[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Bankacılık veya geniş anlamda finans alanı, genel istihdam ve ekonomik büyümenin itici alanlarındandır. Bankaların ve finans tekellerinin sağladığı fon ve krediler ekonomik büyümeyi pozitif yönlü etkilerler. Bununla birlikte gene kredi yolu ile reel sektörlerde, özellikle de sanayi alanlarında şirketler kısmen veya tamamen mülksüzleştirilirler de. Bu iki farklı, birbirine zıt sonuç kapitalist sistemin doğal, kendiliğinden ürünüdür. Diyebiliriz ki biri olmadan diğeri olmazdı. Sistem finansal desteğe ihtiyaç duyar ve finansal sistem bu ihtiyacı karşılarken sistemden sonuç olarak onun zararına beslenir. Birikmiş para birikmeye devam etmelidir, dolayısıyla gerçekleşerek büyümelidir. Ancak bankacılık ve finans alanındaki büyüme ve şişme genel olarak büyük riskler meydana getirir. Yatırıma dönüşmeyen, reel sektöre dönmeyen paranın değeri kaçınılmaz olarak düşer. Bu risklerin gerçekleşmesi ve gerçekleşerek giderilmesi kredi ve fonlama olanaklarının da artması anlamına gelmektedir, bu da genel yatırımlarda artışı ve ekonomik büyümeyi paralel bir şekilde olumlu yönde etkilemektedir.
Bu alan aynı zamanda sermaye ihracında da hayati bir rol oynamaktadır. Türkiye gibi yarı feodal yarı sömürge ülkelerde emperyalist sermaye ihracının, TC açısından sermaye ithalatının geliştirilmesi ve emperyalist talanın kolaylaştırılmasında Türkiye Merkez Bankası (TCMB) başta olmak üzere bankacılık sektörünün belirleyici bir rolü var. Merkez Bankası, emperyalist talanı güvence altına almak ve sermaye ihracını kolaylaştırmak için sıcak para akışını yasal olarak 2000 yılı YB-4 genelgeleri gibi yasalar ile koruma altına almıştır. Bu yasalar ve verilen güvencelerin tümü emperyalist sermayenin ülke içine çekilerek sömürü ve kaynakların talanını sağlamakta ayrıca egemen komprador sınıfların da bu sömürü ve talandan kırıntı kârlar sağlamasına yol vermektir. TC, emperyalist sermaye ihracına bağımlı bir ülkedir, egemen sınıfların varlık koşulu uşaklıktır.
Yasal olarak Merkez Bankası, hükümet ile birlikte kur ve mevduat politikaları ile ülkeyi sermaye ihracına uygun halde tutmaya çalışır. Bu olgunun daha fazla döviz girişi, yatırım ve büyüme olarak yansıyacağı öne sürülse de bunun doğruluğunu gösteren bir karşılık söz konusu değildir. Yansıyan ülke kaynaklarının emperyalist tekellere ve yerli uşaklara peşkeş çekilmesi, işçi ve emekçiler üzerindeki sömürü zincirinin daha fazla sıkılmasıdır. Bununla birlikte kurlardaki oynaklık kur arbitrajına (arbitraj: fiyat farklılıklarından yararlanarak para, kıymetli maden, tahvil ve hisse senedi alıp satma işlemi) olanak vermekte, böylece uluslararası finans tekellerine bu yolla, hiçbir reel yatırım sağlamadan kazanç olanağı sunulmaktadır. Türkiye’de yaşanan durum genel olarak ve esasta budur.
Sıcak para girişi bugün yalnızca TC’nin döviz politikalarına endeksli değildir. Uluslararası rezerv para pirimi olan ABD dolarının yöneticisi konumundaki Amerika Merkez Bankası (Fed) tarafından izlenen faiz politikaları uluslararası düzlemde borçlanma, fonlama ve likidite olanaklarını daraltmakta, böylece uluslararası krediye ve dövize erişilebilirlik de azalmaktadır. Bu durum aslında sermaye ihracında bir düşüşe reel olarak yol açmaz, çünkü rezerv para birimi değerlenmiştir. Kredi ve borçlanma olanaklarında ise ters orantılı olarak düşüşe yol açar, bu sebeple de özellikle bağımlı ülkelerde derin bir döviz krizi riski baş gösterir, yerel para birimi değer kaybetmeye başlar. Böylece cari açık büyür, borçlar artar, ithalat oranı geriler. Ayrıca sanayi ve üretim temelli ekonomik büyüme de durma noktasına gelir, kimi zaman ise istihdamda düşüş ve satın alma gücünde daralmaya yol açar. Bağımlı ülkelerin izlediği politikalar da bu sürecin etkilerini artıran veya görece daha hafif etkilerinin olmasına yol açar.
DÜŞÜK FAİZ POLİTİKASI KİME YARIYOR?
