Devlet mekanizması, yönetme krizine paralel olarak daha fazla çürüme eğilimi içindedir. Faşist diktatörlük, topyekün saldırı dalgasını tam hız sürdürürken artık bu eksendeki politikanın tüm ağırlığı, yorucu karakteri kendisini açık etmeye başlamıştır. Yorulan devlet mekanizması saldırılarına ara vermeden süreci devam ettirme “iradesi”ni sürdürürken, genişletmeye çalıştığı saldırı kapsamı egemenlerin aynı zamanda acizleşen ve zayıflayan yanı haline gelmektedir. İçerdeki saldırı dalgası aynı zamanda dış politikadaki saldırganlıkla senkronize olmaktadır. Bu birleşmiş ve ortak karaktere sahip topyekün saldırganlık ya da “ya hep ya hiç” gözü dönmüşlüğü kuşkusuz egemen sınıfların tek yanlı olarak göstereceği “iradeyle” sürdürülebilir değildir. Ancak içerde ve dışarda AKP-MHP egemen faşist bloğunun yönelimi, saldırganlığı sürdürme iradesi dışında bir seçenek bırakmamaktadır. İzlediği yönelim adeta bir çok kapının kapanmasını ve tek bir kapının açık kalmasını getirmiştir. Bu tek yanlılık, esneme kabiliyetindeki körelmeyi kaçınılmaz kılarken “gündem tüketen” bir dağılma ve geçici çözümlerde süreklilik sağlanmasını dayatmaktadır. Bu durum için söylenecek şey; çürüme siyasetinin yarattığı belirsizlik, gelecek kaygısıdır. Egemenler arası çatışma alanlarında da halk kitleleri ile çelişkilerin rotasında da dış politika yöneliminde de “kanlı bir hesaplaşma” zemini yaratmaktadır. Türk hakim sınıflarının belirlenmiş amaç ve hedeflerinde durduğu ya da durmaya mahkum kaldığı nokta çürüme ve belirsizliğin daha görünür olması anlamına gelmektedir.
FRENİ PATLAMIŞ KAMYON!
Bu yaklaşım milletvekili tutuklama saldırısını milletvekilini bakan eliyle sokakta dövmeye evriltmektedir. Barış Atay’a yönelik saldırı basit bir devlet sopası meselesi değildir. Faşist diktatörlüğün İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun sabah tehdit ettiği, akşam Barış Atay’ın saldırıya uğradığı bir politik zemin söz konusu. Aynı bakanın, Batman’da Musa Orhan adlı bir askerin bir kadına tecavüz ederek intihara sürüklenmesi karşısında tecavüzcünün safındaki açık konumlanışı, Ebru Timtik’in ölüm orucunda şehit düşmesi karşısında İstanbul Barosu’nu açık hedef yapması saldırganlığın, gericiliği üreten mekanizmanın bir çaresizlik haline işarettir. Bu gelişmeler bir hafta içinde olan tutum ve gelişmelerdir. Kısa zaman aralıklarına toplumsal infial yaratacak gelişmelerin sığdığı, bu gündemlerin birbirini yuttuğu ve İçişleri Bakanlığı düzeyinde meselelerde açık tutum alındığı bir çürümüş ve çaresizleşmiş saldırı dalgasının parçalarıdır bunlar. Faşist diktatörlük sürecin ruhunda olan tüm gerici, şovenist, kadın düşmanı yaklaşım ve tutumları zincirlerinden boşalmışçasına toplumun üstüne boca etmektedir. Bu basit bir saldırganlık hali değildir. Oluşan tablo içerde ağır faşist saldırılara dışarda ise askeri işgal ve hamlelere yönelik oluşturulan ideolojik-politik-kültürel-sosyal zemindir. Bu pervasız ve ayyuka çıkan tutum yönelimde başarısız kaldığı her gelişmede daha da agresif hale gelmenin politikasıdır.
Ebru Timtik ölüm orucu direnişinde ölümsüzleşmiştir. Aytaç Ünsal, Didem Akman ve Özgür Karakaya ise direnişi sürdürmektedir. Çok sade ve anlaşılır olan talepler doğrultusunda iki avukat ve müvekkillerinin sürdürdüğü direniş kamuoyunda ciddi düzeyde tartışılmaktadır. Özellikle Ebru Timtik ölümsüzleştikten sonra gerici faşist güruh ciddi bir ideolojik saldırı dalgası başlatmıştır. İlerici, demokrat çevrede ise “duygusal sempatiyle” sınırlı bir duyarlılık söz konusudur. Amaç ve hedeflerle eylem biçimi arasındaki çelişki bir yana nihayetinde ortada duran gerçek devrimci bir iradenin hak talebi mücadelesi veriyor olmasıdır. Bu durum duyarlılığın duygusallıktan eyleme dönüşmesi, hareketsizliğin harekete çevrilmesi, faşizmden hesap sorma bilincine dönüşecek bir keskinliğin ve hattın yaratılmasını gerektirmektedir. Bu süreçte direnişçilerin taleplerine odaklanmak, faşizmin pervasızlığına yönelmek asıl yaklaşımı içermelidir.
