Faşizme Karşı Mücadelede Somut Mücadelelere Odaklanmak

Faşizm kurumsal açıdan daha tek merkezli bir biçim kazanarak saldırılarını yoğunlaştırdıkça faşizme karşı mücadele sorunu da devrimci-demokratik güçlerin temel tartışması haline gelmeye başladı. Kapsam bakımından en çok Kürt Ulusal Hareketi’ne, HDP’ye ve devrimcilere yönelen saldırılar, bütünde hükümet bloğu dışındaki tüm siyasi güçleri ve demokratik kitle örgütlerini hedefine koyuyor. Gerillaya karşı imha operasyonları, gerilla cenazelerine ve ailelere yapılan işkenceler bu saldırıların en uç noktasını oluşturuyor. Diğer yandan ülkede faşizm var mı yok mu tartışmasından çıkamayanlar, faşizmi türlü isimlerle tanımlayarak ona karşı mücadeleden yan çizenler de bulunuyor. Her şey bu kadar açık ve yoğun bir biçimde ilerlerken halen faşizmi tespit edemeyenlerin Troçkist bir dogmatizm ve/veya liberalizm sarmalından çıkamadıkları aşikâr. Ancak etki bakımından ele alacağımız bakış açısını bu kesimler oluşturmuyor. Faşizm tespiti yapsa dahi ona karşı zorunlu mücadele biçimlerinden kaçanlar olduğu gibi faşizmi AKP/MHP ile özdeşleştiren önemli bir kesim de bulunuyor. Hatta çoğunluğun böyle olduğu söylenebilir. Bu koşullarda devrimci-demokratik güçlerin faşizme karşı mücadele sorununu tartışması yerinde ve anlamlıdır. Doğru zeminleri yakalamak için tartışmak ve kuşkusuz ayrım çizgilerinin netleştirmek gerekir.

BİRLİKTELİK VE EYLEMSELLİK…

Bu tartışma kapsamında Atılım gazetesi ve Etkin Haber Ajansı’nda (ETHA) çıkan kimi yazılara değinmek yararlı olacaktır. Yine HDP’nin “anti-faşist blok” önerisi değerlendirilmeyi hak etmektedir. 25 Eylül tarihli Atılım gazetesinde yayımlanan “Birleşik mücadele sorunsalı: En geniş birlik mi en kararlı birlik mi?” başlıklı yazıda öncelikli olanın en geniş değil en kararlı güçlerin örgütlenmesi olduğu ifade edilerek faşizme karşı mücadele söyleminin bir politik program ve örgütsel form kazanmadığı belirtiliyor. Antifaşist birleşik cephenin, coğrafyanın özgün temellerine oturması gerekliliği Kürt halkının yürüttüğü savaşımla kurulan ilişkiye bağlanırken burjuva muhalefetten beklentiye girmenin söz konusu birleşik mücadelenin önündeki stratejik bir sorun olduğu ortaya konuyor. Bu kapsamda da HDP’nin “CHP” ve “barış” konusundaki yaklaşımları eleştiriliyor. 2 Ekim tarihli Atılım’da, bu sefer “Birleşik halk direnişi, serhildan, isyan” başlıklı bir makaleyle tartışma devam ettiriliyor ve “anti faşist birlikler” oluşturmanın gerekliliği vurgulanıyor. “Faşizme karşı mücadele bin bir yolla sokakta kazanılabilir ve sokak yolu hiç de iddia edildiği gibi kapalı değildir.” denilen yazıda, faşizme karşı “halk savunma birlikleri”, “anti faşist işçi/gençlik/kadın komiteleri”, “savaşa ve faşizme karşı mücadele platformları”, “sömürüye ve faşizme karşı işçi birlikleri” gibi örgütlenmeler kurulabileceği belirtiliyor. Faşizme karşı mücadelenin “Kürt sorunu, savaş ve faşizm”, “ekonomik kriz, sömürü ve faşizm”, “kadın kırımı ve faşizm” ile “adalet ve faşizm” gibi temel ve yakıcı sorunlar üzerinden yükselmesi gerektiği belirtilirken bu mücadelenin en kararlı gücü olarak da işçi sınıfı vurgusu yapılıyor. Yine devamında 11 Ekim tarihinde ETHA’da Olcay Çelik imzasıyla yayımlanan “Faşizme karşı işçiler” başlıklı yazıda da “işçi sınıfının faşizme karşı mücadelenin önder gücü olacağına gerçekten inanıyorsak” faşizme karşı işçi eylem ve direnişlerinin örgütlenmesi meselesini somut ele almalıyız deniliyor. İşçi sınıfı mücadelesi ile faşizme karşı mücadelenin apayrı kanallar gibi ele alındığından bahsedilen yazıda faşizme karşı işçi örgütlerini ve antifaşist işçi direnişlerini yaratma hedefi ortaya konuyor. Yine bu yolla işçi sınıfının, temel müttefiki Kürt halkıyla bir araya gelmesinin mümkünlüğü belirtiliyor.