Merkez Bankası ve iktidarın para politikası bu krizin halk cephesinde daha ağır hissedilmesine yol açmakta, kriz çoğunlukla direkt halka fatura edilmektedir. Satın alma gücünün azalmasıyla, enflasyonun azmasıyla sonuçlanan bu politikaların yarattığı zorlukları halk doğrudan yaşamaktadır. Artan enflasyon ve eriyen satın alma gücüne karşılık izlenen faiz politikalarının da egemen sınıfların çıkarına uyan bir amacı var kuşkusuz. İzlenen düşük faiz politikalarından yararlanan çevreler söz konusudur. Ülkenin ekonomik yönetiminin rant ve talan merkezli bir ekonomik yönelim içerisinde olması enflasyonu onlar için önemsizleştirmektedir. Kur arbitrajından faydalanan büyük ölçekli sermayedarların dışında, Merkez Bankasından düşük faiz ile aldıkları neredeyse kredileri yüzde 500 kâr ile reel piyasaya sunan finans şirketleri ve bankalar bu politikanın kazananı olmaktadır. Yıllarca faiz lobisi olarak hedef gösterilen finans sektörü bu yolla semirilmeye devam etmektedir. Hükümet kanadından gelen “faiz lobisi faizlerin artırılmasını savunuyor” savının gerçeklikte herhangi bir karşılığı yoktur. Hazinenin iç borçlanma kağıtlarının dağıtılması ve karşılığında bankaların elde ettikleri gelirin artması da faizlerin düşüşüne bağlıdır. Yani düşen faizlerin doğrudan halka olumlu anlamda herhangi bir etkisi yoktur. Bankalar ve finans sektörü bu politikanın devamından yanadır. Bunun marjinal harcamalarda ve kamu borcunda yukarı yönlü bir ivmeye sebep olması da cabasıdır. Böylece kamu borcu artarken düşük faiz ve yerel para değerindeki gerilemenin olası bir sonucu olarak beklenen sıcak para akışı da gerçekleşmemektedir. Bu politikanın gündeme gelmesiyle başlayan tartışmalarda örnek verilip izleneceği söylenen ucuz iş gücü, geniş hammadde olanaklarına ve devlet desteklerine dayalı “Çin modelinin” de Türkiye’de herhangi bir karşılığı olmamıştır. Zira Türkiye Çin gibi bir ülke değildir…
Çarkların dönmesindeki esas kaynak olan yabancı sermaye ise kur oynaklığına dayalı riskler sebebi ile sınırlıdır ve gelen de arbitraj amaçlı, yani kur oynaklığından faydalanma amaçlıdır.
İç yatırımlarda ise kredi olanakları olsa da reel sektörde maliyet artışları, özellikle hammadde ve enerji fiyatlarındaki keskin artış sebebi ile olumlu görünüm ve beklenti yoktur. Ayrıca Merkez Bankasının düşük faizinden yalnızca finans sektörü faydalanmakta diğer sektörlere ise politika faizinden hayli yüksek olan piyasa faizinden işlem yapılmaya devam edilmektedir.
Bu koşullar altında Şubat 2023 yılı cari açık verilerinde de görüldüğü gibi son 12 aylık cari açık 55,4 milyar dolar ile 2012’den bu yana kaydedilen en yüksek seviyeyi görmüştür. TC’nin cari açığının bu şekilde tırmanmasına sebep olan iç ve dış etkilerin devam ediyor oluşu ile birlikte yıl sonuna kadar bu görünümü olumlu yönde değiştirecek herhangi bir gelişme de beklenmemektedir. Elbette bu tablo, kamu ve özel sektörün dış borcunda da paralel bir atış olarak ortaya çıkmaktadır. 2023 Mart ayı verilerine göre TC’nin dış borç stoku milli gelire oranla yüzde 50,7, yani 459 milyar dolar ile tüm zamanların rekorunu kırmıştır. Genel brüt borçlanma 4 trilyon civarında olurken gelirin ise -büyük kısmı neredeyse vergiler olmak üzere- borçlanmanın çok altında olduğu görünmektedir. Böylesi bir tablo içerisinde borçlanmanın daha da artacağı öngörülürken bu artışın karşılığında vergilendirme ve halk üzerindeki sömürünün artırılması daha fazla gündem olacaktır.
