“Su akar yatağını bulur” demiş halkımız. İnsan ömrü de suyun akışına benzer. Her gün, her saat farklı etkilere maruz kalır, seçim yapmaya zorlanırız. Bu da insanı bitmeyen bir arayış ve yenilenme çabasına sokar. Verdiğimiz her karar, yaptığımız her seçim yaşamın sonsuz çeşitliliğinde sınanır, doğruluğu test edilir. Yaşamın bizi oradan oraya sürüklememesi için yaşamımıza bir yön vermeye çalışırız. Toplumsal yaşam bizi buna mecbur bırakır. Yaşamımıza verdiğimiz bu yön en azından bir dönem için yapacaklarımızın niteliğini belirler. Bu içerikte bir yön tayin etmeye genellikle ilk kez gençliğimizde zorlanırız. Tayin edilen yönün içeriğinden ve hedefe ulaşabilmekten bağımsız olarak toplum, her gençten iyi veya kötü bir tercihte bulunarak hedefini belirlemesini ister. Yaşam yolunu yürümeye hazırlanan gençlere anne, baba, arkadaş, akraba, öğretmen vb. aracılığıyla bir yön verilmeye çalışılır. Ne de olsa gençlik gelecektir, gençliğin kimin geleceğini kuracağı önemlidir. Maddi üretime yön verenler, yani hakim sınıflar gençlerin geleceğini de büyük ölçüde belirler. Yine de şu veya bu nedenle arayış bir ömür bitmez. Herkes bir yaştan sonra dönüp ardına baktığında birçok hayat yaşadığını görür. Elbette her genel durum gibi bu durumun da istisnaları vardır. Erol yoldaşın yaşamı bu istisnalardan biridir. Geleceği için düşünmeye başladığı yaştan itibaren iyi bir komünist ve devrimci önder olmak istemişti. Ardından bu veda yazısını kaleme alırken tek tesellim onun çok istediği ve hak ettiği bu hedefine ulaşabilmiş olmasıdır. Bu bozuk düzenin yıkıldığı zafer gününü göremeyecek olması o gün geldiğinde yaşayacağımız burukluğumuzun kaynağıdır. Toplu zaferden önce “bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp giden” diğer yoldaşlarımız gibi…
Erol (bu isimle çağrılmak isterdi) yoldaş, devrimci direnişlerin bu direnişler içinde partimizin direnişlerinin özel bir önem verilerek anlatıldığı bir aile çevresinde büyüdü. Kişiliğinin şekillenmesinde ve gelecek beklentilerinin oluşmasında aldığı bu kültür belirleyici oldu. O, “akacağı yatağı” bulmuştu. Bundan sonra hep bu oluşa tabi oldu. Aktıkça yatağını derinleştirdi, genişletti. Devrime adanmış bir ömürde ne yapması gerektiyse onu mütevazi ve kararlı bir biçimde yaptı.
Karar vermek başkadır, yapmak başka! Erol yoldaş örgütlü faaliyete lise yıllarında Komsomol saflarında katıldı. İlk tutsaklığını Komsomolun İstanbul İl Komitesi’nin üyesi olarak karşıladı. Tutsak düşünceye kadar legal, illegal ve askeri eylemlerde verilen görevleri başarıyla yerine getirdi. Galatasaray Lisesi Meydanı’nın yeniden kazanılmasında oradaydı, anaların omuz başındaki liseli genç direnişçiydi. Militanlığı ile öne çıkmış, genç yoldaşları arasında “Erol gibi direnebilmek” söylemi ile direngenliğin ölçüsü” olmayı başarmıştı. Defalarca gözaltına alınmış, düşmanın hışmını üzerine çekmişti. Düşman karşısında şube sürecinde gözleri ve elleri bağlıyken işkencecisine tekme atacak, yıllar sonra tekrar tutsak düştüğünde nezarette işkencecisini tanıdığında “sen işkencecisin” diyerek üzerine yürüyecek derecede cüretli ve cesurdu.