10-11 Ekim tarihlerinde yapılan Parti Meclisi toplantısının sonuç bildirgesini açıklayan HDP ise “Partimizi ve halkımızı iktidar saldırılarına karşı koruma ve bu saldırıları etkisiz kılacak bir eylemsellikle güçlendirme…” kararını deklare ederek anti-faşist blok için olağanüstü bir çaba içerisine gireceklerini belirtiyor. “Politik mücadeleyi sadece seçimlerden ibaret görmeyen tavrıyla, sokağı ve diğer bütün meşru-demokratik mücadele alanlarını sonuna kadar kullanmakta ve bütün baskılar ve engellemelere rağmen mücadele alanlarını terk etmemekte kararlıdır” denilen açıklamada HDP’nin demokratik ittifakı da önüne hedef olarak koyduğu ve bu ittifakın oluşması için elinden gelen bütün çabanın harcanacağı belirtiliyor.

Belirtmek gerekir ki her iki siyasi hareketin yazı ve açıklamalarında ele alınan faşizme karşı ortak mücadele ve direniş meselesi, muhalif her kesimin üzerinde teorik bir ortaklık kurabileceği genel bir konudur. Diğer yandan bunun biçimi ve nereye bağlanacağı ise meselenin püf noktasını oluşturur. Yazı ve açıklamalara baktığımızda her iki siyasi hareketin de anti-faşist birlikteliklere ve eylemselliğe özel bir vurgu yaptığı görülüyor. Atılım’ın kavram ve vurgularını kendilerine biçtikleri “sosyalist öncü” misyonu belirlerken HDP’nin ise “demokratik” bir misyonla hareket ettiği görülüyor. Pratikte önerilenler ise birbirine paralellik arz ediyor. Söz konusu vurguların faşizm sorunuyla sanki ilk defa yüzleşiliyormuş gibi bir hava verdiğini söylemeden geçmeyelim. HDP’de daha açık ifadelerle “AKP/MHP” ile özdeşleştirilen faşizm sorunu, Atılım nezdinde “saray faşizmi”ne yapılan vurgularla paralellik taşıyor.

