Faşist TC devletinin 9 Ekim’de başlayan Rojava’ya yönelik işgal saldırısı bölgede konumlanmış emperyalistlerin hem sahada hem de masada aktif olarak rol almasıyla beraber yeni bir aşamaya geçmiştir. Önce Türkiye-ABD sonrasında ise Soçi’de Astana ortakları (Rusya-Türkiye) arasında varılan mutabakatlar sonrası 120 ve devamında 150 saatlik ateşkes (!) ilan edilmiştir. Her ne kadar TC tarafından “emperyalistleri masaya oturtma zaferi” olarak ilan edilmiş olsa da bu mutabakatların arka planını; bölgede emperyalist güçlerin kendi siyasi ve askeri hamleleri ile tanımlamak daha doğru olacaktır. Zira zaten icazet almadan girişemeyeceği bu işgal saldırısını sonlandırma kararını da TC’nin kendisi veremeyeceği açığa çıkmıştır.
Kürt ulusunun Suriye Kürdistanı’ndaki kazanımlarını en geri noktaya çekme, olanaklıysa tasfiyesine dönük bu söz konusu “uzlaşı”, süren savaşın bitmesini sağlamamış sadece seyrini değiştirmiştir. Süren savaşın yarınki gerçeği sadece bugünkü uzlaşı ve ateşkesleri değil, faşizmin bugünkü egemenlik alanlarını genişletme hamlelerini de boşa düşürecek niteliklere sahiptir. Savaşan tüm taraflar için amaçlarda sapma ya da vazgeçme söz konusu değildir ancak “uzlaşı” sürecinin (!) TC’nin bölgede ulusal sorun endeksli olarak Kürt kazanımlarını tasfiye etme girişimlerine anlam kattığı da unutulmamalıdır.
Faşizm, kuruluşundan bugüne ulusal sorunda kendini ideolojik, siyasi ve hukuki olarak “Kürt varlığını (ulusunu) inkâr, imha ve asimilasyon” üzerine kurumsallaştırmıştır. Suriye Kürdistanı’nda oluşmuş özerk yapıyı içte ve dışta beka sorunu olarak gördüğü için Kürt örgütlenmelerini etkisizleştirmeyi hedeflemektedir. Suriye’de Ekim ayı sonunda başlayacak olan anayasa hazırlama ve 2021’de yapılması planlanan seçim sürecinden önce yani anayasal resmiyet kazanmadan Kürtlerin haklı ve meşru kazanımlarını askeri ve uzun vadede politik olarak tasfiyeye yönelmektedir. Bu yönelimdeki başarı, Vladimir Putin’in 16 Eylül’de Ankara’da yapılan son üçlü zirvenin kapanış konuşmasında ifade ettiği gibi “Suriye topraklarında yasalara aykırı olarak bulunanlar(ın) bölgeyi terk etme”si gündeme gelecektir. TC’nin politikalarına bu süreçten önce daha fazla yol alabilme kaygısı da yön vermektedir. Ateşkeslerin kalıcılığı da ya da önündeki engel de bir yanıyla bu çabaların hedeflenen sürede gerçekleşip gerçekleşmemesine bağlıdır.
Tescilli çetelerin ABD ve TC eliyle ‘milli’leştirilmesinin, ‘Suriye’lileştirilmesinin saklı amaçlarından biri de işleyen bu sürece hazırlıktır. Buradaki en büyük açmazsa Suriye’de Kürt Ulusal Hareketi dışındaki diğer cihadist güçlerin halk desteğinden çok emperyalist güçlerin ve bölge devletlerinin desteğine dayanan yapısı, “vekil güç” olmanın ötesine geçemeyişidir. YPG-SDG’nin Suriye iç politik denkleminde sahip olduğu stratejik rolü de burada açığa çıkmaktadır. YPG-SDG’nin bu gerçeği nedeniyle önümüzdeki süreçte Anayasa Komitesi’nde oynayacağı etkin rolü gören ve etkisizleştirmeyi amaçlayan TC, itirazlarını bu noktada da yoğunlaştırmaktadır.
“Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı” pozisyonundaki faşist Türk devletinin bölgede ısrar ettiği haksız savaş ve kirli pazarlıklar, sadece kendi çıkarlarını gözettiği için midir? Değildir elbette. Uzun ve kısa vadede hedeflerin yaşam bulması, Kürtlerin yaşadıkları toprakların işgal ve ilhakı, başta kontrol ettiği cihatçı çeteleri olmak üzere yaklaşık 4 milyon Suriyeli mültecinin buralara yerleştirilmesiyle demografik yapının değiştirilmesine yönelik etnik temizlik vb. tüm bu planlar, aynı zamanda ABD’nin de bölgedeki amaç ve hedeflerinin bir parçasıdır. Parçası olduğu için de TC faşizmi, Amerika’nın Suriye gündeminden kopmaz, kopamaz. Hulusi Akar’ın ‘Türkiye NATO’nun merkezinde, hiçbir yere gitmiyor’ sözü ait olunan yere bağlılığın kanıtı niteliktedir. Nihayetinde “her ismi Muhammed olan, peygamber değildir.” Son sözü emir alan değil emir veren söyler.
ABD’nin Kürt güçler üzerinden yürüttüğü kimi hesapların yeni biçim alacak olması ve TC ile sahada daha da kaynaşması, ABD’nin bölgeden ve hedeflerinden çekilerek vazgeçeceğine işaret değildir. Ama aynı zamanda Kürt ulusal hareketiyle “zedelense de” 2015’ten bugüne süregelen ilişki devam edecektir. Savunma Bakanı Mark Esper’in 21 Ekim’de Trump’ın, petrol yataklarının “IŞİD kontrolüne geçmesini önlemek için” SDG ile beraber, bir grup ABD askerinin Suriye’nin kuzeydoğusundaki petrol yataklarının yakınında tutulması yönlü açıklama ve pratikleri hem ABD emperyalizminin yöneliminin değişmediğini hem de Kürtlere biçtikleri rol hakkında bizlere bilgi vermektedir.
Ortadoğu’da esası bölgeyi kendi çıkarları temelinde dönüştürme ve nüfuzu altında yeniden yapılandırma amaçlı emperyalist mücadeleler sürgit halde devam etmektedir. ABD, AB, Rusya ve Çin emperyalizmi arasında rakiplerinin dizginlenip ekonomik-politik olarak geriletilmesi, uyumlu olmadıkları rejimlerin yıkılması ya da değilse bile değiştirilmesi hedefli yeniden paylaşım mücadelesi tırmanmaktadır. Bu durum, iç çatışmalar, saldırgan ve savaşçı politikalarla bölgeyi ve halkları yıkıma, açlığa, ölümlere, insani koşullardan uzak bir yaşama mahkûm etmektedir.
“Güvenliği korumak ve bölgede istikrarı güçlendirmek”, “terörle mücadele” gibi demagojik söylemlerle Suriye, Irak, Afganistan, Libya ve Yemen yerle bir edildi. Bölgeye müdahale eden emperyalistlerin neden oldukları ekonomik ve siyasal krizler daha da derinleşti. Basra Körfezi’nde, Hürmüz Boğazı’nda yaşanan provokasyonlar, İran’a dönük tehdit ve saldırgan tutumlar, Lübnan ve Irak’ta yaşanan kaos ve protestolar, Suriye Kürdistanı’na yönelik faşist TC devletinin ilhak ve yeni işgal saldırıları, savaşların Ortadoğu’nun diğer coğrafyalarına da yayılma riskini artırmaktadır.