EKONOMİK VE SİYASİ KRİZ İÇİNDE İÇERİKSİZ HAMASET
Faşist diktatörlük, “milli ve yerli” söylemli şovenist kampanyasını sadece askeri alanda değil ekonomi ve enerji alanında da kitleleri manipüle ederek sürdürmeye devam ediyor. Salgın koşullarında “yerli ve milli” maske ve solunum cihazları ile dünyada en önde olduklarını ilan ederler. Dünya piyasasına “yerli ve milli” araba ile bir kez daha şıpınişi giriverirler. Savunma sanayinde İHA, SİHA, füze ve bilumum yerli malı sanayi ürünü ile “fark yaratırlar.” Şimdi de tüm bunlara yerli ve milli enerji yataklarının keşfi eklendi. Bir hafta öncesinden “eksen değiştirecek gelişme” diyerek lanse edilen ve ciddiyetsizliğini Doğu Perinçek’in Tayyip Erdoğan’dan rol çalarak ilan ettiği Karadeniz’de doğalgaz rezervinin keşfi meselesi gündeme geldi. Âlây-ı vâlâ ile duyurulan ve nihayetinde Enerji Bakanı Fatih Dönmez eğer beklenilen kalitede doğalgaz olursa toplam rezervinin 65 milyar dolar olduğunu ilan ederek “dağın fare doğurduğunu” da açıklamış oldu. Şimdiden uzmanlar enerjinin çıkarılması için yapılacak yatırımın bu rezervi karşılayıp karşılamayacağını tartışmaya açmış bulunuyor. Yani belirtildiği gibi bir kaynağın bulunup bulunmadığı zaten belirsizken bir de buna yeni kuyular eklenmeden astarının yüzünden pahalıya geleceği açığa çıkmıştır. Ancak hamaset siyasetini beslemek için kuyruklu yalanlarla örülen “yerli ve millilik” söylemi kullanışlı bir enstrümandır. Yarın en kolay unutulacak materyaller ise sürecin parçası olarak kullanılmaktadır.
Ancak ekonomik ve siyasi gerçeklerin bu boğucu şovenizm ve hamaseti topal bırakan acımasız yasaları işlemektedir. İkinci çeyrekte ekonomi resmi rakamlara göre %9.9 küçülürken, vergilerdeki devasa artış, döviz kurlarındaki büyük çaplı dalgalanmalar, salgından kaynaklı turizm kalemindeki çöküş hali, işsizliğin geçen yıla göre 4 milyon artması, Merkez Bankası rezervlerinin ikamesi için bireysel döviz hesaplarının kullanımı gibi gelişmeler yaşanmaktadır. Bu duruma salgının tehlikeli boyutlarda sürmesi ve bir türlü baş edilememesi eklendiğinde karanlık sürecin daha da kararacağının işaretleri olarak okumak gerekir. Elbette egemen sınıflar bu tabloda ilk elden emekçilere faturayı kesmektedir. Milli Eğitim Bakanı açık şekilde eğitimde en ağır yükün öğretmen maaşları olduğunu ilan etmekten geri durmamış, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarına yönelik saldırılar hız kazanmış, salgın üzerinden yeni vergi kalemleri oluşturularak gelir elde etme süreci örgütlenmiştir. Ekonomik saldırganlığın faşist diktatörlük tarafından daha da azgınlaştırılması kaçınılmazdır. Krizin faturasının hakim sınıflarca ödenmek istenmeyeceği açıktır. Bu eksende ezilenler cephesinde çelişkileri keskinleştiren ekonomik gelişmeler büyük adımlarla sürmektedir.
Rojava, Irak Kürdistanı, Suriye ve Libya’da ise askeri işgal ve saldırganlıkta dengeler TC’nin lehine gelişmemektedir. Rojava’da Kürtlerin yeni hamleleri, Heftanin’de HPG’nin askeri üstünlüğü, İdlib’te kurucu oyuncu rolündeki aşınma hali, Libya’da Kufra ve Sirte petrol hilalini aşmaya yönelik hamlenin durdurulması ve nihayetinde Doğu Akdeniz’de ABD’den daha güçlü rol alma hamlelerinin zayıf karşılığı ve sadece gerginliği tırmandıran girişimler TC için biriken ve daha da yorucu hale gelen çelişkilerin birikmesine neden olmaktadır.
Büyük çaplı saldırıların ve askeri donanım ve konumlanışın tırmandığı koşullarda demokratik ve ilerici çevrenin 1 Eylül’de uzlaşma ve barış naraları atan konumlanışı ise emekçilerin ihtiyacı olan devrimci savaşımdan zihinsel ve ideolojik kopuşun trajik hale gelmesine işaret etmektedir. Bu koşullarda emekçileri uzlaşma ve barış eksenine çekmek, çelişkilerin keskinliği ve devrimci savaşım temelinde konumlanma arayışının zerre kadar kavranmadığına işaret etmektedir. Uzlaşma ve barışa odaklı değil, mücadeleye ve onu daha da keskinleştirmeye kilitlenmiş ve yönelimi belirlenmiş bir siyasi çizgi hayati derecede önemlidir. İhtiyaç olan budur.