[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Maraş’a bağlı Pazarcık ve Ekinözü merkezli 6 Şubat tarihinde gerçekleşen iki büyük depremle yaşanan felaketin ardından bir kez daha inşaat sektörü ve konut alanındaki talanın boyutu gündeme gelmiştir. Birçok kentte neredeyse sağlam binanın kalmadığı, depreme dayanıklı diye pazarlanan birçok yapının da yerle bir olduğu görülmüştür. Yaşanan büyük ölçekli iki deprem; bu sektörün niteliğini, devletin bu alandaki yönelimini, rant ve talan uğruna yüzbinlerin hayatının nasıl riske atıldığını bir kez daha göstermiştir.
İnşaat ve konut sektörü, tüm alt sektörleri ve ilişkili olduğu diğer sektörler ile birlikte Gayri Safi Milli Hasıla’nın (GSMH) yüzde 30’una etki etmektedir. ‘80’li yıllar ile birlikte büyük bir gelişim gösteren bu sektör, son 20 yıldır giderek genel ekonomi içerisindeki payı ve etkisi ile birlikte “lokomotif” sektör olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Ayrıca ülke içi sabit sermaye yatırımlarında yaklaşık yüzde 40 pay ile birinci sırayı almaktadır. Yine son 20 yıldır tarım ve sanayinin düzenli olarak Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) içerisindeki payı azalırken, inşaat ve hizmet sektörünün payı büyük ölçüde artmıştır. Son birkaç yıldır dünya ölçeğindeki ekonomik büyüme parametrelerinde görülen yavaşlamadan nasibini alıyor olsa da Türkiye’de hâlâ ekonominin bel kemiği olarak değerlendirilebilecek sektörlerden biridir.
Bina inşaatı, bina dışı inşaat ve özel inşaat faaliyetleri olarak kategorize edilen inşaat sektörünün ekonomide böyle bir gelişim izlemesinin birçok sebebi mevcuttur. Bir yarı-feodal, yarı-sömürge ekonomi olarak Türkiye sürekli halde, zaman zaman ağır etkileri görünen ekonomik krizlerden etkilenmektedir. Deyim yerindeyse belini bir türlü düzeltememe ile birlikte bir biçimde iç sermaye dolaşımını ve reel sektörü hareketlendirmek, yüksek enflasyon ve satın alma gücünde sürekli erimeyi dengeleyebilmek adına istihdamı artırmak, patron-ağaların talan ve sömürü ile palazlanmasını temin etmek adına bu sektörün gelişimi bizzat devlet eli ile sağlanmaktadır. Bağımlı yapısı, siyasal ve ekonomik olarak rekabet gücünden yoksun oluşu sebebi ile sanayi ve tarım alanlarında gerçekleşemeyen ilerleme ve hatta gerileme ile hem ülke içi ekonomik hareket bu sektör üzerinden sağlanabilmekte hem de uygun koşullar ile rant ve talanın önü açılmaktadır. Bu şekilde yüzlerce alt sektörü olan ve diğer sektörlerle de yakın etkileşimde olan yapısı sayesinde ekonomik hareketliliğe büyük ölçüde etki etmektedir.
Bu sektörde de ağır bir dışa bağımlılık söz konusudur. Kredi ve borçlanma yoluyla, diğer sektörler gibi sermaye girdisine ve fonlanmalara gereksinim duyulmaktadır. Yoğun hammadde ihtiyacı ve iç pazarın bu alandaki yetersizliği genel borçlanmaya da önemli derecede katkı sağlamakta ve ülkenin cari açıktaki payını artırmaktadır. Ayrıca finans sektörü gibi marjinal tüketim eğilimine bağlı olarak ekonomik hareketliliğin ve harcamaların teşvik edilmesi sayesinde büyüyen bu sektör, devlet tarafından geniş para politikası ve düşük faizler ile teşvik edilmektedir. Uluslararası fonlama ve likiditede olabilecek düşüşler, hammadde ve enerji alanlarındaki olası keskin fiyat artışları, bu sektörlerde çakılmaya yol açabilmekte, resesyonu tetikleyebilmektedir. Son birkaç yılda yapı malzemelerinde ve kurda görülen devasa artış bu sektörün Türkiye’de genel büyümeye etkisini azaltmış olsa da hâlâ lokomotif sektörler arasında yer almaktadır.