Belli konularda sağlanan geçici uzlaşı ve anlaşmalarla savaşların seyrinde geçici yavaşlamalar, değişimler olsa da başlatanı ve sürdürenleri arasında amaçlarında sapma ya da vazgeçme söz konusu olmadığı için açığa çıkan (çıkarılan) her yeni çelişki, yeni çatışmaları tetikleme işlevi görmektedir.
“Dünyanın bütün karanlıkları bir araya gelse bir mumun ışığını söndüremez.” (İran Atasözü)
Değişmeyen bir başka şey; söz konusu emperyalist güçlerse, hangi sınıf çıkarlarının temsilcisi, hangi ideoloji, anlayış ve yönelim içerisinde olursanız olun her ilişkileniş ve temasta emperyalizm kendi çıkar ve hesaplarını koruyarak konumlanmaktadır. Bu gerçek, halkın ve ulusların özgürlük arayışlarının önünde engeldir. Halkların kanını döken, emeğini sömürerek yoksullaştıran emperyalizm, halkın özgürlüğü, çıkarları ve geleceğini değil her koşulda kendi çıkarlarını esas alır, almaktadır. Emperyalizmin “çözümleri” gerçekte ezilen ulusların ve halkın yararına olamaz, doğal ki emperyalizm halkların “dostu ve müttefiki” de olamaz.
Emperyalistler hangi gerekçelerle olursa olsun, herhangi bir ilerici, devrimci, yurtsever harekete ‘destek’ veriyorsa ya da verir görünüyorsa, taktik bir manevra olarak bu destek sadece bir süreliğinedir ve o hareketi kendi aralarındaki kirli pazarlıklarda olanaklarını genişletme aracı haline getirebilmek ve hareketi kendine, kendi çıkarlarına bağlı kılmak içindir. Her ne kadar farklı taktiksel hamlelerle Kürt Ulusal Hareketi’ni kendisine endeksleme politikasında farklılıklar barındırsa da stratejik olarak hem Rusya hem de ABD emperyalistlerinin, efendisi oldukları Suriye ve TC devletlerinin hâkim ulus burjuvazisinin çıkarlarını destekleyeceği bir kez daha pratik olarak ortaya çıkmıştır. Her iki emperyalist gücün ulusal soruna müdahil olma pozisyonu görünürde “çözüm” ve “barış” adına olsa da öz itibari ile Lenin yoldaşın deyimiyle; “emperyalist güçlerin sistemli olarak yaptıkları, siyasi olarak bağımsız devletler yaratma görüntüsü altında gerçekte ekonomik, mali ve askeri olarak tamamen kendilerine bağımlı devletler yaratma aldatmacası”ndan başka bir anlamı yoktur. Sorun özgülünde yaşanan, ulusal sorunu bir koz olarak kullanarak, uşakları olan hâkim ulus burjuvazini ve diğer güçleri kendisine daha bağımlı kılma çabasıdır. Bu anlamda TC açısından şekillenen durum, TC’nin Rusya ile yakınlaşmasına ABD tarafından bir müdahale iken Rusya cephesinden ise TC’yi kendi yanına çekme politikası olarak da tezahür etmektedir.
Aksi her bakış açısı, ulusal sorunun çözümünde emperyalistlerin yaklaşımına ilerici bir gömlek giydirmek olur ki emperyalizmin karakterine aykırı bu durum, onunla ilişkilenmede de zaafları ortaya çıkarır. Bugün ulusal hareketin düştüğü en büyük yanılgı da bu olmuştur. Zira ABD emperyalizmine biçilen misyon sonucu işgale karşı hazırlığın yeterli olmaması, aksine ABD’nin sahadaki varlığına ve müttefiklik (!) pozisyonuna fazla bir güven ortaya çıkmıştır. Çelişkilerden faydalanma adına gelişen müttefiklik pozisyonunun yarattığı yanılgı nedeniyledir ki Serekaniye başta olmak üzere işgalin yaşam bulduğu sahada kitlelerin hazırlığından, cephane, lojistik, askeri konumlanma ve politika konusunda belli bir hazırlıksızlık kendini göstermiştir. Kaybedilen mevzilerin arka planında bu durumun önemli bir yeri vardır. Zira “güvenilir” (!) bir müttefik olarak ABD “arkadan hançerlemedi”, güvenilmez bir müttefik olarak kendi çıkarları gereği uşağı olan egemen ulus burjuvazisinin yanında saf tuttu. Onun çıkarlarının kendi çıkarlarıyla paydaşlığı ve ortaklığı daha güçlü tarihsel ve politik nedenlere sahiptir çünkü. Emperyalizmin egemen ulusun devletiyle ilişkisi onun için daha işlevli ve güçlü olmaktadır.
