Yine bir gece yarısı yapılan operasyonla görevden alınan Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal’ın yerine Şahap Kavcıoğlu getirildi. Bu atamayla TC tarihinde ilk kez, Merkez Bankası’na 20 ay içinde dördüncü başkan atanmış oldu. Aslında Naci Ağbal henüz 4,5 ay önce göreve getirilmişti. Ağbal’ın görevden bu kadar kısa süre içerisinde alınması, ekonomide işlerin söylenilenin aksine hiç de iyiye gitmediğini göstermektedir. Diğer yanıyla Naci Ağbal’ın görevden alınmasının ardından attığı “Sayın Cumhurbaşkanımıza Merkez Bankası Başkanlığı dahil bugüne kadar uygun görerek atadığı tüm görevlerden dolayı teşekkür ederim. Bugün itibariyle görevden alınmam nedeniyle de şükranlarımı arz ediyorum. Rabbim hepimizin hakkında hayırlısını nasip eylesin” tweeti ise yalakalıkta gelinen aşamayı ve başarısızlığın yüzsüzce yumuşatılmaya çalışıldığını bizlere göstermektedir.
AKP-MHP Hükümeti ve onun başkanı Tayyip Erdoğan’ın en sık başvurduğu yöntemlerden biri, işlerin kötüye gittiği alandaki sorumluları hedef gösterip (bir anlamda ortada bırakıp), bütün sorumluluğu onlara yıkarak işin içinden çıkmaktır. Ancak damat Berat Albayrak’ın yine bir gece yarısı görevden alınması gibi, Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınması da var olan kötü tabloyu iyiye çevirememektedir. “Çıplak Kral” artık herkes tarafından görülmektedir. Çünkü bu yapılanlar halkımızın yaşamını doğrudan etkilemekte, yoksulluğu, sefaleti, açlığı daha fazla derinleştirmektedir.
Bu görevden alınmaların, yalakalıkların, ihanetlerin burjuva-feodal politikada elbette bir karşılığı var ve her iki kesim (görevden alınan da, göreve getiren de) bunu rutinin bir parçası olarak tolere etmekte veya yemektedir. Ancak bu ayak oyunlarının, ince hesapların işçi ve emekçiler, ezilen halk kitleleri cephesine yansıması oldukça sancılı ve uçurumu derinleştiren bir yapıdadır.
BİR GECEDE ORTAYA ÇIKAN MİLYONERLER, BİR GECEDE YOKSULLAŞAN EMEKÇİLER
Son yapılan Merkez Bankası Başkan değişikliğinin şoku (19 Mart Cuma gecesi piyasalar kapalıyken yapılmıştı) 22 Mart Pazartesi günü piyasalar açılınca açığa çıktı. Pazartesi günü piyasaların açılmasıyla TL, Dolar ve Euro karşısında yüzde 17’ye yakın değer kaybetti. Bu değer kaybı TL’nin Ağustos 2018’deki değer kaybına benzemektedir. TL’nin bu şekilde düşüşün sonuçlarından birisi, başta gıda ürünleri olmak üzere birçok üründe fiyat artışları ve tüketicinin alım gücünün biraz daha düşmesi şeklinde yansımasını buldu.
Peki TL’nin yaşadığı değer kayıpları alım gücünü neden bu kadar derinden etkiliyor?
Bu sorunun birçok cevabı olabilecekken, en önemli nedenler, Türkiye’nin hem yüksek oranda ithalatçı bir ekonomi olması hem de 2000 sonrası uygulanan IMF ve Dünya Bankası politikalarıyla tarımı olumsuz etkileyen büyük bir yapısal dönüşümün gerçekleşmesi, bu konuda etkili oldu. Köylüler ve tarım; köylüyü desteklemeyen politikalarla, kotalarla, sübvansiyon kısıtlamalarıyla, mazota, gübreye sürekli zamlarla üretemez, kendi kendine yetemez bir pozisyona getirildi. Dolayısıyla Dolar ve Euro’da gelişen dengesiz ve hızlı yükseliş, fiyatların artmasına, enflasyonun yükselmesine neden olmaktadır. Geliri artmayan, parası sürekli değer kaybeden emekçi halk kitleleri her geçen gün yoksullaşmaktadır.
