahpusların içerisinde bulundukları sağlık durumlarını hem psikolojilerini hem hapishanede bu sürece ilişkin uygulamaları hem de hapishane yönetimlerinin tutumunu gözlemleme imkanı bulabiliyoruz. Buradan yola çıkarak birkaç noktayı ifade etmek mümkün; açlık grevinde bulunanların “bu sorun çözülmeden açlık grevini bırakmayacağız” biçiminde bir ifadeleri var ve bu baştan bu yana hep bu şekilde ifade ediliyor. Cezaevi idarelerinin de açlık grevi sürdürenlere düşmanca yaklaşımlarından söz edebiliriz. Pek çok hapishanede bu çok daha belirgin olarak ortaya çıkıyor. Bazı hapishanelerde de idare çok öne çıkmıyor ama uygulamalar boyutuyla da kendisini hissettiriyor. Bu sürecin en önemli problemlerinden iki tanesi; açlık grevlerindeki almaları gereken tuz, karbonat ve B vitamini, su gibi ihtiyaçların karşılanmaması ve tıbbi takibin yeterince sağlanmaması noktasında ortaya çıkıyor. Tıbbi takip hala çok önemli bir sorun. Çünkü bu noktada bağımsız hekimlerin ziyaret talepleri reddedildi bugüne kadar. Devlet hastanelerinden gelen doktorlar takipleri gerçekleştirmeye çalışıyorlar ama her hapishanede değişik uygulama var. Bazı hapishanelerde her gün hekim kontrolü mevcutken bazı hapishanelerde bunun haftada bir sağlandığını duyuyoruz. Bazı hapishanelerde aynı hekim tarafından sağlanırken bazı hapishanelerde 112 acil hekimlerinin de bu tıbbi takip sürecine dahil olduklarını biliyoruz. Bazılarında tutuldukları odalara giderek ziyaret geçekleştirirlerken bir kısmında dışarıda bulunan ambulanslara davet etme, koridora davet etmek biçiminde bu kontrollerin yapılmaya çalışıldığını biliyoruz. Bazı hapishanelerde mahpusların zorla müdahaleyi çağrıştıracak muamelelerle karşı karşıya bırakıldıklarını biliyoruz. Bunu bize mahkumların aktarımlarından yola çıkarak sizinle paylaşıyorum. Bazı hapishanelerde tuz mesela temel bir ihtiyaç olmasına rağmen ancak parası olanın kantinden temin ederek ulaşabildiği bir şey. Bütün bunların yanında bu süreçte mahpuslarda ortaya çıkan ciddi sağlık sorunlarından söz etmek gerekir. Sağlık sorunlarının çok hızlı geliştiğini söylemek istiyorum ben öncelikle. Artık kamuoyunda şöyle bir algı var, “200 gün açlık grevi yapabilir ama sonra dönüp hayata normal dönebilirler.” Ancak bizim yaptığımız görüşmelerde ve bu sıradaki gözlemlerimiz açlık grevinde bulunan mahpusların daha henüz 30. günlerde dahi 7 kilo veren, görme problemi başlayan, eklem ağrıları ve krampları olan, mahpuslarla karşılaştık. 60. günlerde sıvı beslenmesi bozulmuş artık her gece ateşi yükselen kusmuğunda ya da gaitasında kan olan mahpuslarla karşılaştık ve artık 80. günlerde neredeyse 15 ve 20 kilo arasında değişen kilo verdiklerini biliyoruz. Dolayısıyla biz bütün bu gözlemlerimizde mahpusların sağlıklarındaki bozuklukların çok hızlı olduğunu ve aslında kamuoyunda o yerleşik kanının aksine hiç de o kadar uzun süre hayatta kalmadıklarını kanaatini taşıyoruz. En önemli sorunlardan bir başkası ki özellikle mahpuslardan bir kısmının “ani eylem” diye tabir ettikleri, yaşamına son verme eylemi. Bu eylemlerle ilgili, bunu neden yaptıklarına ilişkin de biz kendileriyle tabi her görüşmemizde konuşuyoruz. Neden buna vardı bu iş diye sorduğumuzda bize işaret ettikleri en önemli nokta, “sessizlik, toplumun sessizliği, hükümetin sessizliği.” Bu mahpuslar üzerinde çok ağır bir etki bırakıyor. Ve bu tür eylemlerin yapılmaması noktasında çok yaygın bir çağrı yapıldı, buna rağmen devam edildi. Hatta en son Gebze’ye yaptığımız ziyaret sırasında koğuşlarda, odalarda nöbet tutulduğunu söylediler bize. Nöbetler tutuluyor her gün bir kişi tutmuyorlar çünkü bir