Atılım’ın faşizme karşı mücadele perspektifinden bugün itibariyle “teorik” kalan kavram ve önermeleri çıktığımızda geriye aslında birliktelik ve eylemsellik kalmaktadır. Atılım’ın, soyut bir teorik zeminde inşa ettiği faşizme karşı mücadele sorununun pratik ayağında ise ampirik olgular bulunuyor. Atılım, kendisinin veya devrimci-demokratik güçlerin sokakta gerçekleştirdiği eylemlere abartılı bir misyon biçerek bunun yaygınlaştırılması ile faşizmin geriletilebileceğine dair bir “umut” taşıyor. Bu nedenle de birçok açıklamasında “sokak” vurgusunu en önde tutuyor. Kuşkusuz bugün mücadeleyi kapalı salonlara veya protokol biçimlere hapseden yaklaşımlara karşı mücadele ve direnişi sokağa taşımak önemli bir yerde durmaktadır. Ancak “sokak” kendi başına faşizme karşı mücadele veya devrimci mücadele için sihirli bir anlam taşımamaktadır. Sınıfsal ve toplumsal çelişkilerden beslenmediği, sınırlı öncü güçlerin bir eylemi olarak kaldığı müddetçe “sokak” kendini tekrar eden bir kısır döngünün de ifadesi olabilmektedir. Genel hareketsizlik içerisinde bu sınırlı haliyle dahi “sokak” iddia ve pratiğine ön açıcı bir anlam yüklenebilir ancak faşizme karşı mücadele sorununu bunun üzerinden temellendirmek gerçekçi değildir. Bu, sadece saldırıların yoğun bir hal aldığı bugün açısından değil dün de böyleydi. Ülkemizde faşizmin çok yönlü kurumsallığı ve özellikle silahlı zora dayalı yapısı, ona karşı mücadelenin de çok yönlü ve özellikle silahlı mücadeleye dayalı bir perspektif taşımasını zorunlu kılar. Bu nedenle ampirik olgular üzerine abartılı propagandalar yapmak; sokak pratiğini, ki önemli bir kısmı Kadıköy gibi “özgün” bir mekânda ve basın açıklaması formatında gerçekleşen eylemler üzerinden yüceltmek ülkemizde faşizmi tanımamak ve ileride neyle karşılaşılacağına dair bir öngörüye sahip olmamak anlamına gelir.

Atılım, işçi sınıfı mücadelesi ile faşizme karşı mücadelenin apayrı kanallar gibi ele alındığından dem vursa da sokağa, eyleme ve her alanda anti-faşist örgütlenmelere yaptığı vurguyla aslında faşizme karşı mücadelede işçi sınıfı ve kitlelerden ayrı, “politik” sahada bir vurgu yapmış oluyor. Şüphesiz bu sadece Atılım’a ait bir sorun değil. Sınıfsal çelişkiler ve kitlelerin sorunlarından yola çıkamayan, onunla kaynaşamayan, burada öncü ve örgütleyici rolünü üstlenemeyen bir politik konumlanış, genel olarak devrimci hareketin de ortak sorunudur. Bu nedenle tartıştığımız her sorunu tüm devrimci-demokratik mücadeleleri kapsayıcılığı içerisinde ele almak daha doğru olacaktır.

“BÜYÜK” SİYASET DEĞİL NİTELİKLİ SİYASET

Lenin yoldaş, “politika kitlelerle yapılır” der. Kitlelerin olmadığı daha doğrusu kitlelerin örgütlenemediği yerde politika yapmak ya bu gerçekliği değiştirmenin politikasıdır ya da ayakları havada bir politikadır. Özellikle son dönemlerde gelişen bir özellik olarak; sınıf ve kitle olmaksızın, bununla bağlantılı olarak da “güç” olunmaksızın ülke siyasetine dair büyük laflar etmek; söylemlerini ve politikasını, ülkede hâkim gündemlere göre şekillendirmek bir siyaset tarzı olarak gelişti. Doğal olarak bu siyaset tarzı; sınıfa, kitlelerin gerçek sorunlarına, yerele, somut örgütlenmelere ait olan politika ve faaliyetlerin aleyhine bir biçimde gelişti. “Büyük” siyasete dahil olmak, ülkede hâkim siyaseti bir yerinden yakalamak, bunun için politik söylemler ve belli bir sınırı aşamayan pratikler gerçekleştirmek, adı konmamış asıl yönelimler olarak kendini gösterdi. Özellikle Gezi İsyanı sonrasında bir ayağında cumhuriyet, laiklik diğer ayağında seçimler, parlamento gibi konular bulunan düzen içi ve/veya reformist eğilimlerin gelişiminde de bu “büyük siyaset”e angaje olunmasının önemli bir rolü vardır.