AKP DÖNEMİNDE İNŞAAT VE EMLAK BALONU ŞİŞİRİLİYOR
Bina dışı yapı yani yol, köprü, altyapı çalışmaları özellikle büyük çaplı girişimcilerin rant kapısı olarak sıklıkla gündemde yer bulmaktadır. Son 20 yılda, AKP iktidarı boyunca bu gibi yapı alanlarında birçok girişim ve faaliyet sağlanmış, böylece iktidarın ve kendisine taşeron olan patronların palazlanmasına, ranta olanak vermiştir. Köprü, baraj, otoyol, havaalanı inşaatları ile AKP döneminde devşirilen devasa rantlar sıklıkla gündemde yer almakta, geniş bir zümreyi kapsadığı bilinen çevrenin palazlanması sağlanmaktadır. Ayrıca Kanal İstanbul gibi birden fazla bina dışı ve konut alanlarının tümünü kapsayan mega ölçekli projeler ile geniş talan ve rant alanları oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu gibi projelere temel oluşturan ihtiyaçlar bir yana, bu ihtiyaçların oluşumuna temel olan ise yine devletin kendi politik ve ekonomik şekillenişinin ürünüdür. Ayrıca bina ve konut inşaatları ile kısmi olarak reel sektörde hareketlilik yaratılmakta, ayrıca marjinal tüketim eğilimi de artmaktadır. Bu sektörün çok yönlü olarak büyümesi ise genişleyen rant alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. İstihdama olumlu yönde etki eden bir grafik çizse de yalnızca bina dışı ve bina inşaat alanlarında değil, özel inşaat faaliyetlerinde de kayıt dışı çalışma, iş güvencesinden yoksun çalıştırılarak iş cinayetlerine yol açma ve düşük ücretle uzun saatler çalıştırılma ile sömürünün en ağır hissedildiği alanlar da olmaktadır.
İNŞAAT SEKTÖRÜ İLE BÜYÜYEN RANT VE SÖMÜRÜ
Devasa bir sektör olarak inşaat sektörü, kontrolsüz bir gelişim göstermektedir. Bu kontrolsüzlük, büyük patronlardan daha küçük çaplı taşeron müteahhitlere kadar tüm iş alanında göze çarpmaktadır. Sektörün gelişmesine yönelik teşvik ve rantın boyutu öylesine büyüktür ki tüm Avrupa’da 25.000 dolayında müteahhit bulunmaktayken Türkiye’de 450.000’in üzerinde müteahhit bulunmakta, bunların ciddi bir kısmı ise geçici belgeler ile iş yapmaktadır. Neredeyse en göz önünde olan iş faaliyetlerinden en küçük yapı faaliyetlerine kadar yeterli güvenlik önlemleri alınmamakta, inşaat işçileri ağır şartlar altında çalışmaya zorlanmaktadır. Bu sektöre olan bağımlılık, sömürünün de olabildiğince derin bir şekilde uygulanmasına sebep olmaktadır. Her yıl sadece inşaat sektöründe yüzlerce işçi hayatını kaybetmekte, binlercesi ağır yaralanmalar yaşamaktadır.
Ağır sömürü altında ve iş güvenliğindeki ciddi eksikliklere rağmen tamamlanan inşaatlar daha sonra da büyük tehlike taşımaktadır. Bu yalnızca küçük çaplı müteahhitlerin değil, sektördeki büyük şirketler tarafından yapılan inşaatlar için de geçerlidir. Büyük çaplı depremler, sel ve heyelan gibi doğa olayları bu sektörün ürünlerinin yalnızca çalışma aşamasında değil, ürünlerin kullanım esnasında da ne derece tehlike arz ettiklerini defalarca gözler önüne sermiştir. Devletin sermaye dolaşımına etkisi ve aşırı rant geliri sebebi ile bu sektörün kontrolsüzce gelişimine yol vermesi binlerce insanın hayatına mal olacak felaketlere davetiye çıkarmaktadır. Devlet eli ile ihale edilen büyük çaplı yol, hastane, havaalanı gibi inşalarda yaşanan altyapı sorunları, çökmeler, su basmaları, bu yerlerin kısa zamanda kullanılamaz hale geleceğine dair raporlar, en küçük sel olaylarında dahi buralarda oluşan manzaralar medyada yer bulmaktadır. Devlet, sektörün gelişimine her türlü olanağı açarken yaşanabilecek facialar ile ilgilenmemekte, dolayısıyla bunun önünü bizzat açmaktadır.
