Siyonist İsrail’in Filistin’e yönelik işgaline karşı süren direnişin önemli bir dönüm noktası olan Aksa Tufanı Operasyonu, yarattığı etkiyle bölgesel ve hatta dünya ölçeğinde yeni konumlanışları doğurmuştur. Halihazırda işgal ettiği topraklarda terör estiren Siyonist İsrail destek aldığı emperyalistlerle birlikte bu operasyonu, saldırılarını vahşet boyutunda artırmak için bir kaldıraç olarak kullanırken var olan çelişki/çekişmelerden kaynaklı yine bölgesel ve uluslararası çapta karşı konumlanışlar da ortaya çıkmıştır. Burada da ilk akla gelen İsrail-İran-Lübnan (Hizbullah) olmaktadır.
Ekim 2023’ten bu yana neredeyse kesintisiz şekilde süren Hizbullah ve İsrail çatışması son süreçte emperyalistlerce “olası bir felaketin” tehdit kaynağı olarak yorumlanmaya başladı. Lübnan’a yönelik saldırıların yoğunlaşması, Hizbullah’ın karşılık olarak İsrail’e gönderdiği füzeler askeri olarak İsrail gücünün yoğunlaşma alanlarını genişletmiş ve doğal olarak askeri başarı oranını görece düşürmüştür. Tam burada İran’ın Hizbullah’a desteği İsrail ve emperyalist dostları için İran’ı hedef tahtasına koymak için önemli bir bahane olmuştur. Başta ABD olmak üzere çeşitli emperyalist güçler İsrail’i korumak için havadan, karadan ve denizden çeşitli askeri yardımlarını artırmış, Hizbullah, Hamas gibi “terör örgütleri”ni destekleyen İran’a karşı da cepheden tavır almıştır. Hamas lideri İsmail Haniye’nin İran’da öldürülmesi, süreci daha da karmaşık hale getirmiştir. İran bu saldırının intikamının misliyle sorulacağı açıklaması yaparken Hizbullah’ın İsrail’e dönük saldırıları da yoğunlaşmıştır.
Siyonist İsrail tarafından işgal edilen Golan Tepeleri’ne 27 Temmuz günü düşen roket sonucu bölgede yaşayan yerleşik Dürziler’den 12 kişinin ölmesi bir süredir güçlü bir “ihtimal” görünen bölgesel bir savaşın doğması tartışmalarını tekrar alevlendirdi. Tartışmayı alevlendiren nokta İsrail ve ABD emperyalizminin ilk andan itibaren Hizbullah’ı işaret etmesi olmuştur. Hizbullah’ı işaret etmek sadece onunla sınırlı kalmamaktadır. Hizbullah’ı işaret etmek Lübnan’la birlikte İran’ı da hedef göstermek demektir. Bu noktada ABD ve Batılı emperyalistlerin uzun süredir esas odak noktası zaten İran olmaktadır. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Golan Tepeleri’ndeki patlamanın sorumlusunun Hizbullah olduğunu ve “İsrail’in vatandaşlarını savunma hakkını” desteklediklerini açıklamıştı. Hizbullah ise açıklama yaparak saldırının kendileri tarafından gerçekleştirilmediğini açıkladı. Görgü tanıkları da füzenin İsrail’in Demir Kubbesi’nden geldiğini ifade ettiler. Saldırıya uğrayan Dürzileri “ziyaret” eden İçişleri bakanı ve ardından Başbakan Netanyahu halk tarafından açık ve güçlü bir biçimde protesto edildiler ki bu da Dürzi halkının saldırıların kaynağı olarak kesinlikle İsrail’i gördüklerini ifade eder. Buna rağmen ABD İsrail’in bu saldırının kaynağı olmadığı hakkında “net “ bir tutum geliştirmekte bir sakınca görmedi. İran’ın başta ABD olmak üzere diğer emperyalistlerle olan çelişkisi bu meselede alınan tavırların daha net ve katı olmasını da beraberinde getirmektedir. Öyle ki yine Antony Blinken biraz da geçmiş ABD hükümetine serzenişte bulunarak, nükleer anlaşmanın feshedilmesinin ardından İran’ın nükleer silahlanmada son aşamaya geldiğini ve üretime 1-2 yıl değil 1-2 hafta uzakta olduğunu açıklamıştı. Bu açıklama “İran tehdidi”nin kendileri açısından önemli bir gündem olduğunu ve Filistin, İsrail, Lübnan üçgeninde yaşananlardan esas sorumlu olarak İran’ın tutulduğunu göstermektedir.
