Tarihsel olarak toplumsal gelişimin basamağı olan olgular teknik gelişimlere indirgenemez. Teknik birikim, toplumsal hayata sirayet ettiği ve bu birikim insan toplumunca verimli işlendiği ölçüde gelişimin basamaklarından söz etmek mümkün olabilmektedir.
Son 100 yılda üretim araçlarında ve günlük kullanımda olan araçlarda gelişimin bu denli hızlı olmasının arka planı da yine insan toplumunun gerçeğe uygun teoriler inşa edebilmesi ile doğrudan ilintilidir. Çünkü söz konusu gelişim yalnızca, bir makinenin yapılmasının ardından daha gelişkin makinelerin yapılması daha fazla birikim elde edilmesiyle gerçekleşmemektedir. Bu mekanik bu yaklaşım olur. Kültürel ve bilimsel bilginin gelişimi her defasında nitel bir sıçrama gerektirir ve bu da her aşamadaki ve her parçadaki bilginin toplumsal hafızada yer etmesiyle ve bir toplumsal pratikle gerçekleşmesiyle, dolayısıyla birikimin doğru temeller üzerinde teorileştirilmesiyle olanaklıdır. Birikimin sağlanması aynı zamanda her alan için devrimlerin temeli olur, bu bir devrim potansiyeli olarak tanımlanabilir; ancak birikim devrimci bir teori ile birleşmeden daha ileri düzeyde gelişime kapı aralayamaz.
Sanayi Devriminden sonraki uzun bir dönem makinelerin seri üretime uygun biçimde gelişmesini, günlük hayatta da ulaşım gibi kimi alanlarda çeşitli araçların kullanıma girmesini beraberinde getirmişti. Aynı zamanda doğa bilimlerinde yine aynı süreçte yaşanan birikim, daha boyutlu ve ileri gelişim için uygun zeminin oluşmasını sağlıyordu. Ancak 20. yüzyılın başına kadar fizik gibi bazı doğa bilimlerinde var olan dogmaların yıkılması ve yine bilim üzerindeki idealist prangaların büyük ölçüde kırılması pek sağlanabilmiş değildi. Bunun en önemli örneklerinden biri, günlük hayatta kullandığımız en basit elektronik gerecin dahi temelinde yatan teknik her iş fizik biliminde yaşanmış bir gelişmeyi içerir. 19. yüzyıl biyoloji gibi birçok bilim alanında cüretli çıkışlara sahne olmuşsa da fizik, metafizik dünya görüşünün duvarlarını henüz derinlemesine kırabilmiş değildi. Öyle ki, atom altı parçacıklar ve enerji alanında ortaya çıkan yeni keşifler yorumlanırken neredeyse maddenin var olmadığına dayanak sağlayacak biçimde teoriler oluşturulmaya çalışılıyordu. Elbette gerçeklere yaslanmayan bu teoriler gelişim bir yana, kabul görmesi halinde gelişimin önüne ket vuracak biçimde oluşturulmaktaydı. Ancak birikim öyle bir dereceye kadar ulaşmıştı ki artık gerçek reddedilemez biçimde tüm açıklığı ile insanlığın önünde duruyordu. Böylece 20. yüzyılın ilk yılları, fizik alanında da devrimci bir gelişmeyi beraberinde getirdi.
Artık fizik, gözlemleyebildiğimiz maddenin ve etkilerini birincil elden hissettiğimiz kuvvetlerin tabiatını incelemek bir yana, gözlemleyemediğimiz küçüklüklerin ve büyüklüklerin doğasını da ön görmeye başlamıştı. Atomaltı parçacıkların keşfi ve onların davranışlarını açıklama çabaları, henüz geçtiğimiz yüzyılın başında devrim niteliğindeki iki teorinin doğmasını sağladı. Bunlardan biri, evrendeki büyüklükler ve onların hareketinin altında yatan kuvvetlere ilişkindi. Özel ve genel görelilik teorisi atom altı parçacıklara dair kimi öngörüler ve bilimsel buluşlara temel olsa da esasta kütleçekim ve bir yere kadar elektromanyetizmanın yanı sıra uzay-zaman dokusuna dair bugünkü bilgimizin ve algımızın temelini oluşturmaktaydı. Bir diğeri olan kuantum mekaniği ise atom altı temel parçacıkların doğasının üzerindeki sis perdesinin kaldırılması, bu parçacıkların hareketi ile ilintili olan elektromanyetizma, zayıf ve güçlü nükleer etkileşimlerin anlaşılmasını sağlamak adına ortaya çıkmıştı. Fizikteki bu devrim, işte insanlık tarihinde görülmemiş derecede büyük bir hızla teknolojik ve teknik gelişim sağlanmasının önünü açmıştı. Bu iki teori sayesinde, izlediğimiz televizyondan kullandığımız akıllı telefonlara ve navigasyon sistemlerine, sağlık alanında kullanılan tanı ve tedavi araçlarından, fırlatılan uydulardan, kullanılan ulaşım araçlarının çeşitli aksamlarına, fabrikalardaki gelişmiş yarı-otonom makinelerden, bilgisayarlarımıza kadar birçok aracı geliştirebilme olanağı bulmuş olduk. Bugün fizikte yaşanan bu devrimin ürünleri, toplumsal yaşamımızın vazgeçilmez unsurları haline gelmiştir. Tüm bunlar, bu devrimin ürünleri, insanlığın bir anlığına tabiata idealizmden ve metafizikten bir ölçüde arınmış biçimde bakmasının sonucu gerçekleşebilmiştir.