Emperyalist ve gerici devletlerin çıkar farklılığından kaynaklanan çelişkilerinden yararlanarak var olmak ve başarı kazanmak adına, kazanımlarını emperyalistlerin istem ve politikalarına uyumlu hale getirmek, eski ve geri olan ile bütünleşmeye hizmet eder. Bu hatalı yönelim ve tercih, genellikle bedel ödenerek yaratılan kazanımların ya hepsinin ya da bir kısmının riske edilmesine ya da kaybedilmesine yol açar. Bunlardan kaçınmak için; halkın ve ezilen ulusların çıkarlarıyla çizgi haline dönüşerek çelişen tüm “taktik” arayış, “anlaşma ve uzlaşı” politikaları reddedilmelidir.
Savaşın, çatışmaların elverişsiz, aleyhte olduğu koşullarda, savaştan, çatışmalardan kaçınmak ya da en az zararla çıkarak savunma için taktik ‘anlaşmalara, uzlaşmalara’ başvurulmasını; sadece yararlanılmaya çalışılan çelişki ve çatlakların hareketin ileriye doğru atacağı adımlara pranga işlevi görmüyorsa anlamak ve savunmak mümkündür. Bunu yaparken farklı sınıfsal çıkarların ortaklaşabilecekleri çözümün, özgürlük, demokrasi, barış olmayacağının bilinciyle şekillenilmelidir. Lenin yoldaşın söylemiyle “Tarihin her özel ya da özgül anında, karşımıza dikilen pratik siyasal sorunlarda kabul edilmesi mümkün olmayan” arayışlara da dikkat çekerek karşı çıkar, kitleleri uyarırız.
Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının ve tam hak eşitliğinin savunulmadığı, kazanımların korunmadığı, gözetilmediği ateşkesler ya da sözde barışlar; ezilenleri özgürlüğünden yoksun bırakan, her türlü sömürü ve eşitsizlikleri yaratan koşulların ortadan kalkacağı bir toplum kurma amacına değil uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin devam edeceği, sömürünün ve baskıların ezenler lehine sürmesine hizmet edecektir. Kürt ulusunun kazanımlarını hedef alan saldırılar, Rojava’ya dönük işgal saldırısı sonrası imzalanan mutabakatlar, anlaşmalar tam da bu işlevin aracıdır, devamıdır ve reddedilmelidir.
Emperyalizmin, ezen ve ezilen ulus ilişkisinde egemen olan güce dayanma eğilimi her zaman esastır. Kuşkusuz çelişkilerin niteliği, boyutu, emperyalist güçler arası denge ve genel yönelimler, güçlerin politik niteliği gibi emperyalistlerin pozisyonunu belirleyecek faktörler gözden kaçırılmamalıdır. Ancak bağımlı devletlerle emperyalistlerin kurduğu ilişkinin niteliği, boyutu, tarihsel karakteri her zaman ezilenler aleyhine, kendisi de bir ulusu ezen emperyalizme bağımlı devletlerin tercih edilmesini getirmektedir. Ezen ulusun durumu ve hareketinin niteliği de emperyalistlerin ilişkilenmesinde belirleyicidir. Ki ezilen ulus hareketinin demokratik karakterini belirleyen yön de emperyalizm çağında emperyalizme karşı aldığı konumlanış olmaktadır. Ezilen ulus hareketi ne kadar güçlü anti-emperyalist konumlanış içinde olursa hareketin demokratik muhtevası o kadar güçlü olur, yine demokratik niteliği ne kadar gelişkin olursa, anti-emperyalist yanı da bir o kadar gelişkin olur, emperyalizmle kurduğu ilişkiler de bir o kadar çelişkili ve karşıt hale gelir.