On binlerce Filistinlinin katledildiği, sürgün edildiği Gazze’de kamplara, hastanelere yönelik saldırılar hâlâ sürmekte. İsrail aynı zamanda Lübnan ve Şam’da da saldırılarını artırıyor. Golan Tepeleri’ne yönelik saldırı İsrail tarafından “en kanlı saldırılardan biri” olarak tanımlanırken aynı günlerde yüzlerce Filistinli katledilmeye devam ediyor. Böyle bir süreçte Hizbullah ve İran’ın hedef gösterilmesi yaklaşan bölgesel savaş tehdidinde ABD ve Batılı emperyalistlerin en güçlü düşmanı konumunda olacak İran’ın dünya kamuoyundaki desteğinin azalması ve olası savaşa karşı askeri gücün artırılması eksenli olmaktadır. Bölgesel savaş şimdilik hiçbir devletin açıktan göze aldığı ve çağırdığı bir süreç olmamaktadır. Öyle ki Lübnan-İsrail arası çatışmaların yoğunlaşması sonrası artan bu tehdide karşı kâğıt üstünde de olsa “felakete sürükleyecek adımların atılmaması” çağrıları yapılmıştı. Ancak bu bölgede var olan İran’ın gücü ve etkisi farklı emperyalist güçlerin “nükleer korkusu”yla da birleşince İran kendileri için en önemli tehdit olmaktadır.
Süreç böyle ilerlerken Filistin’e yönelik saldırılar her gün çeşitli biçimlerde sürmektedir. Hem emperyalistler hem de Filistin’in yanında olan devletler henüz İsrail’i engelleyici bir konum almamaktadır. Filistin’e destek olmak üzere tutuma sahip olanlar da İsrail’le tam bir karşıtlık içine girmiş durumda değildir. Arap-Çin iş birliğine katılan Filistin heyetinin Çin’den aldığı destek de henüz işgali engelleyici bir tutum yaratmayacaktır. Ancak işgal altındaki Filistin’e yönelik saldırılar, Hizbullah ve doğal olarak coğrafi olarak Lübnan’ı da kapsayan hareketlilik, en başından beri meselenin aktörlerinden olan İran, Kızıldeniz’de saldırılarını yoğunlaştıran Yemenli Husiler, Nil Nehri üzerinde çekişmede olan Mısır, halihazırda iç savaş ve çatışmaların etkisinde olan Etiyopya, Sudan vb. ülke ve devletler tam da bahsi geçen bölgesel savaş riskinin olduğu coğrafyayı kapsamaktadır. Bu bölgeye yönelik emperyalistlerin on yıllardır süren planlama ve hamleleri olası bir savaşın büyüklüğünü de göstermektedir. Bu büyüklük bölgeyi her anlamda sömürmek isteyen emperyalistler için bir bilinmezlik yaratmaktadır. İran’ın bölgedeki etkisinin kırılmadığı veya çeşitli anlaşmalarla başta nükleer olmak üzere askeri üretimin denetime alınmadığı bir senaryoda ABD ve Batılı emperyalistlerin savaş korkusuyla biraz daha ihtiyatlı hareket edeceği öngörülebilir. Çünkü olası bir bölgesel savaş yine bir süredir “korkuyla” tartışması süren yeni bir dünya savaşının tetikleyicisi de olacaktır. Emperyalizmin krizinin orta-uzun vadede dahi tersine dönmeyeceği bir düzlemde, savaş ekonomisinin yaratacağı etkinin sadece ekonomiyle sınırlı kalmayacağı ve bir bütün sistemin düzenini bozacağı açıktır.