Filistin ile Gündeme Gelen Savaş Gerçekliği

[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]

Kapitalist emperyalist sistem sürekli bir eğilim olarak toplumu oluşturan bireyleri birbirinden yalıtarak, proletaryayı hedef alacak şekilde sınıf ayrımlarını yok sayarak toplum bilincinden, sınıf bilincinden uzak yurttaşlar yaratmak, böylelikle burjuvazi karşısındaki emekçilerin politik birliğini dağıtmak işlevine sahiptir. Yurdun bireyleri olarak yurttaşlar sadece yurt karşısında toplum hissine sahip olmalıdırlar, yurtlarına, dolayısıyla devletlerine bağlı olmak onların esas toplumsal görevi olmalıdır. Gerçeklikte ise “kimin yurdu”, “kimin vatanı” soruları devlet aygıtının politik illüzyonlarıyla gölgelenir. Sınıfsal çelişkileri bulanıklaştırma sorumluluğunda devlet pazar savaşından beslenen egemen sınıf çıkarlarını “genel çıkar” gibi gösteren bir temsilci konumundadır. Toplumun devleti olan bu yapı dilerse toplumundan bağımsız savaşa girebilir, başka ülkelerin topraklarını işgal edebilir. Bununla birlikte sözü geçen yurttaşlık kavramı eğilip bükülebilecek bir şey olmalıdır ki devlet yurttaşı savaştırabilsin, “neden?” sorusu daha baştan bir dogma halinde hazır olsun.

Kendini, mevcut tüm sınıflara eşit mesafede konumlandırdığı yanılsamasıyla yansız bir kurummuş gibi algılatan bu aygıt bunun için ideolojik aygıtlara ihtiyaç duyar. Emekçileri, özünde yıkmakla zorunlu olduğu şeylere hayran bırakarak yetiştirme görevindeki devlet etnik kimlik, dinsel, mezhepsel ya da kendi çıkarına hizmet edebilecek tüm etnosantrik kapılara bağımlıdır. Bizim ise burada sınıfsal farklılıkları görmemiz, egemen sınıfların çıkar ilişkilerini gözetmemiz elzemdir. Böyle bir ayrımın yakalanmaması kanın sürekli aktığı, zulüm ve işkencenin sürekli olduğu topraklara, görece daha rahat yaşam alanındaki kitlelerden gelen destekleri insani temelde ele almamıza neden olabilir. Oysa emekçilerin birliği, egemenlerin tahtını yıkmak amacıyla daha gür bir sesle yükseltilmelidir.

SAVAŞA KARŞI YANLI BARIŞ

Emperyalist devletlerin yürüttüğü veya finansal destek sağladığı savaşlara, ilhak ve işgallere bakış çoğunlukla “Dünyada Barış” sloganıyla değerlendirilir. Bu sloganı kendi sınıfına hizmet edecek şekilde savunan egemenler dünyada barışın, sevginin, kardeşliğin ve eşitliğin ancak kendi tahakkümleri altında yaşanabilir olacağını söylemektedirler. Savaş, işgal, ambargo ve şiddet altında bulunanlara diğer Dünya halkları tarafından getirilen destek onları memnun etmemektedir. İnsanların birbiri ile olan dayanışmaları ya da ezilenlerin birleşik direniş cephesini iktidarlarına tehdit olarak görmektedirler. Örneğin Almanya, Hollanda, Fransa, İngiltere, ABD gibi devletler Filistin’e destek eylemlerini, Filistin bayrağı renklerini temsil eden objelerin kullanımını dahi yasaklayıp karşılığında hapis cezası tehdidinde bulunmasına rağmen kitleler sokaklarda Filistin işgalini protesto etti. Kapitalist emperyalist devletlerin destek eylemlerini yasaklaması bilindiği üzere siyasal ve iktisadi çıkarlar gereği İsrail yanlılığından kaynaklanmaktadır. Ancak yalnızca “seküler Batı” değil 57 üyesi bulunan İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi ülkeler de protesto eden kitlelere saldırmaktan geri durmamaktadır. Bakıldığında Müslüman ülke liderleri direnişleri resmi bir açıklamayla yasaklamamıştır ancak gerçekleşmesini de engellemiştir. Arap Birliği ise saldırıların durdurulmasını istemekten öte bir adım atamamaktadır. Hiçbirinin Müslümanların ya da Arapların birleşik cephesini oluşturmak gibi bir amacı yok çünkü tarihsel ve nesnel çıkarları dün olduğu gibi bugün de onları taraflılıktan uzak tutuyor.

