[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle”]
Gezi 9. yıldönümüne girerken bize bıraktığı mücadele mirası ve öğrettikleriyle güncelliğini korumaktadır. Egemen sınıflar, Gezi’yi “cezalandırmaya” devam ederek yarattıkları korku iklimini yenilemeye sağlamlaştırmaya çalışmaktadırlar. Davalar, gözaltılar, tutuklamalar hız kesmeden devam etmektedir. 25 Nisan’da görülen davada 1 kişiye ağırlaştırılmış müebbet ve 7 kişiye de 18’er yıl hapis cezası verildi. Bunun üzerine de ertesi gün yüzlerce kişi Taksim’de “Gezi’yi Savunuyoruz” diyerek bir araya geldi. 3 Mayıs’ta da Ankara’da açılan Gezi Davası’nda savcı 2 sene sonra mütalaasını değiştirerek bazı sanıkların “silahlı terör örgütüne üye olma suçundan” da yargılanmasını talep etti.
GEZİ’NİN ORTAYA ÇIKIŞ KOŞULLARINA KISA BİR BAKIŞ
Gezi İsyanı ilk olarak Gezi Parkına Topçu Kışlası ve alışveriş merkezi yapılması kararı üzerine Taksim Dayanışmasının çağrısıyla 27 Mayıs 2013 tarihinde başladı. Gezi Parkı’nda çadır kurulması ile başlayan eylemler kısa sürede patlak verdi ve kabaran öfke ülkenin genelini sarmaladı. Taksim özelinde başlayan bu isyan ülkenin iki ili hariç her yere yayılıp egemenlerin çürümüş düzenine bir başkaldırı olarak tarihe geçti. İktidarın yarattığı korku barikatları aşıldı, kitleler birikmiş yoğun bir öfkeyle sokakları zapt etti.
Bu sürecin koşullarını incelediğimizde emperyalist-kapitalist sistemin senelerdir içinde debelendiği krizin etkisiyle 2012 yılı sonunda dış borcunun 408,3 milyar liraya yükselen yarı sömürge yarı feodal Türkiye’nin ekonomik çıkmaza sürüklendiğini görebiliriz. Egemen sınıfların temsilcisi olan AKP hükümeti bu borç yükünü halkın sırtına yükleyerek yağma ve talanı olağanın ötesinde artırmıştır. Yoksullaşan halk aynı zamanda baskı altına alınmış, hak ve özgürlüklerine ket vurulmuş, yaşamın her alanında sistem kitleleri zincirlemiştir.
İşçiler sömürü çarklarında köleleştirilmiş, eğitim sistemi sermayeye peşkeş çekilmiş, HES’ler ve kentsel dönüşüm adı altında doğa talan edilmiştir. İlerici, devrimci, demokratik kesimler başta olmak üzere sistemin kendine tehdit olarak gördüğü çoğu kesim alabildiğine baskı altına alınmıştır. İktidarının sarsılacağından korkan devlet hapishane sayılarını artırarak dışardaki sesi kısmayı başarmayı ummuştur. Hapishanelerde de tecridi derinleştirip tutsakları kendince teslimiyete zorlamıştır.
Üzerinden 9 yıl geçmesine rağmen bahsettiğimiz somut koşullar hâlâ mevcuttur. Hak gaspları, derinleşen sömürü, krizin faturasının halka kesilmesi, dış borcun “yeni talan ve yağma” yöntemleriyle halka ödettirilmesi gibi durumlar içinde bulunduğumuz ekonomik krizin halkın payına düşen kısmıdır. Egemen sınıflar, isyan sürecinde kitlelerin gücünün neye muktedir olduğunu gördüğünden kendi koltuğunu sağlamlaştırmak için pervasızca saldırmaktan geri durmamıştır. Baskı ve sömürü düzenine tam gaz devam etmiştir. Kendine yönelik tepkileri daha başlamadan bastırmış, en ufak hak arama talepli demokratik eylemlerde bile şiddet kullanmıştır. Ancak hiçbir baskı kitlelerin haklı taleplerini haykırmasına engel olamayacaktır. Gezi’nin mirası bize bunu öğretmiştir. Birliğin, dayanışmanın, militanlığın tüm örneklerini bir arada gördüğümüz bu isyan egemenlerin iktidarını sarsmıştır. Baskı ve zulme yeter diyerek baş kaldıran kitleler sokaklarda hesap sormuştur. İsyan bayrağını dalgalandıranlar faşizm tarafından katledilmiştir. Berkin Elvan’ın 269 gün boyunca yaşama tutunma mücadelesiyle yaptığı isyan çağrısı ölümsüzlüğünün ardından diri tutulmuştur. Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Medeni Yıldırım, Ahmet Atakan, Mehmet Ayvalıtaş direniş mevzilerinde hayatını kaybetmiştir. Onların yarım bıraktığı mücadele pratiğiyle daha ileri mevzilere atılmak bizim sorumluluğumuzdadır.
