Ülke politik atmosferi, 31 Mart yerel seçimlerinin ardından çalkantılı bir süreç yaşıyor. Ekonomik kriz ve uluslararası siyasi koşullar nedeniyle hükümet, CHP, TÜSİAD ve diğer hakim klik temsilcileri hep bir ağızdan milli birlik ve beraberlik, asıl sorunlara yoğunlaşma ve normalleşme gibi söylemler kullansa da klikler arası çatışma ve karşı taktikler artarak devam ediyor. Asker cenazesinde CHP Başkanı Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırı ise bu rekabet ve çatışmanın daha da artacağını göstergesi oldu.
Daha önce Erdoğan ve Bahçeli tayfasının özelde İçişleri Bakanı Soylu’nun, asker cenazeleri üzerinden Kılıçdaroğlu’nu hedef haline getiren açıklamaları biliniyor. Ankara Çubuk’taki saldırının ardından Bahçeli, Soylu ve çeşitli AKP’liler tarafından yapılan açıklamalar, açıktan olmasa da AKP/MHP bloğunun saldırıyı savunan ve meşrulaştırmaya çalışan bir tutum takındığını ortaya koyuyor. Kılıçdaroğlu’na net bir biçimde, HDP’nin desteğiyle seçim kazanmanın bir bedeli olacağı mesajı verilmektedir. Fakat iktidar bloğunun kaygıları ve yapmak istedikleri sadece bununla sınırlı değildir. Halihazırda kendi partisi nezdinde dahi ikna edici ve cesaretlendirici bir liderlik gösteremeyen, her koşulda sağ-muhafazakar kitleyi referans alan, sokaktan ve kitlelerin tepkisinden öcü gibi korkan ve sürekli uzlaşma (geri vites) çağrıları yapan Kılıçdaroğlu nezdinde bu yeni saldırının frenleyici bir etkisi olacağı düşünülebilir. Hakimiyet mücadelesinde, CHP ve temsil ettiği kliğin pasif ve korkak siyaseti AKP/MHP bloğunun elini güçlendirmekte ve bu kliklere milliyetçi-şovenist propagandadan pratik komplo ve saldırılara kadar siyaseti değişik birçok araçla hayata geçirme şansı tanımaktadır.
Kılıçdaroğlu’na saldırının arkasındaki siyasi yönlendirme ve saldırıya devlet güçlerinin müdahalesizliği orta yerde dururken “derin devlet” tartışmalarının yeniden ortaya atılması manidardır. Özellikle AKP’yi aklama çabasındaki kalemşörler tarafından bu yönlü tartışmalar çoğaltılmaktadır. Bu sayede yine “büyük oyun”a ve “kargaşa isteyenlere” karşı birlik-beraberlik çağrıları yapılmakta, AKP’ye karşı yönelimin önü alınmak istenmektedir. Bütün bunlar gösteriyor ki halkı etkilemek için kullanılan “ülkenin geleceği, birlik-beraberlik, normalleşme” gibi her söylem hakim sınıf klikleri için kendi hakimiyetini tesis etmenin araçlarından başka bir şey değildir. Bu AKP için böyle olduğu gibi CHP için de böyledir. Düzen siyasetinde zalimin de “mağdurun” da tek bir amacı vardır; iktidar olmak, sermayeyi elinde tutmak, baskı ve sömürü düzeninin efendisi olmak…
Türkiye’de hakim sınıf klikleri nezdinde ekonomik ve siyasi kriz koşullarının çıkmaza girdiği dönemlerde devlet hakimiyeti üzerinde çatışma daha da belirginleşir. Bu dönemlerde siyasi komplolar, ‘kuraldışı’ müdahaleler, katliamlar ve “faili meçhul” olaylar da artış gösterir. “Derin devlet” tartışmaları özellikle bu süreçlerde daha öne çıkmaya başlar. Devlet, sistemin “bekası” için, hakim sınıf klik mücadeleleri karşısında özerk bir gerçeklik kazansa da devlet hakimiyeti özgülünde yürütülen tüm mücadelelerde komprador kliklerin ve emperyalistlerin doğrudan veya dolaylı müdahaleleri söz konusudur. Bu anlamda “derin devlet” denen şeyin devletin kendisi olduğu: bu kapsamdaki pratiklerin devlet yönetiminin ‘özgün’ araçları olduğu ve devletin de -hakim kliklerden ‘özerk’ veya ‘bağımsız’ görünümlerine karşın- hakim güç ilişkilerinin bir eseri olduğu bilinir.