ÇATIŞMALI ÇIKAR ORTAKLIKLARI

Belirli bir tarihsel durumu ya da dönemi ele aldığımızda olgular bize o durum ya da dönemdeki sınıfların konumlanma ya da bloklaşmalarını aktarır. Ve bu doğrultuda da nesnel çıkarlarını, o dönemde yaşayanların bilinçlerinin bir tekabüliyet içinde olup olmadığını net bir biçimde gösterir. Tek yanlı ve subjektif baktığımızda, emek karşısındaki düşmanı tek bir cepheyle ele aldığımızda bu olgulara yabancılaşmış oluruz. 1948 yılında Siyonist İsrail devletinin işgale başladığı dönemde Ürdün, Mısır, Suriye, Irak ve bugün Filistin için destek eylemi yürüten kitleye saldıran Lübnan, İsrail’e savaş ilan etti. Savaş sonrası İsrail bugün Arap Birliği üyesi olan beş Arap ülkesini yenilgiye uğratarak Kudüs’ü işgal etti ve Filistin’in dörtte üçünü ele geçirdi. Savaşan devletlerin hedefi bugünkü gibi dün de Filistinlilerin hakkını korumak değildi ve İsrail’i bölgesel tehdit gördüler de denilemez. Çünkü savaş sonrası ateşkes imzalandı ve anlaşma gereği Gazze artık Mısır’ındı, Batı Şeria ise İsrail ve Ürdün arasında pay edildi. Savaş süresi boyunca ise bugün sayıları 1 milyonu bulan Filistinli komşu Arap ülkelerine göç etti. Arap devletlerinin sürekli İsrail ile karşı karşıya gelmesi büyük yenilgiler getiriyordu ve bu yüzden de Filistin’de bir örgüt var olmalıydı ki o FKÖ oldu. FKÖ’nün lideri Yaser Arafat ve silahlı kanat El-Fetih için ülkelerin finansal ve askeri kaynakları seferber edildi, ancak Arap ve Müslüman devletler için Arafat bölgesel bir tehdit de olmamalıydı çünkü Filistin’den pay alamazlardı. Örneğin Ürdün’de kral, El-Fetih’in askeri ve sığınmacı kamplarına savaş ilan etti ve bu iktidar dalaşında, resmi bilgilerde 15 bine yakın Filistinli katledildi. Örneğin Suriye’de ise Hafız Esad Filistin’den sürülenlere Şam’da bir şehir inşa etti. “Babacandı” ama o dönem ülkesindeki ayaklanmaları bastırmakla uğraşıyordu ki 25 bine yakın Suriyelinin ölümüne neden olan Hama Katliamı bunlardan yalnızca biriydi. Bir tarafa destek olurken kendi halkının ölümüne sebep olmak Esad’a özgü değildi. Kuzey Afrika’da Akdeniz’in Güney Girişi yani Cebelitarık’ı kontrol altında tutan, başını Suudların çektiği İslam İşbirliği Örgütü Kudüs Komitesi Başkanı Fas’ta da durum benzerdi, Filistin için gözyaşı dökerken İsrail ile göç anlaşmaları yürütüyordu. Rotamızı Libya’ya çevirdiğimizde ise: Anti Siyonist Kaddafi İngiliz ve Amerikan üslerini kapatıyordu öte yandan Kıbrıs’ın ABD ve İngilizler lehine, İngilizlerin kurulu üssünün güvenceye alınması pahasına bölünmesini sağlayan müdahalede Türk uçaklarının yakıtını ücretsiz karşılayan da kendisiydi. Özüne bakıldığında Arap, Müslüman ya da Şii liderlerin saltanatlarının ve devlet düzenlerinin emperyalistlerle iş birliğine dayandığını, bununla sınırlı olmayıp kendi gericiliklerini dayanışma ile, sürekli bir yapay gerginlikle üretilen “dar milliyetçilik”le sürdüğünü görürüz. Emperyalizmle iş birliğinin devamlılığı iktidarlarının devamlılığıyla eşgüdümlüdür. Kimilerinin varlığı emperyalist güce dayanır, kimileri ise emperyalist güç ile varlık kazanır.