Bu bağlamda emperyalizm, ezilen ulusların özgürlüğü noktasında “dost konumlanış” içinde asla olamaz. Onun istediği, ulusal bağımsızlık yanılsamalı bir bağımsızlıktır, kendi ekonomik-politik sistemine uyumlu, yarı-sömürge politikanın sürdürülmesine dayalı bir karaktere sahiptir. Emperyalizm ekonomik kölelik, siyasal bağımlılık, ideolojik sadakat, kültürel kimliksizlik hedefi güden bir amaç ve hedefe sahiptir. Ezilen uluslara yönelik dostluğu, bunun gerçekleşme koşulunun olduğu, buna uyumlu olunduğu ve sadık bir uşak rolü kabul edildiği orandadır. Bu şartları kabul eden her ezilen ulus hareketine de istediği hakları vereceği anlamına gelmez. Emperyalizm, ezen ulusun durumuna, onunla ilişki düzeyine bakarak, güç dengelerini hesap ederek, bölgesel etkileri düşünerek, özgürlük alanlarının ne düzeyde genişleyeceğine bakarak bu bağlamda tutum belirler. Ve genelde konumlanışı özgürlüklerin genişlemesi değil daralması üzerine kuruludur. Ezilen ulusun haklarına da bu temelde bakar ve yaklaşır. Bu asla akıldan çıkarılmamalıdır.
Emperyalist politikanın bir başka özelliği de ezilen ulusun muhtevasında ezilen yapısından ileri gelen doğal demokratik ve özgürlükçü yapıyı tümüyle tarumar ederek içeriksizleştirip, kölelik koşullarına bağlamaktır. Bunun için eldeki tüm politik argümanları, var olan tüm çelişkileri kullanır ve kendine tam bağımlılık ve muhtaçlık koşullarını oluşturur. Bu bir süreç ya da bir dönem boyunca hayata geçen özel bir politika olarak işlevlenir. Kürt ulusal mücadelesine Irak Kürdistanı’nda yapılan budur. Bugün için Rojava’da yapılmak istenilen de budur. ABD emperyalizmi, Türk egemen sınıfları tercihi ile Kürt ulusal mücadelesini terbiye etmek ve onu bağımlılık şartlarına uyumlu hale getirmeye çalışırken Rusya ise Suriye egemen sınıflarının var olan statüsünü canlandırmak, daha kalıcı hale getirmek şeklinde bir yönelim izlemektedir. Ancak en nihayetinde ortaklaşılan nokta; Kürt ulusal mücadelesini ve hareketini bağımlılık şartlarına getirmek, siyasal köleleştirme koşullarını kabul etme noktasına taşımaktır. En nihayetinde ulusal hareketin bağrında taşıdığı anti-emperyalist dinamikler emperyalistlerin kendi çıkarlarıyla çakışmaktadır. Gelinen aşamada her iki emperyalist gücün ulusal hareketi zorladığı ilk noktanın yine Lenin yoldaşın dediği gibi; “emperyalist burjuvazi bütün gücüyle ezilen halklar arasında reformist bir hareket yaratmaya çalışıyor” olması, tehlike çanlarının belirtisidir. Burada ulusal hareketin Rojava’da reddetmesi ve tavır alması gereken ilk nokta burasıdır. Sistem içine endeksli bir ulusal politikanın dahi emperyalistler cephesinden karşılığının olmayacağının en somut göstergelerinden birisi Irak Kürdistanı’ndaki referandum süreci olmuştur. Bu anlamda emperyalizmin “barış” ve “çözüm” politikalarına aldanmadan UKKTH’nin yaşam bulmasına endeksli bir politik yönelimin ortaya konması, Rojava kazanımlarını korumanın en önemli adımları olacaktır. Öne çıkan temel olgu ise “kendi gücüne güvenme” ilkesine dayanmadır.