Zorlu bir süreçte tutsak düşmüştü. Hapishaneye girer girmez ilk işi partiye ölüm orucu için gönüllü olduğunu iletmek oldu. 6. Ölüm Orucu ekibinde yer aldı ve bu zorlu görevi de başarıyla tamamladı. Mahkemeden tahliye edilince tedavi sürecini tamamlar tamamlamaz mücadeleye kaldığı yerden devam etti. Bu süreçte dört yıllık zorlu bir faaliyetin sonunda ikinci kez tutsak düştü. Bu son tutsaklığı oldu. Çıktığında özlemini duyduğu kartalların yuva yaptığı Munzur Dağları’na bir daha ayrılmamak üzere kavuştu.
Erol yoldaşın örnek alınması gereken birçok olumlu özelliğinin yanı sıra imrenilecek birçok yeteneği de vardı. Örneğin, mizah duygusu çok gelişkindi ve hazır cevaptı. Her iki özelliği de baştan zekasını açığa vururdu. Keskin gözlem yeteneği ile günlük yaşamın sıradanlığı içindeki mizahi unsurları çok iyi yakalar ve çok da iyi ifade ederdi. Katıldığı eylemlerdeki komiklikleri onun ağzından dinlemek bir başka keyifti. Örneğin, büyüdüğü Okmeydanı’nda gerçekleştirilen “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakikalık Karanlık” eylemlerinde yaşananları mutlaka bir de onun anlatımından dinlemek gerekirdi. Eylemlerin sönümlenmeye başladığı, kitlesel katılımın görece azaldığı bir süreçte eylemin organizatörü konumundaki bir başka örgüt sorumlusunun polis panzerinin geldiğini görünce elindeki megafonla kız kardeşinin adını söyleyerek “polis geliyor kaç” demesini, “anonsu” duyan kitlenin çil yavrusu gibi dağılmasını, annesiyle birlikte kaçarken altına sığındıkları park halindeki bir aracın altında kafalarını çevirdiklerinde başka bir ana ile göz göze gelmelerini anaya “sen de mi buradaydın?” diye sormalarını, ananın “hoş geldiniz” diyerek durumu idare etmeye çalışmasını, karşılıklı yaşadıkları mahcubiyet ve içine düştükleri durumun trajik komikliğini Erol yoldaştan dinlemek bambaşka bir neşe kaynağıydı. Erol yoldaşı tanıma fırsatı bulmuş her yoldaş benzer birçok anekdot aktarmakta zorlanmaz.
Erol yoldaşın sesi çok gürdü. “sıtma görmemiş” denen cinstendi. Güzel türkü söyler, şiir okurdu. Hapishanede ölüm orucu sürecinde her blokta türkü programı yapılırdı. Bloklarda bir uçtan diğerine ses getirmek güç olduğu için bloklar ikiye bölünür, bir gün biri ertesi gün diğeri program yapardı. Erol yoldaş bu programların “aranan” isimlerindendi. “No Pasaran” en sevdiği parçalardan biriydi. “No Pasaran”ı ezberden çok güzel söyler, dinleyen herkesi İspanya İç Savaşı’na götürürdü. Tutsak kitlesinden No Pasaran’ı söylemesi için çok yoğun istek olurdu. O da kimseyi kırmaz, gür sesiyle bloku çınlatırdı. O gün programa dahil olmayan blokun en uzak köşelerinden dahi alkış, tebrik alırdı.
Sesiniz Erol’unki kadar gür, mizah yeteneğiniz onunki kadar gelişkin olmayabilir. Olması da gerekmiyor. Bu gibi karakter özelliklerimizi doğuştan getirdiğimiz özelliklerimizin uygun koşullarda gelişmesi ile ediniriz. Ancak bu gibi özelliklerimiz karakterimizin çok azını belirler. Asıl belirleyici olan, zaman içinde maddi üretim sürecinde ve bu sürece bağlı gelişen kültür ortamında edindiğimiz özelliklerimizdir. Hiçbir şey statik olmadığı gibi karakter özelliklerimiz de statik değildir. Maddi yaşam gerçekliği içerisinde gelişirler veya körelirler. Karakterimizin gelişim dinamiğini açıklayan öğretici bir hikaye vardır: Yaşlı bir adam kavga eden biri siyah diğeri beyaz iki köpeği göstererek torununa sorar, “sence hangisi kazanacak?” Torun cevap veremez. Köpekler birbirine denktir, tam biri kazanacak gibi olurken diğeri hamle yapar ve bir yenilememe hali uzayıp gider. Bunun üzerine torun dedesine sorar, “hangisi kazanacak dede?”. Dedesi, “hangisini beslersen o kazanacak, çünkü güçlenen diğerini yenecektir” cevabını verir. Konuşmasına devam ederek torununa, senin de içinde iyi ve kötü yönlerin çarpışacak, bu iki yönü bu iki köpek gibi düşün, hangisini beslersen o kazanacaktır diyerek kıssadan hissesini verir. Bu konuda Erol yoldaştan öğrenecek çok şeyimiz vardır.