BAĞIMLI TEKERRÜR İLİŞKİSİ

Tarihten “tekerrür edendir” diye bahsederler, ancak hiçbir zaman da tekerrürden ders çıkarmazlar. Egemen sınıfların tarihten ya da konuyla ilişiği gereği savaşlardan çıkaracakları ders, düşmanlarını ve bütün tarafsız unsurları gücüne inandırmak üzerine gelişir. Bunun için çarpıtılmış bir tarih yazımı gelecek nesilleri etkilemede etkiliyken günümüzde de sanal medyanın gücünü hissederiz. Verili zamanlardaki tikel çelişkileri ise dünyadan ve pazar paylaşımlarından ayrı değerlendiremeyiz. Emperyalist tekeller sermayelerindeki üretme ve biriktirme hacminde oluşan boşluk ile kârlı yatırım alanları bulma mecburiyetindedir. Bu sömürü alanları bulunmazsa eğer kâr oranındaki düşme yasasıyla sermaye daha az üretken olan yatırım alanlarına mecbur kalır. Yoksul ülkeleri talan ederek meta fiyatını ucuzlatır ve kendi pazarını ucuzluk oranıyla genişletir. Yarı sömürge ülkeler onlar için birer nimettir çünkü politik ve kültürel olarak bağımlılık ilişkisi geliştirir. Adeta bir maşa görevi gören bu devletler emperyalist gruplar arası uzlaşmaz rekabette ekonomik ve askeri planlara hizmet görevi de üstlenmektedirler. TC gibi yarı sömürge devletler sonuç olarak taraflı bir tarafsızlığa (tarafsız görünmeye/bağımsız bir devlet görüntüsü içinde davranmaya) mecburdur ki egemenliğini hüküm sürdürebilsin. Hükmün sürdürülebilirliği ve emperyalist efendilerine olan sadıklığı ezberindeki şoven gerçekliği gün yüzüne çıkarmaktadır. Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağının su yüzüne çıkan gerçekliği ise savaşın proaktif yönüyle bölgesel işgalden çok manipülatif yönetilmesidir. Buna ihtiyaç vardır çünkü üretilen silahlar ülkelerin savaş sanayilerinin gelişimiyle sınırlı değildir, bu silahların geniş pazarları vardır ve bu pazarlarda alıcılar sürekli kuyrukta dururlar. Ve konvansiyonel silahlar, fosfor bombaları ya da seyreltilmiş uranyum mühimmatlarında kullanılan hammaddeleri nasıl temin ettikleri, bunları hangi devletlere uluslararası anlaşmalar adında temin ettiklerinden bahsedemezler. Çok basite indirgenerek bakıldığında bile pek çoğumuz petrol olmadan yaşamımızı sürdürebiliriz oysa yaşamımız, bir damla petrolden daha değersizdir. Ancak bu değer egemen sınıfların şovenizmi körükleyerek emekçi kitlelere her defasında söylediği “büyük ve görkemli” yalanlarla örtbas edilmektedir. Sözde “terör” karşıtlığı ile yaratılan hayali devlet gücü yani varsayımsal spekülasyonların sonucu bir şekilde geçmişteki koşullarla benzerlik gösterdiği halde kitlelerde geleceğe yörünge çizememektedir. Yoksulluk içinde askeri harcamaların kısılmasını dahi talep etmeyen emekçiler karşısında egemen sınıflar, yeni silah sistemlerinin geliştirilmesi ya da savaş sanayiinin ileri atılımı gibi propagandalara bile artık sıklıkla ihtiyaç duymamaktadır. Her defasında kayıp veren ve yine bunun için yoksulların çocuklarını kullanan devlet yüceltilmekte, yenilginin nedenleri ile ilgili zorunlu sorunların yanıtlarını aramanın önünü dini ve etnik ayrımlarla tıkanmaktadır.

ÖNCELİĞİMİZ İLKELİ NETLİK

Devrimci ve ulusal kurtuluş mücadelelerini zaferle taçlandırmak için soruları doğru yerden sormak da büyük önem arz etmektedir. Kendini koru ve düşmanı yok et ilkesi uyarınca düşmanı net olarak tanımlamak daima birincil görevlerdendir. Savaşan taraflara netlik kazandırmak elbette ki bu görevin temelidir. Ancak bazen bir şeyleri netleştirmek için öncelikli olarak netliğe ulaştırmaya engel teşkil eden unsurlar ortadan kaldırılmalıdır. Halk kitleleri kimlerin savaştığını biliyor ancak hangi amaçlarla savaştıklarını ve bu savaşların kendilerinden neler götürdüğünü bilmiyor. Egemen sınıfların çıkarlarıyla çatışmadığında sivil statüsünde tanımlanan halk kitleleri için savaşların haklı ve haksız tarafları daha fazla gün yüzüne çıkarılmalı ve “savaşın da bir adabı olmalı” diyenler daha çok teşhir edilmelidir.

Filistin davasında uzunca bir süredir güçlü ve kalabalık bir taraflı kesim söz konusudur. Öncelikle kendimize yoksullar cephesinde sınıf ya da ezilen bilinci aramanın doğru olup olmadığını soralım ya da yoksullar arasında olup kendi düşmanının yanında yer alanın bilincini sorgulamanın meşru olup olmadığını soralım. Ulaştıramadığımız bilincin altında ezilip sorgusuz sualsız bir taraflılık mı sergilemeliyiz sorusunu soralım. Türkiye ve Kürtler, İsrail ve Filistinliler, emperyalist kamplar arasındaki ilişki, esas ve tali çelişkiler ne kadar netlik kazanırsa bulanık suda avlanmaktan hoşnut olan kan emiciler karşısında zaferden söz etmek o kadar mümkündür.