kişinin nöbet tuttuğu bir yerde bu tür eylemler gerçekleştiği için yani o kişi yaptığı için bunu en az iki kişi tutmaya çalışıyorlar onlar da birbirini denetlesin diye buna rağmen bana ifade eden kişi şöyle dedi; “iki kişi nöbet tutuyoruz ama biz birbirimize arkamızı dönemiyoruz” dedi yani sorunu bu kadar uzamasına rağmen çözüme ilişkin hiçbir yol alınamamış olması maalesef böyle bir düşünceyi, böyle bir duygu durumunu ortaya çıkarmış durumda. Biz gittiğimiz yerlerde yaşam hakkını öne çıkaran söylemlerde bulunuyoruz tabi ki. Açlık grevlerinin bir protesto eylemi olduğunu onlar da biliyorlar; ölüm amaçlı olmadığını onlar da biliyorlar ama yine de bu sessizliğin ve bu duyarsızlığın yol açtığı başka bir sonuçtan söz ediyoruz, yaşama son verme eylemleri. Biz bu süreci tanımlarken hani tecrit işkencedir, tamam hukuka aykırılıklar var tamam, bu sorunun acilen çözülmesi lazım tamam ama bütün bunların ötesinde yaşam hakkının bu kadar hedef haline gelmesi yani mahpusların yaşamını ortaya koyarak bir yere varmasını bir insanlık krizi olarak tarif ediyoruz. Yani her şeyin ötesinde bir insanlık krizi ortaya çıkmış durumda bu insanlık krizi karşısında herkesin tutumu olması gerektiğini düşünüyoruz. Yani toplumda gücü bulunan örgütlerin, yapıların, sendikaların, odaların ya da işte her tür demokratik örgütün; toplumda etkisi bulunan sanatçıların, aydınların; herkesin bu konuda söyleyebileceği bir şeyi olduğuna inanıyoruz. Buradaki bu duyarsızlığın önemli bir oranda hükümetin son dönem politikalarıyla ilişkisi olduğunu, baskı politikasıyla İlişkisi olduğunu da görüyoruz. Bu sessizliğin can almasına karşın sessiz kalanlar olarak da yapabileceğimiz pek çok şey var. Devletin bu sorunu çözmesi gerekir her şeyden evvel, o nedenle de yaşanan her türlü olumsuzlukta sorumluluğu var öncelikle bunu söylemek gerekir ama bunun ötesinde bütün bu sessizliği oluşturan bütün yapıların bütün bireylerin de bir sorumluluğu var. Bizim mahpuslarla yaptığımız görüşmelerde çünkü sadece bir hapishanede karşılaşmadım ben bu söylemle, değişik hapishanelerde karşılaştım ben bununla; bu yalnızca birinin hissiyatı değil bütün mahpusların neredeyse ortak hissiyatı. Şöyle bir manzara çıkıyor karşımıza; ilk başlayan gruptakiler neredeyse yataktan kalkamaz hale gelmiş pek çok ciddi sorunla karşı karşıya ve sonradan başlayan ki biliyorsunuz yeni başlayanlar arasında çıktı bu tür eylemler özellikle, yani bu kişiler bu sessizliği görüyorlar. “Herhangi bir etkili olabilecek bir tutumun alınmamış olması karşısında bizden ölüm beklendiğini düşündük dediler” bize. “Bizim ölmemizi bekliyorlar konuşmak için ya da bir sesin çıkması için” bu cümleleri onlar kurdu ben kurmuyorum. Yani onlarda oluşan algı bu “toplum bizden ölmemizi bekliyor” dediler. Bu gerçekten iç acıtan bir şey, birinden bunu duyuyorsunuz orada bırakıyorsunuz ve çıkıyorsunuz; açlık grevinde yarın ne yapacağını bilemiyorsunuz. “Biz ölüyoruz ve bizim ölmemizle ilgili ne hissediliyor” diye düşünüyorlar. Elinde maalesef olumsuz bir cevap var kendinin bunun sonucunda da toplumu harekete geçirebilmek için çünkü şöyle düşünüyor “ben ölürsem belki…” şu anda tespit edilebilen kadarıyla 3000’e yakın mahpus açlık grevinde “3000 kişi kurtulur diyor” ve kendince böyle bir harekete kalkışıyor. Şimdi bu gerçekten çok inanılmaz bir şey. Bu hissiyatın oluşmuş olması, bu hissiyatı kırabilecek herhangi bir hareketin gelişemiyor olması, devletin bu konuda hala adım atmıyor olması gerçekten ciddi bir durum ve bu sadece devletin değil hepimizin sorumluluğu.
YD- Açlık grevinde olan tutsakların net sayısı var mı elinizde?