Reddedilmesi gereken başka bir şey de dayatılarak kabul edilmesi istenilen; Hitler’in “Gözyaşı döken barışseverlerin salladıkları ‘zeytin dalları’ ile sağlanmış bir barış değil, bütün dünyayı yüksek bir medeniyetin hizmetinde bulunduran bir hâkim milletin üstün kılıcı ile sağlanmış” diyerek tariflediği adı barış olan teslimiyettir. Barış denilen olgu her sınıfın, ulusun ve gücün kendi çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlayan bir politikadır. Nihayetinde sınıfsal bir olgudur barış. Bunun ötesine taşan bir karaktere, yapıya ya da soyutluğa sahip değildir. Emperyalistlerin ve ezen ulusların barıştan anladığı şey esasta kendilerine tam teslimiyet, belirleyici ve yön veren taraf olma koşullarının kabul edilmesidir. Bu eksende soruna yaklaşır, barış ve müzakere şartlarını dayatır. Bu bağlamda barış denilen şeyin politik amacı olan bir olgu olduğu, hak ve özgürlüklerinin yok sayıldığı, bağımlılık ilişkisinin derinleştirilerek sürdürüldüğü barış koşulları, ezilenler tarafından yüksek bir bilinçle ve mücadeleci tutum geliştirilerek ret edilmelidir. Bunun olduğu yerde kitlelere gerçekler ısrar ve kararlılıkla anlatılmalıdır. Devrimci görev bunu gerektirir.
ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELE İLE KARARLI BİR ŞEKİLDE DAHA UZAK HEDEFLERE YÖNELMEK Mİ YOKSA ULUSAL VE ULUSLARARASI GERİCİLİKLE BİRLEŞEREK BÜTÜNLEŞMEK Mİ?
Emperyalizm ve proleter devrimler çağında demokratik savaşımlar dahil tüm savaşlar sınıf savaşımından ayrı düşünülemez ve hiçbir demokratik mücadele, işçi sınıfının iktidar mücadelesi ile birleşmeden kalıcı bir başarı kazanamaz. Ulusların hangi türden olursa olsun baskı altında tutulmasına, sadece emperyalizme ve her türden gericiliğe karşı devrimci bir savaşımdan yana olanlar tutarlı biçimde karşı çıkarlar.
Ve gerçek barış, “ne gerici bir emperyalist olmayan kapitalizm ütopyasında ne de kapitalizm koşullarında eşit ulusların birliğinde değil…” proletaryanın sosyalist devriminde, egemen burjuvazi silahsızlandırıldıktan sonra sadece ve yalnızca proletaryanın tarihsel misyonuna uygun olarak bütün silahları hurda yığınına gönderdiği zaman sağlanacaktır. Lenin yoldaşın dediği gibi; “Proletarya şüphesiz bunu yapacaktır ama ancak bu koşul gerçekleştikten sonra, kesinlikle daha önce değil.”
Yarını kazanmak ve kurmak, devrimci perspektif ve onun taktikleri ışığında işçi sınıfı, emekçi ve ezilen kitlelerin anti-emperyalist, anti-faşist direnişi ve mücadelesi ile mümkündür. Bunun için ezilen ulusların, halkların ve sınıfların Stalin yoldaşın söylemiyle sadece üç şeye ihtiyacı vardır. “Birincisi silah, ikincisi silah, üçüncüsü yine silahtır.”
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 31 Ekim tarihli 47. sayısından alınmıştır.