DÖVİZ VE ALTIN TALEBİNE PERDELİ SERMAYE KONTROLÜ
Yatırımcılar cephesinden Türkiye’deki ekonomik görünüm, güvenli limanlara veya kısa vadeli, öngörüsü zor olmayan alanlara yönelmelerine sebebiyet vermektedir. Bu alanların başında ise döviz ve altın talebi olmaktadır. Dünya çapında altına olan rağbet yüksek durumdayken TC gibi risklerin daha yoğun olduğu alanlarda bu talebin artarak devam ettiği görülmektedir. Artan döviz kaçışı ve kontrolden çıkan mevduat hesaplarını bir miktar kontrolde tutabilmek adına Kur Korumalı Mevduat (KKM) modeli ortaya çıkarıldı. KKM gibi, döviz kontrolü amaçlı uygulanan politikalar ise borç yükünü artırırken bu alanda da rekor artışlar görülmektedir. 12 Mayıs itibari ile döviz-TL mevduatının büyük bir bölümünü 119,9 milyar dolarlık hacim ile KKM oluşturmaktadır. Ancak bu politikalar da kurdaki oynamayı dengeleyememekte ve TL’deki değer kaybının engellenmesine yeterli olmamaktadır. Bu sebeple de devlet seçim öncesi kimi müdahalelerde bulunmuş, döviz çıkışı ve altın alımına sınırlamalar getirilmiştir.
Merkez Bankası son olarak döviz talebini azaltmak adına birçok şirketin borçlanma ve iflas risklerini göz önünde bulundurmadan bankalara sözlü talimat yolu ile döviz alım limitinin azaltılması talimatını vermiştir. Ayrıca kredi ve avans alımlarına yönelik de kısıtlamalar aralıklarla uygulanmaya başlamıştır. Bu kısıtlamaların en büyük zararını sanayi sektörü görmektedir. TC sanayi işletmelerinin büyük ölçüde imalat ve montaj sanayiden oluşması, bu alanın en temel parçalar ve hammaddede dahi dışa bağımlı oluşu döviz işlemlerinde gelen sınırlama ile birlikte imalatı olumsuz olarak etkilemektedir. Bu da yine artan fiyatlar, enflasyon ve halk için ağırlaşan yaşam şartları anlamına gelecektir.
TC, döviz talebinin sebepleri ile ilgilenmezken talebi daha sert yöntemler ile yani çeşitli sınırlamalar ve baskı yolu ile azaltmaya çalışmaktadır. Öyle ki 50,000 dolar üzeri sermaye çıkışlarında eğer ikna edici bir gerekçe sunulmaz ise bu para yurt dışına çıkarılamamaktadır.
Bu gibi kısıtlamaların artması, ekonomik alanda bir sıkı yönetim uygulanması beklentiler arasındadır. Aksi halde rezervlerde zorunlu ödemeler için dahi dövizin yetersiz olduğu belirtilmektedir. Bu şekli ile üretim alanlarında yaşanması olası herhangi bir arz şoku ile istihdamda daralma ve enflasyonda tırmanma görülebilecektir.
POLİTİKA FAİZİNDE ARTIŞ ENFLASYONU DÜŞÜRÜR MÜ?
Denilebilir ki para politikasında dümen kırmanın sonucunda enflasyonda düşüş ve yaşam şartlarında kısmi bir iyileşme sağlanabilir. Ancak ekonomideki bu genel görünüm içerisinde, para politikasında herhangi bir değişiklik de bu şekli ile karşılık bulmayacaktır. Enflasyonun tek sebebi faiz politikası değildir; faiz politikasından kimlerin kazançlı çıktığı, üretimin ve istihdamın ne biçimde seyrettiği, kur farkının yansımaları gibi sıralanabilecek başlıkların bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Bugün itibari ile Merkez Bankası tarafından politika faizi artırılsa dahi üretim alanlarında yaşanacak daralma ve büyümede görülecek düşüş de yine istihdam ve üretimde düşüşe, arz yönlü kısılma sebebi ile yeniden fiyat artışlarına yol açacak, enflasyonda düşüşe kısa vadede bir etkide bulunmayacaktır. Aksine düşük faiz ortamında da yaşanan kredilenme zorluğu yüksek faiz koşullarında kendisini daha da hissettirecek, finansal sistem baskı altına girerek üretimde düşüşe neden olacak ve istihdamı olumsuz etkileyecektir.
Bu durum bir olguya işaret etmektedir: TC bütünlüklü olarak bir açmazdadır.
Tüm bu görünüm içerisinde, uluslararası ölçekte emperyalistler arası çekişmenin seyrine göre ve ağır uluslararası kriz riskleri içerisinde TC’nin büyük bir çöküntünün kıyısındadır. Sistem içi diğer kliğin mevcut iktidardan farklı olarak faiz politikasında değişikliğe gitmesi, borçlanma olanaklarına sahip olması halk açısından yaşam şartlarının iyileşmesi anlamına gelmemektedir. Her hâlükârda bu görünümün faturası halka çıkarılacaktır. Gerici devletin tek gelir kaynağı olan emperyalist talanın önünü açarak kırıntılarından faydalanma, sömürü ve vergiler, kısa vadeli borç yükünün artması ile birlikte halk üzerindeki baskıyı artıracaktır. Sistemin kendi içerisinde herhangi bir çözümü mevcut değildir, sorun yapısal bir sorundur. Halk açısından sistem içi herhangi bir kliğin izleyeceği ekonomik politikalardan kazanç olmayacaktır.