31 Mart yerel seçimlerinin ardından hakim sınıf klikleri nezdinde ortaya çıkan tablonun ülkedeki devlet ve yönetim ilişkileri bakımından bir değişim sancısı olduğu söylenebilir. Ülke yönetimi, yani hükümet ve birçok devlet kurumu AKP ve Erdoğan’ın elinde bulunsa da belli başlı büyükşehir belediyelerinin kaybedilmesi görünenden daha fazla bir anlam taşıyor ve daha farklı gelişmelere işaret ediyor. Büyükşehir belediyeleri iş ve sermaye olanakları bakımından AKP’nin önemli bir gücü elinde tutmasını sağlıyordu. Dahası kendisine bağlı sendikalar üzerinden ciddi bir işçi kitlesini kontrol edebilmesine olanak sunuyordu. İstanbul başta olmak üzere önemli kimi büyükşehir belediyelerinin kaybedilmesi, AKP’yi ayakta tutan sermaye, çıkar ve iş ilişkilerinin ve bunlar üzerine kurulu ittifakın dağılmasına sebebiyet verebilecek niteliktedir. Daha da önemlisi ekonomik kriz koşullarında, bu kayıplar, siyasi krizi ve AKP’nin kendi iç krizini daha da derinleştirerek Erdoğan’ın ve AKP’nin hakimiyetine son verecek bir sürecin de ön habercisi olabilirler.
Tam da bu süreçte eski Başbakan A. Davutoğlu’nun “Cumhurbaşkanlığının toplumun yarısı ile kopuş yaşadığını” belirten, AKP’ye birçok başlıkta eleştiriler getiren uzun açıklaması gündeme geldi. Açıklama o kadar çok konuya değiniyordu ki kimilerince “manifesto” olarak lanse edildi. Oysa Davutoğlu, faşist kimlikten ödün vermeksizin, AKP’nin kuruluş ve gelişme dönemini savunuyor, toplum tarafından kabul gören ve vizyon sahibi bir AKP nostaljisi yaratmaya çalışıyordu. Davutoğlu’nun yazısında dikkat çeken önemli konulardan birisi, Cumhurbaşkanlığı sistemine getirdiği eleştiriydi. Davutoğlu’na göre partili Cumhurbaşkanı olabilir ancak Cumhurbaşkanı partinin de genel başkanı olmamalıymış. Bilindiği gibi A. Gül ve A. Davutoğlu’nun yeni bir parti kurma hazırlıkları olduğu son dönemde çokça dillendirildi. Davutoğlu’nun AKP’yi sahiplenen fakat ona eleştiri ve öneriler getiren bu çıkışı birçok bakımdan yorumlanabilir. Eğer yeni parti kurma hedefi ciddiyse bunun ona hazırlık bir içerik taşıdığı, AKP içindeki ve dışındaki kesimleri etkileme kaygısı güttüğü söylenebilir. Başka bir açıdan ise Erdoğan’ın AKP Genel Başkanlığı’nı bırakarak adım adım ‘emekliye’ ayrılmasına dönük bir çağrı ve girişim olarak görülebilir. Ancak açık olan bir şey var ki Erdoğan kendi hakimiyetinin azalacağı bir siyasi süreci kendi rızasıyla kabullenmeyecektir. Bu durumda Davutoğlu’nun çıkışının ne anlam ifade ettiği ilerleyen zamanlarda daha da netleşecektir.
