Son süreçte kadına yönelik saldırıların azgınlaşarak artması ile karşı karşıyayız. Emeğimize, kimliğimize, bedenimize yönelen bu saldırganlığa karşı öfkemizin devrimci tarzda örgütlenmesinin, bilince çıkarılmasının zorunluluğunun kavranması görevi önümüzde duruyor. Bu anlayışla kadın cinayetlerinin toplumsal, tarihsel kökenleri, nedenleri ve çözümü noktasında yürütmemiz gereken tartışmaları aktarmayı gerekli görüyoruz.
Kadının tarihsel yenilgisi ile birlikte kimliğinin bir metaya dönüşmesi erkeğin “malı” haline gelen bedeninin savaş arenasına dönmesi ile birlikte kadına yönelik her türlü saldırı o anda tarihsel olarak normalleşmeye başlamaktadır. Bu eksende tarihsel ve toplumsal olarak kadınlar ikinci cins olarak görülmekte ve bedenleri kimlikleri her türlü şiddetin uygulama alanına dönüşmektedir.
Tarihsel sürecin gelişimi içerisinde kadının ikinci cins olarak görülme olgusu her yeni toplumsal gelişmeye bağlı olarak pekişen, sistemleşen bir boyut kazanmaktadır. Hem dünyada hem de Türkiye’de kadına yönelik şiddet bu gerçekliğe bağlı olarak artmaktadır. Kadın bedeni ve kimliği hem tekil erkeğin hem de erkek egemen devletin ve daha bütünlüklü ifade edersek emperyalist-kapitalist sistemin egemenlik sahası olarak görülmektedir. Üretim ilişkilerine bağlı olarak çeşitli kültürel, inançsal vb. değer yargılarıyla bu olgu yeniden ve yeniden üretilmekte bu biçimiyle sürdürülmektedir.
Kadın cinayetleri son yıllarda korkunç düzeyde artmıştır. Bu “modern dünyanın” gelişimi ile çelişse de gerçek budur. Bu durum sistemin krizi içerisinde ezilen sınıflara yönelik saldırıların artmasını doğrulayan örneklerin sadece bir yönünü göstermesi bakımından önemli bir nitelik taşımaktadır. Burada faturalandırılan krizin faturası ikinci sınıf olanlara kesilir, bu bağlamda toplumsal yaşamda ortaya çıkan her sorunun bedeli de bu kesimlere sistematik olarak ödettirilir. Tüm dünyada siyahilere, kadınlara, ülkemiz özgülünde azınlık milliyete mensup insanlara (Kürtlere) yönelik saldırılar bu kapsamın içindedir. Bu tarifleme kültürel karşılığını bulmak bakımından önemli olsa da bu kesimler esas olarak işçi sınıfı ve emekçileri oluşturan kesimlerdir.
Kadın cinayetleri Türkiye özgülünde son yirmi yıl içerisinde çok ciddi bir boyut kazanmıştır. Burada kadınların daha görünür olması, kadın mücadelesinin gelişmesi, medya ayağında kadına yönelik saldırıların yukarda ifade ettiğimiz gelişmelere bağlı olarak daha fazla yer veriliyor olması da önemli bir etken olarak görülmelidir.
Türkiye’de kadın cinayetlerinin önemli dönüm noktaları olmuştur. Bu toplumsal bilincin gelişmesinde de önemli bir etken olmuştur. 2004 yılında hamile kaldığı için ailesi tarafından öldürülen Güldünya Töre cinayeti buna örnektir. Yine 2010 yılında Ayşe Paşalı cinayeti buna örnektir. 2015 yılında Özgecan Aslan cinayeti toplumsal tepkinin etkin şekilde sokaklara aktığı, halkın her kesiminden insanların öfkesini topladığı dönüm noktalarındandır. Son yıllarda ise Şule Çet, Helin Palandöken, Emine Bulut, Gülistan Doku bu süreçlerde simgeleşen örneklerin başında gelmektedir. Devletin kumanda merkezine AKP’nin geçmesiyle birlikte kadına yönelik saldırıların geldiği boyut, yapılan yasal düzenlemelerle kadına karşı suç işleyenlere verilen ödül, kadınları kontrol altında tutma hamlelerini ve bunun yasal argümanlarla korunmasını da içinde barındırıyor. Katillerin özel korumaya alınması, cezasızlık, başta diyanet olmak üzere devletin tüm kurumlarından yayılan kadın düşmanı ses, toplumun tüm katmanlarında duyulur hale gelmekte kadın düşmanı anlayışlar bu biçimde cesaretlendirilmektedir.
