[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Dinle “]
Çoğunluğa mal edilip “güzel oyun” da denilen, buna rağmen hatırı sayılır bir çoğunluk tarafından da bunca şöhretli olmasına anlam verilmeyen futbol eğlencesi Türkiye’de bir kez daha yoğun siyasetin, hatta tarihsel husumetlerin önemli bir alanı olarak konuşuldu. Simon Kuper’in (Britanyalı yazar ve haberci) haklılığı bir kez daha ve en güçlü biçimde Türkiye’de teyit edildi: Futbol asla sadece futbol değildir!
29 Aralık günü Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da, geçtiğimiz senenin Türkiye kupası şampiyonu Fenerbahçe ile lig şampiyonu Galatasaray arasında Süper Kupa maçı oynanacaktı. Türk futbol tarihinde beşinci kere yurt dışında (dört kere Almanya, bir kere Katar) oynanacak kupa maçı öncesi tartışmalar da alevlenmişti. Suudilerle bir süredir çok zikzaklı bir seyir izlemiş olan ilişkinin değişken dinamiğinin bu tartışmalara katkısı hiç şüphesiz önemlidir. Kaşıkçı cinayetinden itibaren Türkiye tarafından “düşman” muamelesi gören Suudilerin uluslararası düzlemde prestij kaybına uğramaması, hatta efendilerce “affedilmek” bir yana pek de suçlu görülmemesi Türk devlet yetkililerinin geniş kamuoyunca pek de takdir görmeyen geri adımlar atmasına neden oldu. Sonuçta “katil” de olsalar, başka bir devletin otoritesini açıkça çiğneseler de uluslararası sermaye üzerindeki güçleri onları dost kabul etmek dışındaki seçenekleri olanaksızlaştırdı. Süper Kupa maçı da bu dostluğun bir nişanesi olarak orada oynanmalıydı. Zaten futbolun ekonomisi de bunu gerektiriyordu. Objektif şartlar böyle demekteydi, fakat Suudilerin gelenek ve görenekleri, tarihleri hiç de hafife alınır değildi. Maçın orada oynanacak olması kararından itibaren belli bir kesim bu hafifsenemez gerçekler üzerinde özellikle tepinmeyi tercih etti. Organizasyonu Türkiye Futbol Federasyonu’na ait olan kupa maçının Suudi Arabistan’da oynanacak olması hatırı sayılır bir tepkiye yol açmıştı. TC’nin 100. yılında böylesine tarihsel ve önemli bir maçın para uğruna bir “Arap ülkesine satılması” sinirleri bozmuştu. Gerilimle yüklü maç öncesi atmosfer, maç günü milli marşın okunmasına izin verilmemesinden tutalım da Mustafa Kemal resimli ısınma tişörtlerinin engellenmesi, “yurtta sulh cihanda sulh” yazılı pankartın değiştirilmek zorunda kalınması gibi söylemlerle iyi kızıştı ve nihayetinde, iki kulübün “organizasyonda yaşanan çeşitli aksaklıklar” gerekçesiyle maçı oynamama kararını alması ile maç iptal oldu.
Türkiye Futbol Federasyonu, son yılların moda terimiyle “liyakati” çok tartışılan, süper kupa maçı gününden birkaç hafta önce bir hakemi bir kulüp başkanı tarafından yumruklanan, her hafta “futbol tayfa”nın büyük hınçla tartıştığı ve güveninin olmadığı bir kurum olma özelliğiyle bütün bu gerilimi yükselten yerde duruyor. Bu ülkede birçok sosyal, kültürel alanın gerginliğin ve çatışmanın alanı haline geldiği bir sır değil elbette. Futbol bu alanı bunların en sıcağı. 90 dakika oynanan bir müsabakanın neredeyse yarısında top oyunda kalmıyor. Hemen her maç sonrasında hakem hataları ve şike iddiaları asıl gündem oluyor. Taraftarlık birçok şeye baskın geliyor, sağlıklı bir iklimi bulabilmek imkânsızlaşıyor. Bu iklimin Türkiye’nin genel atmosferiyle ve egemenlerin futbol alanında da iş bilmezliğiyle ilgisi bir yana, taraftarlık ve taraftarlarla da alakası var.
Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de futbol, en çok izlenen ve oynanan spor dalı olmasının ötesinde fanatizmi ve işgal ettiği gündelik alan açısından büyük bir kültürel pratik. Takım tutmayan bir erkeğin hor görüldüğü ülkemizde, ekonomik koşullar ve futbolun kalitesizliğinden kaynaklı tribünlerde maç izleme oranı bir hayli düşük olsa da legal, illegal yayın üzerinden maç izleme alışkanlığı, halkımız için önemli bir aktivite durumunda. Taraftar grupları bağlamında ise dünyanın birçok ülkesinde olduğunun tersine, siyasi ve kültürel bir homojenlik mevcut. İtalya’da, Almanya’da, Fransa’da taraftar grupları sağ-sol, anti faşist-faşist şeklinde birbirlerine ayrım çizgileri koyarken, aynı şehrin iki farklı kulübü siyasi-sosyal ayrımlarla kendilerini var ederken, Türkiye’nin Türkiye Kürdistanı hariç hemen her bölgesinde milliyetçilik bir genel geçer kural niteliği taşıyor. Örneğin İskoçya’nın iki kulübü Celtic ve Rangers takımları Katolikler (bağımsızlıkçılar) ve Protestanlar (kraliyetçiler) şeklinde kümelenmiş iki büyük kampı oluşturduğu için bu iki takımın maçları dünyanın en büyük derbilerinden sayılıyor. Orada yalnızca bir spor müsabakası değil tarihsel pozisyon alışlar mücadele veriyor. Fenerbahçe-Galatasaray kamplaşmasında ise böyle bir ayrım söz konusu değil. Taraftarlar arasındaki rekabet belli bir süre öncesine kadar sadece sportif başarılarda somutlaşıyorken, Fenerbahçe başkanının “şike davası” kapsamında tutuklanması ve 2016 darbe girişimi ile birlikte, egemen politik klik ayrımına paralel olarak cemaatçiler-Atatürkçüler (sekülerler) gibi bir suni kamplaşma da rekabete eklenmeye başladı.