Açıktan olmasa da benzer bir tartışma E. İmamoğlu üzerinden yapılmaktadır. Erdoğan’ın İBB Başkanlığından başlayarak ülke yönetimini ele geçirmesiyle benzerlik kurulan tartışmalar hakim sınıfların bu sefer CHP kanadındaki alternatif arayışı olarak değerlendirilebilir. İmamoğlu’nun TÜSİAD’dan aldığı iltifat, geniş kitleler nezdinde sağladığı etki, Alparslan Türkeş ve Turgut Özal’ı yad eden açıklamaları ve milliyetçi-muhafazakar ve sol modernlik arasında çizdiği profille birlikte hakim sınıflar için üzerine yatırım yapılmaya değer bir gerçeklik kazandığı ortadadır. CHP’deki “liderlik” sorunu ve iktidara alternatif olabilme bakımından da İmamoğlu figürü şimdilik elverişli görünmektedir.
Ülkemiz siyasi tarihi, hakim sınıfların emperyalist efendileriyle de ilişkili bir biçimde birçok yönetim değişikliğine tanık olmuştur. Bu bazen askeri darbeler genellikle ise seçimler yoluyla gerçekleşmiştir. Ancak seçimler aracılığıyla olsa dahi -devlete hakim olan kliklerin yer değiştirmesinde olduğu gibi- ülkemizdeki ciddi yönetim değişiklikleri bir şekilde seçim dışı çatışma ve müdahalelerin sonucunda gerçekleşmiş, seçimler sadece bunun yasal ve “demokratik” kılıfı olagelmiştir. Bugün hakim kılınan Başkanlık sistemi devlete ait birçok güç ve ilişkiyi tek merkezde toplayarak hükümetteki değişiklikleri dahi bir bütün devlet yönetiminin el değiştirmesi zorunluluğuna bağlayan bir yapı oluşturmuştur. Bu da devlet yönetimindeki her bir değişim ihtimalinin, klikler arası hakimiyet ve devlete sahip olma savaşının bir aracına dönüştüğü bütünsel fakat kırılgan bir yapıyı ortaya çıkarmıştır. Bugün ekonomik ve siyasi kriz koşullarıyla birleşen yerel seçim sonuçlarının bu kadar gürültü koparmasının bir nedeni de söz konusu yönetim sistemidir.
Görünen o ki AKP ve Erdoğan iktidarını yaşatabilmek için her yolu denerken diğer yandan İmamoğlu ve Gül-Davutoğlu tartışmalarında olduğu gibi sisteme yeni alternatifler yaratılmak istenmektedir. Yerel seçimlerin ardından MHP’nin AKP ve Erdoğan karşısında daha “hür” açıklamalarda bulunması AKP/MHP bloğundaki potansiyel kırılmaların da işaretini vermektedir. Bu tabloya Kürt ulusal mücadelesi ve Suriye’deki gelişmelerin etkilerini, emperyalistlerin doğrudan veya dolaylı müdahalelerini ve ayrıca işçi sınıfının biriken potansiyelini eklediğimizde gelecek sürecin hakim sınıflar için hiç de kolay geçmeyeceğini söyleyebiliriz. Bu tablo hakim klikler arası ve klik içi rekabet ve çatışmaları artıracağı gibi, faşist bloklaşmalarda da değişimlere etki edebilecektir. Gelecek süreç sadece hakim sınıflar için değil işçi sınıfı, emekçiler ve Kürt ulusal mücadelesi bakımından da sistemin ve devletin saldırılarının yoğunlaşacağı zor bir döneme tekabül edecektir. Komünistler işçi sınıfı ve halkın çelişkilerinin örgütlenmesine yoğunlaşarak, hakim sınıfların -eski ya da piyasaya yeni sürülen- siyasi aktörlerine karşı bilinçlendirme görevini üstlenmek zorundadır. İşçi sınıfı, halk ve ezilen Kürt ulusunun haklı tepki ve beklentilerinin faşist düzen partilerine veya burjuva-reformist oluşumlara yedeklenmek istenmesine karşı her alanda mücadelenin yoğunlaştırılması gerekmektedir ve bu günün ihtiyaçlarına uygun bir iradeyi ortaya koymakla mümkün olacaktır. Bu iradenin güncel anlamlarından biri de 1 Mayıs Taksim iradesinde kendini gösterecektir.
*Bu makale Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 25 Nisan 34. sayısından alınmıştır.