Sokakların, meydanların polisle çatışma alanına dönmesi, direnenlerin katledilmesi sistemin kitleler nezdinde teşhirini sağlamış ve tarihteki bu gibi özel anların hepsinde olduğu gibi zorun gerekliliği açığa çıkmıştır. Kitleler, kendi güçlerini fark ederek kendisinin daha güçlü olabileceği, iradesini geliştirebileceği, en azından birlikte hareket etmeyi başarabileceği sokaklarda hesap sorma cüretini göstermiştir. Sistem tarafından çizilen sınırlar yıkılmış, direnişin ateşi sokakları aydınlatmıştır.
KENDİLİĞİNDEN HAREKETLERİ ÖRGÜTLEYELİM
Günümüzde kitleler büyük bir umutsuzluk girdabına sürüklenmekte, düzen dışı bir alternatifin olacağına dair inançlarını yitirmektedir. Sokak hareketleri Gezi’den günümüze azalmış, “böyle gelmiş böyle gider”ci yaklaşım açığa çıkmıştır. Hareketlerin azalmasının sebepleri arasında kitlelerin biriken öfkesinin aktarılamaması, isyanın örgütlenememesi yer almaktadır. Bununla beraber pandemi bahanesiyle faşist Kemalist diktatörlük halihazırda azalmış olan eylemlerin hepsini salgın önlemleri adı altında yasaklamıştır. Artan baskı ve yasaklar normal olmasa da sıradanlaşmıştır. Kitlelere de hak taleplerinin illa aranacaksa kendi sınırları içerisinde aranması gerektiğini empoze etmiştir.
Düzen dışı bir alternatifin olamayacağı düşüncesi güç kaybeden devrimci hareket ile de alakalıdır. Kitleler, karşılarında değiştirici bir güç göremediklerinden sisteme yedeklenmektedirler.
Ancak sistemin miladı dolmuştur. Onu yıkıp yeniden yaratacak güç de yine kitlelerin öz gücüdür. Bu güce sahip olmadıklarını düşünseler de Gezi Direnişi’nde bu güç açığa çıkmıştır. Sadece kitlelerin öz gücüne dayanan eylemliklerin her ne kadar direniş yönü aktif olsa da esas mesele bu gücün hangi şekilde sistemi hedef alacağıdır. Kendiliğinden kitle hareketleri temelde bazı amaçlar üzerinden ortaklaşsa da belirli ideolojik hedefi olamayacağından yenilmeye mahkûmdur. Dolayısıyla bu hareketleri devrimci çizgide örgütleyebilecek tek güç olan Proletarya Partisi’nin önderliğinin gerekliliği karşımıza çıkmaktadır.
Biriken öfke dünyada egemenleri boğmaya başlamıştır. Önce Sri Lanka daha sonra İran’da halk ayağa kalkmıştır. Çünkü koşullar uygundur, yönetenler eskisi gibi yönetememektedir; halk da eskisi gibi yönetilmek istememektedir. Durgunluk kalıcı değildir, öfke akacağı kanalı aramaktadır. Devrimin tek gerçek kurtuluş olduğunun propagandası her daim yapılmalı, kitleler devrimci mücadeleye kanalize edilmelidir. Devrimci mücadele onların gereksindiği en temel şeydir. Devrimci mücadelenin kaynağı olan halk kitlelerinin kendi eylemlerine yabancılaştırılmalarına, Gezi özgülünde cezalandırmaların esas olarak halkın kendi eylemine yabancılaştırılması amacını taşıdığı unutulmamalıdır. Devrim için mücadele etmek aynı zamanda kitlelerin bilincinde yaratılmak istenen bulanıklığa karşı da uyanık olmayı gerektirmektedir. Gezi Direnişi’nden öğrenmek bunu unutmamaktır; orada ayağa kalkanın, direniş geliştirenin bugün öfkesi birikmeye devam eden halk olduğunu ısrarla hatırlatmaktır…