Diğer yanıyla emperyalist-kapitalist sistemin kadınlara biçtiği toplumsal rollerin parçalanma momentlerini içine alan gelişmelerle birlikte kadın mücadelesi ivmelendikçe saldırılar da artmakta bu bağlamda tekil ve toplumsal direnişler bu saldırılarla bastırılmaya çalışılmaktadır. Nevin Yıldırım davası da bu bakımdan simgeseldir.
Kadın cinayetleri özgülünde teorik düzlemde de çok yönlü tartışmalar bu gelişmelere bağlı olarak ilerlemekte kadın cinayetlerinin nedenleri, toplumsal ve sınıfsal kökleri konusunda çok çeşitli anlayış ve teoriler üretilmektedir. Bu bağlamda Türkiye’de hakim olan anlayış geleneksel olanla modern olanın çatışmasından doğan saldırganlık ve geleneksel olanın modern olana karşı direnmesi olarak tarif edilmektedir. Genellikle inançlara bağlı kültürle ilişkilendirilen saldırılar özel olarak Müslüman ülkelere has ya da daha doğru ifade edersek bu ülkelerde kadın cinayetlerinin daha yaygın olduğu anlaşılmakta/aktarılmaktadır. Bu durumun öyle bir boyuta vardığı yerler vardır ki baş düşman din olgusu üzerinden tarif edilir hale gelmektedir. Bu bağlamda da kadın cinayetlerinde “namus cinayetleri”, “töre cinayetleri”, “ihtiras cinayetleri” gibi kavramsallaştırmalar ortaya çıkmakta, hatta tam da bu noktada “başkaldırı cinayetleri” tarifinin kullanılması önerileri görülmektedir. Teorik düzlemde de gelişen kadın mücadelesi bu kavramsallaştırmanın yanlışlığını ortaya koymuş, buna bağlı olarak daha doğru bir kavramsallaştırma olan “kadın cinayetleri” kavramı kullanılmaya başlamıştır.
Konumuza dönecek olursak “modern kültürle” geleneksel olanın çatışmasının bir yansıması olduğuna ilişkin belirlemede bir doğruluk payı olsa da açıklamanın ana ekseni kültür, inanç, örf ve adetler olarak görülmekte olup bu kültür, inanç, örf ve adetlere yön veren sınıfsal gerçeklik gözden kaçırılmakta, üst yapıya hakim olan alt yapı gerçekliği kavranamamaktadır. Toplumsal üretim ilişkilerinin bir yansıması olarak üst yapı tahlili yapılmamakta bu anlamda kadın cinayetlerinin esas olarak nasıl önleneceği, düşmanın kim olduğu sorusu muğlak bırakılmaktadır. Buna bağlı olarak da düşmanına karşı daha köklü ve örgütlü bir mücadele tartışması yapılmaz hale gelmektedir. Kadın cinayetlerinin önlenmesi reformsal olgular kapsamına sıkıştırılmakta kadın cinayetlerinin önlenmesinin devrimsel gerçekliği engellenmektedir. Mücadelede, bireysel olanın kutsandığı, sistematik olarak ön plana çıkarıldığı örgütlü bir güçten yoksun bırakıldığı ya da bu anlamda yolun bulanıklaştırıldığı erkek egemen sistemin yararlandığı bir tablo oluşmaktadır. Bu anlayışla kadın cinayetlerinin önlenmesi kadına yönelik saldırıların durdurulması konusunda kadınların örgütlenmesi Yeni Demokratik Devrim mücadelemizin önemli parçalarından biridir.
Sorunun doğru tahlili, sınıfsal ve tarihsel köklerinin doğru şekilde çözümlenmesiyle doğrudan ilişkilidir. Bu açıdan genel olarak kadın kurtuluş mücadelesi özelde kadın cinayetlerinin önlenmesi birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır. Bu açıdan güncel politikalar sistematik olarak stratejik hedeflerimize bağlanmalı ve politikalarımız bu eksende etkinleşmelidir. Nihai olarak sınıfın kurtuluşu, en sonunda insanlığın kurtuluşu buna bağlı gelişecektir.
(Devam Edecek)
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 25 Haziran 2020 tarihli 64. sayısından alınmıştır.