Erol yoldaş düşman karşısında inisiyatifli, cesur ve kararlıydı. Dostlarının yanında ise neşeli, dost canlısı, mütevazi ve öğrenmeye açıktı. Bu gibi özellikler “doğuştan” gelmez, zaman içerisinde hangi “köpeği” beslediğinize göre gelişir. Neden savaşması, mücadele etmesi gerektiğini kavramamış birisi düşman karşısında istese de yeterince inisiyatifli olmaz, tereddütlerini aşmakta zorlanır. Neden savaştığını bilmeyen, savaşın amacını bu amacın yüceliğini kavramayan kişi, bu savaşın kendisine kazandırdığı yoldaşlarının, dostlarının değerini bilemez. Onların varlığında ne ortak amacın yüceliğini ne de yanı başında bulunmalarının önemini hisseder. Erol yoldaş bu gerçekliği çok iyi kavramış, yoldaşlarına dostlarına karşı gösterdiği özeni karakterinin temel özelliklerinden biri haline getirmeyi başarmıştı. Mütevaziliği, neşesi ve dost canlılığı ile bulunduğu her ortama olumlu bir etkide bulunur, devrimci bir ortamın oluşmasına katkı sunardı. Onun bulunduğu ortamlar daima canlı, gelişen, geliştiren ortamlardı.
Yoldaşın en belirgin ve örnek alınası özelliği öğrenmeye açık olmasıydı. Bu konuda konformist değildi. Sadece başarısızlıklarda değil, başarılı pratiklerde dahi kendini, partiyi, yoldaşlarını sorgular, ileri olanı geliştirmeye geri olanı aşmaya çalışır, çevresindekileri de bu biçimde davranmaya teşvik ederdi.
Ölüm orucu eylemine dahil olduğunda 19 yaşında genç bir devrimciydi. Şubede direnmiş, hapishanede direnişin en ön mevzisinde mücadeleye atılmıştı. Buna rağmen şubede yaşadığı tereddütleri, tutsak düşmeden önceki faaliyetindeki aksamaları, bu aksamalardaki payını gözden geçirmiş, daha nitelikli sonuçlar çıkarabilmek için faaliyetin yoğunluğunda okuyamadığı Marksist klasikleri okumaya çalışarak siyasi, ideolojik birikimini yükseltmeye çalışmış hem teoriden hem pratikten çıkardığı sonuçlar ışığında partiye, devrime, direnişe daha sıkı sarılmıştı. Tahliye edildiğinde o artık tutsak düştüğündeki, hatta ölüm orucuna başladığındaki genç devrimci değildi. Yaşı hala gençti ama siyasi ideolojik duruşu olgunlaşmıştı. O bu zorlu süreçte “Direnmeye devam ediyorum işte!” kolaycılığına yaslanmadığı gibi “Bu eylemde zaten öleceğim!” nihilizmine prim vermeden yapamadıklarına ya da eksik yaptıklarına odaklanmıştı. Direnmenin arıtıcılığında zihnini berraklaştırmıştı.