Yoleri- Şimdi biz Marmara Bölgesi’nde izleme yapıyoruz. Marmara Bölgesi’nde 713 mahpus olarak bir tespitimiz var. 2800-3000 arası diye tarif ediyoruz toplam sayıyı çünkü bizim de ulaşamadığımız hapishaneler söz konusuydu. Yani 3000 denilebilir. En son başlayan grup 1 Mart grubu biliyorsunuz, 1 Mart’ta başlayan grubun bile bugün 47. günü. Ben 1 Mart grubundan olup da on beş gün önce gördüğüm kişi bir ayda yedi kilo vermişti. Görme problemi, ciddi eklem rahatsızlığı vardı ve 22 yaşında birinden bahsediyoruz. Dolayısıyla gerçekten tablo çok ağır yine bizim görüştüğümüz bazı mahpuslar ciddi sağlık sorunları olan ama açlık grevini sürdüren, tedavisini açlık grevinin sonrasına ertelemiş. Bu kişilerin sağlıklarında her an ciddi bir şey ortaya çıkabilir ya da zorla müdahale edilebilecek bir tablo ortaya çıkabilir ve mahpusların en çok altını çizdikleri noktalardan biri de oydu çünkü devlet hastanelerinden gelen doktorların ısrarla bu kişileri hastaneye sevk etmeye çalıştıkları, hastaneye sevk yazısı yazıldığı için idarenin hastaneye sevk etmeye çalıştığı; hastaneye gitmek istememeleri durumunda zorlamalarla karşılaştıkları, bunun yarın öbür gün bir toplumsal saldırıya dönüşmesi ihtimali durumunda yani o saldırılar sırasında da bazı ciddi problemlerin çıkması gibi kaygı uyandırabilecek pek çok durum söz konusu.
YD- Yaşanan bu sessizlikten bahsettiniz biraz, bu sessizliği nasıl yırtacağız? Devrimci-demokrat kamuoyu bu konuda neler yapabilir?
Yoleri- Bizim basın yayın organlarıyla ilgili de bu konuda taleplerimiz oldu. Basın yayın organların da konuyu tartışırken aynen toplumun duyduğu kaygılarla hareket ettiğine tanıklık ettik biz. Pek çok basın yayın organı böylesi bir kaygı içerisinde yani baskıyla karşılaşabilirler ve altından kalkamayacakları bir sürece sokulabilirler gibi bir düşünce söz konusu. Bu noktada, böylesi bir insanlık kriziyle karşı karşıyayken biz meselenin o hukuki ve meşru tarafından tutulabileceğine inanıyoruz. Bu yüzden de biraz bütün kitle örgütlerinin işte toplumsal dinamiklerin bu açıdan kendisini sorgulamasında fayda var. Örneğin bizler İHD olarak açlık grevi süreçlerini hem takip ediyoruz hem tecride karşı mücadelemizi sürdürüyoruz ama tecride karşı olduğumuz için açlık grevlerinin çözülmesini istediğimiz için bizi bir şeyle ilişkilendirmeye çalışanlar olabileceğini de biliyoruz. Nitekim zaman zaman bu söz konusu oluyor ama biz kendimiz ne yaptığını biliyoruz; nerede durduğumuzu biliyoruz; neyi savunduğumuzu da biliyoruz yani biz bir mağduriyet karşısında mağdurla özdeşleşmeden bir sorunun çözümünü sağlamaya çalışıyoruz ya da bu süreçte yaşanabilecek sorunların çözümünü sağlamaya çalışıyoruz hiç değilse tespit ederek kamuoyunun bilmesini sağlamaya çalışıyoruz. Bu anlamda devlet uzun yıllardır hep Kürtleri ya da Kürtlerin bağlantılı olduğu her türlü oluşumu olayı kriminalize etmeye çalışıyor ve buradan doğru bir tecrit politikası uyguluyor. Kürtleri böyle de tecrit ediyor bir anlamda. Biz devletin bu politikasına izin verecek şekilde davranmayabiliriz. Bunun yolları ve yöntemleri var. Hukuksal olarak da “barış” diyen Tabipler Birliği yöneticileri gözaltına aldı bu devlet. Şimdi “barış” demeyi başlı başına suç sayabilen bir devlet yapısından bahsediyoruz. Baskı gerçekten söz konusu olabilir ama hiçbir gözaltı bir insanın ölümünden daha kötü değil. Biz Tabipler Birliği’nin örneğin o dönem aldığı tutuma saygı duyuyoruz ve bizim için çok önemli bir yerdeler onlar yani hem insanlık onurunu savunmuş oldular hem barışı savunmuş oldular, bizim için çok özel bir kıymetleri var sırf o özel tutumlarından dolayı. Bence bu süreçte de bu insani krize dur demeye çalışmak tecride karşı olmak hükümetin bu soruna çözüm üretmesini istemek insanlık onuru adına yapılabilecek bir şeydir. Dediğim gibi hiçbir gözaltı bir insanın canından daha kıymetli değil ki burada söz konusu olan binlerce insanın sağlığı ve canı.