Bu iki teori, kuantum mekaniği ve görelilik teorileri birbirini besleyerek ve aynı zamanda ayrıksı olarak gelişimini sürdürmüş, nihayetinde “varlığın” daha derin temellerine doğru bilimin kulaç atmasını sağlamıştır. Elbette, fizikte hiçliğe ve nihai bir sona teorik olarak yer yoktur. Ancak çözülemeyen, paradoks gibi görünen bilmeceler de açılan her yeni kapının ardından yeniden ortaya çıkmaktadır. Bu iki teori ile fizik her ne kadar büyük bir ileri atılım sağlayabilmişse ve 20. yüzyıla kadar taşınan paradoksların büyük bir kısmına cevap olabilmişse de bugün bu teorilerin aşamadığı ve çözüm sunamadığı yepyeni sorunlar insanlığın önünde durmaktadır.
Bu iki teorinin kimi engelleri esasta aşamamasının temel nedeni, her ne kadar birbirini besleyen ve ayrı ayrı oldukça iyi çalışan iki teori olmasına rağmen, bir türlü birleştirilemiyor oluşudur. Çünkü, her ne kadar görelilik teorileri ile evrendeki cisimlerin kütleçekimsel davranışlarını açıklayabiliyorsak da kütleçekim kuvvetinin kendisine dair önümüzde duran birçok gizemi henüz aydınlatabilmiş değildir, bunun için yeterli öngörü bu teori ile sağlanamamaktadır. Ya da kuantum mekaniğinin aynı sorunlarda öngördüğü çözümlerin bilimsel ispatının yapılabilmesi bugünden bakıldığında neredeyse imkânsız durmaktadır. Örneğin, bir kara deliğin varlığına ve kabaca yapısına dair bu teoriler ile önemli miktarda isabetli öngörü yapılabilmekte ve bu öngörüler ispatlanabilmektedir. Ancak kara deliğin olay ufkuna gelindiğinde, yani ışığın dahi kurtulma ihtimalinin kalmadığı ve gidebileceği tek yönün kara delik olduğu evre ve sonrasına dair öngörülerimiz tam doğru bir ifadeyle sınırlı kalmaktadır. Yine evrenin ilk dakikalarına kadar çeşitli öngörüleri yine kuantum mekaniği ve bir ölçüde görelilik teorisi ile yapabiliyor olsak da, daha erken süreci ve “ilk dürtüyü” bu teoriler ile açıklamak pek mümkün olmamaktadır. Parçacıkların yapısı ve kütle kazanma süreci gibi birçok olguda bu teorilerin verimsiz kaldığı açık kapılar mevcuttur. İhtiyacımız olan, bu iki teorinin bir arada çalışabilmesini sağlayacak yeni bir teori, “her şeyin teorisi”nin inşa edilmesidir.
Kuantum-kütleçekim teorisi veya “her şeyin teorisi olmaya” aday birçok yaklaşım ortaya atılmaktadır. Kuantum mekaniğinin metateorisi konumundaki kuantum alan teorisi, sicim teorisi gibi teoriler bu konuda öne çıkmaktadır. Elbette, teorik fiziğin oldukça derin ve anlaşılması zor olan bu teorilerinin matematiksel açıklamasından ve yine matematiksel ispat ve “olabilirliğinden” çok, belli başlı temel öngörülerini aktarmak ile yetineceğiz.