Erol yoldaş, işkenceyi de hapishaneyi de mevsimleri deviren açlığı da tanıdı, doğanın nasıl amansız bir hasma dönüşebileceğini öğrendi, bütün bu sınavları başarıyla verdi; en çok da sevdikleri üzerinden sınandı. Onu en çok bu sınavlar zorladı. Yoldaştan kısa bir süre önce uzun ve sancılı bir hastalık sürecinin sonunda kaybettiğimiz Hatun anamız Erol’a çok düşkündü. Erol da annesine… Kolay değil, onlar sadece ana-oğul değil yoldaştılar. Erol demokratik eylemlere annesi ile birlikte katılmış, Hatun Ana Erol yoldaşın devrimci şekillenişinde önemli izler bırakmıştır. Emniyet, adliye, hapishane kapılarında oğlunu aramış, takipçisi olmuştu. Hatun Ana devrimcileri ayrımsız sever, hiçbirinin ayağına taş değmesin isterdi. Erol’un anlattığı her “badire” sonrasında daha az tehlikeli görevler üstlenmesini isterdi. Erol yoldaş annesine çok güçlü duygularla bağlı olmasına rağmen her seferinde mücadele ne gerektiriyorsa yerine getirmekten geri durmamıştır. Aralarındaki bu çatışmanın tatlı bir ana-oğul çekişmesi olarak sürmediği durumlar da olabiliyordu. Öyle ki, bir keresinde Erol yoldaş daha liseli Komsomolken Hatun Ana onu odasına kilitlemişti. Erol ise hiç istifini bozmamış, ertesi sabah odasının camından annesine görünmeden atlamış, NATO müteahhidi, çevre ve işçi düşmanı Limak Holding’in yönetim binasını kompradorların başına indirerek eve dönmüştü. Zil çaldığında kapıyı açmaya giden Hatun ana odasında uyuduğunu zannettiği Erol’u karşısında gördüğünde çabasının nafile olduğunu anlamış, şiddetli bir tartışma yaşamalarına rağmen bir daha benzer bir davranış sergilememiştir. Erol bu eylemle sadece halk düşmanlarını cezalandırmamış, annesine devrimci kararlılığını da göstermiş, rüştünü ispat etmişti. Bu tartışma aralarındaki bağı koparmamış aksine daha da güçlendirmiştir. Erol yoldaş, büyük küçük, önemli-önemsiz görev ayrımı yapmadan üstlendiği tüm görevleri aynı ciddiyetle yerine getirirken başına bir şey geldiğinde annesinin takipçisi olacağını bilmenin rahatlığını hep yaşadı.
Yine Beşler’in cenazeleri ailelerine teslim edilirken Hatun Ana cenazeleri teslim alanlar arasındadır ve yoldaş bu durumdan haberdardır. Gerillalar cenazeleri ailelerine teslim ederken bir grup gerilla da güvenlik için tepeden alanı izlemektedir. Erol yoldaş tepedeki birlikte kalmıştır. Hatun Ana’ya “Gelirsem kendimi tutamam, ağlarım” mesajını göndermiştir. Erol yoldaşı tanımayanlar ya da sorunlara yüzeysel yaklaşanlar bu mesajda “kendine güvensizlik” ya da “görünüşü kurtarma” çabası olduğunu düşünebilir. Oysa bu mesaj ve davranış Erol yoldaşın karakterini açığa vurmaktadır. Erol yoldaş için sorun ne insanların önünde ağlamaktan çekinmesidir ne de annesini gördüğünde geri dönmekte tereddüt geçirme kaygısıdır. Erol yoldaşın mesajı ve davranışında açığa çıkan; cenazelerin bulunduğu bir ortamda sorumlu düzeyde bir gerillanın duygusal görüntüsünün ortama ve genel anlamda mücadeleye bakışa olumsuz etki edebileceği kaygısı, devrimin çıkarı ile kendi (annesini görme isteği) çıkar, çeliştiğinde devrimi tercih etme iradesidir. Annesine gönderdiği mesaj güçlü duygusal bağının kanıtıdır. Nitekim Hatun Ana öldüğünde cenazesine Erol da katılır diye düşman yoğun güvenlik önlemleri almış, günlerce mezarlıkta beklemişti. Erol yoldaş, başta Hatun Ana olmak üzere sevdiklerine sıkı bağlarla bağlı olmasına rağmen devrime olan bağlılığı her şeyden güçlüydü ama bu bağlılık diğer bağlılıklarını değersizleştirme üzerine kurulmamıştı. Çünkü o, kendisinin ve sevdiklerinin de halka dahil olduğunun, kendisi ve hepsi için dövüştüğünün bilincine sahipti. Kurmak istediği sömürüsüz, sınıfsız, gelecek sadece soyut insanların yaşayacağı soyut bir gelecek değil, içlerinde sevdiklerimizin de yaşayacağı somut, kanlı canlı insanlar için kurulacaktı. Bu nedenle o, canı da yansa üzülse de bir tercih yapmak zorunda kaldığında hep devrimi seçti, devrime göre konumlandı. Kısacası o; Mehmet Demirdağ’ın “Devrimin Atak, Bilgili ve Fedakar Kadroları Olalım” başlıklı unutulmaz makalesinde dikkatimizi çektiği gibi, “Partiyle yaşam dışında soluk almamak ve alınan soluğu Parti için almak” biçiminde düşündü ve yaşadı.