Siyasete egemen yerden bulaşmaya çalışan kamplaşma, tarafların cemaatçi ya da şikeci olmadıklarını iddia etmelerine paralel olarak kim daha vatansever, kim daha Atatürkçü rekabetine dönüştü. Sanal medyanın ve özelde de Twitter’ın en güçlü mecra olduğu futbol dünyasında, bu rekabetin taşıyıcıları milliyetçi-seküler-Atatürkçü kodların sahibi, genelde AKP’ye oy vermeyen ve “Z kuşağını” da yüksek oranda barındıran gençlik kesimleri. Maçın iptalini tetikleyip olanca gücüyle Arap düşmanlığı kusan, kulüplerine Suudi Arabistan’da ne işlerinin olduğunu soran ve maçı oynamama kararı alan kulüplerini bağrına basan işte bu çevre.
Egemen sınıfların egemen kliği son seçimle birlikte hâkimiyetini tartışılmaz hale getirdi. Devletin kurucu partisi CHP, pozisyonunu kaybetti, İYİP büyük bir krizin içinde. Egemen kliğin hegemonyası muhalif siyaset yapma tarzını dizayn etme noktasına geldi. Bu hâkim siyaset tarzı, karşısına, devletini kayıtsız şartsız seven, milliyetçi, seküler bir uysal kuşak koydu. Ekonomik sefalet içerisinde, dışarı dahi çıkamayan, sosyal-kültürel aktivitelerden yoksun, arkadaşlık-sevgililik ilişkileri seyrekleşmiş ve aşınmış bir halde, elinde sadece telefonu ve bilgisayarı olan kuşak, kinini sanal medyadan kustu. Yabancı düşmanı, kadın düşmanı, köylü düşmanı, “dinci” düşmanı bir nesil, imkânını bulduğu anda lince kalkışma eğiliminde. Bu kuşağın tipik özelliklerini yükselen faşizm dalgasıyla birlikte Avrupa ve ABD’de de görebiliriz. Bu nesil Twitter’da, Twitch’de ve Youtube’da kendine rol model aldıkları ırkçı-faşist yayıncıların etkisinde, devrimci hareket de bir hayli güç kaybetmişken uysal ve egemen klik için tercih edilebilir bir muhalif pozisyon kurdu. Bir kısım reformist solcunun sekülerizm paydasında birleştiği bu kesim, aşağıladıkları Araplar üzerinden kendilerini yeniden ürettiler, toplumsal hegemonyalarını gerçekleştirdiler.
Dogmatik bir sekülerizmle Kemalizm’in, “Suudi Arabistan gibi olmamızı engellediği” için büyük bir kazanım olduğunu savunan Sol Parti ve TİP’in bu iki kulübe “maçı oynamayın, ülkenize dönün” çağrısını unutmayalım. Gündeme müdahil olmaya çalışmak anlaşılabilir. Fakat bu şoven koronun ateşini harlamak en saf haliyle kendini bilmezliktir. Türkiye’de futboldaki egemen anlayışı temsil eden kulüp yöneticilerinin “seküler yaşam” ve “sol Kemalizm” adına tavır takınabilir olduğunu düşünmek “Futbol asla sadece futbol değildir” sözünün ülkedeki somut karşılığını anlamamakla malûldür. Sol Parti veya TİP “maçı oynamadan ülkelerine dönen” kulüplerin sekülerlik adına, solculuk adına, halk veya millet adına “bu hamleyle” doğru bir iş yaptığını düşünüyor olmalı şimdi. Oysa bu kulüplerin, bütün bu süreçlerin asli parçaları olarak rol aldıkları, sadece bu sürecin de değil mevcut egemen futbol anlayışının bir numaralı üreticileri oldukları bir sır değildir.
TFF’nin seküler ya da tarikatçı/cemaatçi yönetimlerinin ortak işlevi şimdi yaşananların organizesinden ibarettir. Amedspor’a yönelen saldırıların bu derecede destek görmesi de bu organizeye dahildir. Maçı oynamayıp ülkelerine dönen kulüplerin bu eyleminin Suudi Arabistan’a maç için gitmelerinden esasen hiçbir farkı olmadığını göremeyecek kadar egemen sınıflar dünyasından beslenmektedir bu partiler…
Futbolun bir eğlence olmaktan çok ülkemiz özgülünde faşizmin üretildiği bir alan olduğu gerçeği kavranmadıkça sekülerlik veya herhangi türden bir solculuk adına tavır belirlemeye çağırmak bir aptal beklentisi olabilir sadece…