TABİAT OLAYLARINI FELAKETE DÖNÜŞTÜREN DEVLETTİR
2000’li yıllarda hız kazanan bu ekonomi politikasının sonucu Gölcük, Bingöl, Van ve son olarak Maraş gibi birçok depremde felaket meydana gelmiştir. Yapılaşma prosedürü ve denetimler yalnızca kâğıt üstünde kalmakta, uygulanmamakta, çoğu zaman küçük ölçekli müteahhitlerden büyük patronlara kadar rüşvet eli ile bu kanunlar kolaylıkla aşılabilmektedir. Bu yol ile aşılamayan yapılar için ise imar barışı da denilen af kanunları çıkarılarak bu yapıların tümüne devlet eli ile hiçbir denetim sağlanmadan onay verilmektedir. İmar affı, genellikle yoksul halkı değil, müteahhit ve inşaat patronlarının yaptığı güvencesiz inşaları aklamaya yaramaktadır. Bunun sebebi ise imar affının esasta yapı izninde belirtilen şartlara veya belediyelerin genel yapılaşma mevzuatında belirlediği kriterlerin karşılanmaması halinde uygulanmasıdır. Yani kat sınırının aşılması, deprem mevzuatına uygunsuzluk, projelerin ihlal edilmesi, insanların güvenliğine tehdit oluşturabilecek yapılar af edilmektedir. Böylece devlet olası bir doğa olayı karşısında bu alanlarda yaşayan insanların katledilmesinin önünü bizzat açmaktadır.
Yine uygulanan kentsel dönüşüm politikaları da yapı ve toplum güvenliği gibi kriterler üzerinden değil, sektörün şişirilmesi ve rant amacı ile projelendirilmektedir. Kentsel dönüşümler neticesinde halkın barınma hakkı gasp edilmekte, yapılaşma büyük müteahhitlere taşere edilerek rant sağlanmakta, ayrıca ortaya çıkan ürünün güvenliğine dair de hiçbir denetim sağlanmamaktadır. Son depremde görüldüğü gibi, depreme dayanıklı etiketi ile satılan binalar dahi yerle bir olmuştur.
HALKIN BARINMA İHTİYACI DEVLETİN RANT KAPISI
Bir yandan kira fiyatlarında devasa artış, diğer yandan uzun vadeli kredi projeleri ile halk sürekli bir biçimde emlak ve inşaat alanına yönlendirilmekte, barınma hakkı ve ihtiyacı devletin en büyük rant aracına dönüşmektedir. Düşük faiz propagandası ve kredi dönüşünün sürece yayılması, marjinal tüketim eğilimini artırmaktadır. Geri dönüş sağlanamadığında ise devlet aynı bankalar aracılığı ile kolaylıkla ipotek kararları alabilmekte, bu evlere yeni alıcılar bulmaktadır. Bu gibi politikalar ile konut ve kredi alanlarında sürekli canlılık sağlanabilmekte, halk uzun yıllar ekonomik zorluklar altında ev sahibi olabilmeyi yaşamlarını daha iyi sürdürebilmek için anahtar olarak görmektedir. Ancak bu sektörün döviz kuruna bağlı oluşu, satın alma ve kira fiyatlarındaki sürekli artış eğilimi kiracı sayısının da sürekli olarak artmasına sebep olmaktadır. Yani konut sektörü her ne kadar balon gibi şişse de halk açısından ev sahibi olma oranında aynı düzeyde bir artış söz konusu değildir. Arz fazlasına rağmen konut fiyatları düşmemektedir.
Devlet eliyle teşvik edilen inşaat sektörünün geniş rant ve sömürüye dayanan bir ekonomik alan oluşu, halk açısından yalnızca ağır ekonomik koşullar anlamına gelmemekte, sonuçları ekonomik sömürü ile sınırlı kalmamaktadır. Aynı zamanda devlet halkın yaşamsal güvenlik sorunları ile de ilgilenmemektedir. Rant ve talan uğruna halkın güvenliği bilinçli bir şekilde göz ardı edilmektedir. Bu durum, henüz haftalar öncesinde Pazarcık depremlerinde on binlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açmıştır. Devletin bu yöneliminin farklı şehirlerde her an büyük felaketlere yol açabileceğini öngörmek zor olmayan bir durumdur. Felaketlere yol açan katliamcı devlet, halkı felaketlerin sonuçları ile de kendi başına bırakmakta, çoğu zaman kendi dayanışmasını örgütlemesini dahi engellemektedir. Devlet için felaket öncesi veya sonrası fark etmeksizin esas gündem, halka yönelik saldırıların boyutlandırılması ve rant devşirilmesi olmaktadır. Felaketin pençesinde ölüm kalım savaşı veren yüzbinlerce insanın sorunları ile ilgilenmeyen devletin yıkılan şehirlerde şimdiden rant arayışında olduğu açıktır.