O, tıpkı bir nehrin denize akması gibi kendi yatağında hep devrime doğru aktı ve devrim denizimizin en müstesna bileşenleri şehitliğimizin arasında onurlu yerini aldı. Gözünün arkada kalmadığını biliyoruz. Çünkü o, halka ve partiye güvendi. Kendisinden sonra da halkın evlatlarının devrim bayrağını taşıyacağından hiç kuşkusu olmadı. Belki bir parça tamamlayamadığı görevlerin mahcubiyeti ile sonsuzluğu kucaklamıştır.
Ne Erol yoldaş ne diğer şehitlerimiz ne de bayrağı devralanlar, hiçbirimiz kusursuz, zaaflardan azade değiliz. Şehitlerimiz “kusurlarının” mücadelenin, halka hizmetin önüne geçmesine izin vermeden kendi paylarına düşen sorumluluğu üstlenmeyi son ana kadar devrim bayrağını yere düşürmemeyi başarmışlardır. Onlar, birer sıra neferi olmanın ne anlama geldiğini kavramış, sıraları geldiğinde yaşadıkları yalınlıkla sayılarını saymışlardır. Onlar bu gücü bu iradeyi sömürüsüz sınıfsız bir dünyanın mümkün olduğu gerçekliği Marksist Leninist Maoist bilimle kavramış olmaktan aldılar. Yüce ideallere ancak ideallerinin yüceliğine uygun bir şekilleniş ve fedakarlıkla ulaşılabileceğini, kendilerinde cisimleşen insana dair güzel, diri ne varsa ancak hedefe ulaşıldığında gerçek anlamda değerini bulacağını ve er ya da geç hedefe mutlaka ulaşacağını bilerek göğü kucakladılar.
Tek vasfı güçlünün karşısında el pençe divan durmak, güçsüzü ezmek olan komprador büyük burjuvazinin ve büyük toprak ağalarının soysuz uşağı, Erol, Ali Kemal, Fadime, Cumhur Sinan, Muharrem ve Gökçe yoldaşlarımızın şehitlik haberlerini duyururken “birinin üzerine daha çarpı attık” diyerek yaşadığı korkuyu gizlemeye çalışmıştır. Soysuzun korkusu Erolların bitmeyeceğini, temsilcisi olduğu baskı ve sömürü düzeninin üzerine elbet bir gün halk tarafından “çarpı atılacağını” bilmekten kaynaklanmaktadır.
Şehitlerimiz, “O güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler” ama güzellik arayışımız bitmedi. Çünkü “O güzel insanlar” kendilerinden önce giden “güzel insanların” boşluğunu doldurmak için ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştılar, güzelleştiler ve dünyayı güzelleştirmek yönünde adımlar attılar. Onların yarım bıraktığı adımları tamamlamak görevi omuzlarımızda taşımak, şimdi güzelliği çoğaltma, çoğalma, güzel insan olma, komünistleşme zamanıdır. Gerçek toplumsal güzellik insanın insanı sömürmediği, kulun da kulluğun da ortadan kaldırıldığı zaman başlayacaktır.
Bir Partizan