Diğer taraftan döviz kurundaki artışlar, dış borç miktarının da gittikçe yükselmesi anlamına geliyor. Türkiye’nin dış borç stokunun 450 milyar dolar düzeylerine çıktığını düşünürsek, Dolar ve Euro’nun yükselişi bu borç stokuna da yansımaktadır. Bu da hem devletin hem de özel sektörün borç maliyetini arttırır. Borcun faizini bile ödemekte zorlanan TC, doğallığında biriken yeni borçları çıkarmak için yine kitlelere yüklenecektir. Türkiye gibi emperyalist sermayeye bağımlı ülkelerde bu durumun yansıması yine işçi ve emekçilere yüklenen ağır vergiler, ücretlerin erimesi, sosyal hakların gasp edilmesi ve faizler şeklinde olmaktadır. Yani her durumun faturası bir şekilde emekçilere çıkarılmaktadır.
Bu süreçte emekçi kesimler gittikçe fakirleşirken, bir avuç azınlık bir gecede dolar milyonerleri olarak karşımıza çıktı. Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınacağını, bunun piyasalara yansımasının ne olacağını, dövizin ne duruma geleceğini, Tayyip Erdoğan ve yandaşlarından başka kimse bilmiyordu elbette Cumartesi sabahına kadar. Hafta sonu döviz alma koşulu olmadığına göre, bu kesimler nasıl bir anda milyonlarca liralık dolar satın aldı ve zenginleşti? İrili ufaklı yaklaşık 450 milyon dolar Cuma gecesi alım yapıldığı ve dövizin dalgalanmasına paralel 7 milyar dolar satış olduğu belirtilmektedir.
Faşist AKP-MHP bloğu ve Tayyip Erdoğan’ın umurunda değil aslında ülkenin, işçi ve emekçilerin durumu. Onların zenginliklerine zenginlik katmaları, saltanatlarını yaşamaları her şeyden önce gelmektedir. Tayyip Erdoğan’ın AKP 7. Kongresi’nde yaptığı çağrıyı düşündüğümüzde bile meselenin anlamı ortaya çıkacaktır. Ne diyor Tayyip Erdoğan; “Şimdi artık vakit, daha çok çalışma, üretme, gaza basma, hedeflerimize yürüme vaktidir. Kendilerini güvende hissetmek amacı ile evlerinde döviz ve altın tutan vatandaşlarıma buradan bir çağrıda bulunuyorum. Bu vatandaşlarımdan, milli servetimiz olan evlerindeki döviz ve altını, çeşitli finans araçlarına yatırarak ekonomiye ve üretime kazandırmalarını istiyorum.” Evet yine yükü kitlelere yükleyerek işin içinden çıkma taktikleri devrede. Milyarlarca doları emperyalist ve komprador sermayenin dalgalanmayla sızdırdığını, emekçilerin “kefen” parası ile dengeleme onu gasp etme hesabı yapılmaktadır.
“Biz zenginleştik, siz fedakarlık yapın” çağrıları emekçi kesimlerde nasıl bir yankı yapar bilemiyoruz. Ancak bir şeyi çok net biliyoruz ki; AKP tabanı da, MHP tabanı da tüm ayrıcalıklarına rağmen bu süreçten ciddi bir şekilde etkilenmektedir. Bu etkilenmenin sonucun da gelişen ciddi bir tepki de bulunmaktadır. Bu tepkinin doğru yere kanalize edilmesi, sisteme karşı örgütlü bir güce dönüştürülmesi devrimcilerin sorumluluğudur.
Bir Yeni Demokrasi Okuru