Kuantum alan teorisi, aslında sınırları ve içeriği net olarak çizilmemiş, gelişmekte olan bir teoridir, kuantum mekaniğinin devamı olarak anlaşılmaktadır. Bu sebeple de bu teorinin karşılaşılan sorunlara çözüm olma becerisi, yine kendisine dayanak olan alt teorilerdeki gelişim ile mümkün olacaktır. Bir kapsayıcı teori olarak ortaya çıkarken temel konulara yeniden açıklama getirmeye de çalışmaktadır. Bu teori bu sebeple işe temel tanımlardan başlamaktadır. Buna göre, tabiatın en temel küçüklük birimleri atom altı parçacıklar değil, kuantum alanlardır. Bu alanları birbiri ile üst üste, sonsuz ve evrenin tümünü kapsayacak şekilde bir okyanus gibi düşünmek algımızı daha da kolaylaştırmaktadır. Bu okyanusun yüzeyindeki dalgalar yani kuantum alanlardaki dalgalanmalar, kuantum parçacıkların açığa çıkmasını sağlamaktadır. Kuantum alanlardaki titreşimler, örneğin elektromanyetik alandaki titreşim bir sanal elektron ve karşıt elektron (pozitron) çiftini doğurur. Bu sanal parçacıklar çeşitli sebepler ile anında birbirini yok edemez ise birer parçacığa dönüşür. Yani temel parçacıklar, okyanustaki dalgaların tepe noktası, kuantum alanların uyarılmış halleri olarak değerlendirilir. Bu parçacıklar arasında temel kuvvetler iletilir, yani iki elektron arasında elektromanyetik kuvvet etkileşimi sağlanır, bu iletimin sebebi ise bozonlar gibi kuvvet taşıyıcılardır. 4 temel kuvvetten elektromanyetizma, zayıf ve nükleer kuvvetler bu teoride açıklanabiliyor olsa da kütleçekim henüz doğru biçimde kendine yer edinememektedir. Her ne kadar kütleçekim kuvvet taşıyıcı parçacığı olduğu düşünülen graviton gibi varsayımsal parçacıklar ile sorun giderilmeye çalışılsa da bu parçacığın varlığına dair en küçük bir iz dahi yoktur. Yani kuantum alan teorisi henüz “her şeyin teorisi” değildir. Ancak kuantum alanlara dair öngörüleri, birçok yeni keşfin ortaya çıkmasına ve özellikle kuantum fiziğinin önemli bir eşiği atlamasına yol açmıştır.
Diğer teoriler de benzer bir kaderi paylaşmaktadır. Sicim teorisi gibi, yine atomaltı parçacıkların aslında daha temel olan ve bir Planck boyutundaki sicimlerin titreşmesi sonucu oluştuğu öngörüsünde bulunan ve 4 temel uzay-zamansal boyutun yanı sıra en az 6 boyutun (uzay-zamansal boyutlara ek olarak daha alt boyutlar) daha eklenerek kimi çözümler üreten teoriler de yine aday olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu teorinin deneysel ispatı da bugünden bakıldığında neredeyse imkânsızdır. Her ne kadar birçok fizikçi tarafından eşsiz bir matematiğe sahip olduğu ve teorik fiziğin bugün için en temel teorilerinden biri olduğu belirtilse de kimi fizikçiler tarafından da deneysel olarak işlevsiz olduğu ve bu konuda kendi içinde “oldukça güvenli bir teori” olarak inşa edildiği için fiziğin temel sorunlarına cevap olmaktan uzak olduğu belirtilerek eleştirilere konu olmaktadır. Tüm bunlara rağmen bu teorilerin öngörülerinin peşinden giden fizikçiler henüz temel sorunlara dair köklü çözümler çıkaramamış olsa da bu teorilerin birçok yeni keşif için birer fener oldukları da bir gerçektir.
Bugün için sorunun temeline dair var olan kanı, daha çok bilgi-birikimin mevcut paradoksların çözümü için henüz yeterli evreye ulaşamamış olmasıdır. Bununla birlikte, bu yönlü temel sorunlarda bilgi-birikim ediniminin önündeki en büyük engellerden biri bilimi kendi sisteminin ihtiyaçları uğruna ürün üretmekle sınırlayan kapitalist sistemdir. Yapılan her çalışmaya, “benim sömürüyü derinleştirmeme nasıl bir faydası olacak” biçiminde bakan sistem, kaynakların tümünü de sömürüyü derinleştirmede kendisine araç olacak alanlara kaydırmaktadır.
Bilimsel çalışmaların kapitalist sistemde her ne kadar özgür bırakıldığı ve desteklediği propagandası yapılsa da aslında öncelik insan toplumunun yararı değil, sistemin unsurlarının birbiri ile rekabeti için daha gelişkin araçların yapılması ve üretilmesi ve talanın daha pervasız biçimde gelişmesinin önünü açmak amacı ile bilimi kullanmaktır. Geçmişe göre doğa bilimlerinde idealist görüşlerin güç kaybettiği görülse de idealizmin bilim üzerindeki tahakkümü bu biçimde geçekleşmeye devam etmektedir. Yani sistem, tüm gericiliği ile bilimin çevresini sarmıştır. Bu sebeple gerçek ile temas eden bütünlüklü teorilerin inşa edilebilmesi için kaynak ayırmaktan çok, kendisini diğer emperyalist tekeller ile rekabette önde tutacak çalışmaların öncelenmesini rahatlıkla bilimsel çalışmaların merkezi haline getirebilmektedir. Bu durum da bilimin insan toplumunun gerçekleri ve ihtiyaçları ile ne derecede örtüşen teoriler ve çalışmalar üretebileceğine dair şüpheleri diri tutmaktadır.
Doğa bilimlerinin yeni ve sürekli devrimlere ihtiyaç duyduğu açıktır. Bu devrimlere giden yolda gerçekler ile temas eden teorilere dayanak olacak birikimin sağlanmasının yolu ise insan toplumunun ihtiyaçlarını önceleyen ve buna göre kaynak oluşturabilen bir bilimsel çalışma disiplinidir. Ancak gerici sistem var olduğu müddetçe bunun sağlanmasının önünde engel olmaya devam edecektir.