Peki “büyük siyaset” nedir ya da hâkim gündeme göre siyaset belirlemek ne kadar büyüktür? Devrimciler için siyasetin büyüklüğünü belirleyen temel öge nicelik değil niteliktir. Bu nitelik devrimin başarıya ulaştırılması amacına odaklıdır; bu yolda kitlelerde yansımasını bulan gerçek bir ilerlemeye tekabül ediyorsa siyasetin başarısı, başka bir deyimle büyüklüğü de anlam bulur. Faraziye üzerinden değil gerçekler üzerinden konuşacaksak -ki her zaman öyle yapmalıyız- devrimci güçler açısından bugün iki temel ihtiyacın kendini ortaya koyduğunu görürüz. Bunlardan biri devrimci çizginin, daha doğrusu silahlı, şiddete dayalı devrim fikrinin stratejik bir katılıkla savunulması; diğeri ise sınıfsal çelişkileri ve kitleleri örgütleyebilme yeteneği gösterebilen, bu noktada taktik esnekliğe sahip bir devrimci örgütün inşa edilebilmesidir. Söz konusu ihtiyaçlara yanıt olabilmek proleter sınıf kimliği ve proleter ideolojiyle doğrudan ilintilidir. Bu noktadaki her başarısızlık ise bunlardan birinin ya da her ikisinin birden eksik bırakılması; birbiriyle ilişkisinin doğru kurulamamasıyla ilgilidir.

İKİ ÖRNEK İKİ ÇİZGİ…

Çok teorik konuşmaya ya da uzağa gitmeye gerek yok; güncel iki siyaset örneği üzerinden fikir yürüterek ne anlatmak istediğimizi ortaya koyabiliriz. Bu iki siyasetten biri HDP’nin faşist düzen güçlerine de yeşil ışık yakan “demokrasi ittifakı” siyasetidir; diğeri ise Bağımsız Maden İş öncülüğünde maden işçilerinin “hak alma” siyasetidir. HDP’nin ittifak siyasetinin odağında seçimler bulunuyor; başarılır ve düşünüldüğü gibi sonuçlar üretirse AKP/MHP’yi hükümetten alaşağı etmeyi ve demokrasinin önünü açmayı hedefliyor. Buradan bakınca hedef de siyaset de “büyük”lüğü ile dikkat çekiyor. Ve yine oy sayıları ile ölçersek milyonları kapsayan bir siyaset üretiliyor. Maden işçileri ise gasp edilen haklarını almaya ve maden işçilerinin bir kısmı için bağlayıcılığı olan bir hak elde etmeye çalışıyor. Ve yine sayılarla bakarsak burada en fazla yüzlü sayılarla ifade edilebilecek “küçük” bir direnişten bahsediyoruz. Ancak ne var ki milyonları kapsayan söz konusu “büyük” siyaset çok fazla heyecan yaratmaz hatta birçok ikircik ve tartışmayı içinde barındırırken bu “küçük” direniş hemen her kesimde bir sempati ve heyecan yaratıyor. Bunun nedeni açıktır. Birçok seçim pratiğinden de bilinmektedir ki ‘sandık’ işçi sınıfı ve ezilenlerin bir müttefiki değildir; tersine hâkim sınıfların bir egemenlik ve yönetim aracıdır. Ve yine bilinmektedir ki bu ülkede faşizm partilerle sınırlı değildir ve hükümetteki gücün seçim sonuçlarıyla alaşağı edilebileceğinin hiçbir geçerli dayanağı yoktur. Doğal olarak böyle bir siyasetin özgüven ve heyecan yaratması da beklenemez. Her seçimde olduğu gibi geniş kitlelerde “bu sefer gidecekler” motivasyonu oluşturulabilir ancak bunun da daha derin bir hayal kırıklığı sonucu vermek üzere geçici bir köpük olmanın ötesine geçememe ihtimali hiç de yabana atılamayacak kadar gerçektir. Oysa maden işçilerinin direnişi -bugüne kadar ki pratiği ile- böyle değildir. Kendi öz gücüne dayanmakta, net hedeflerle yola çıkmakta ve sonuç alma potansiyelini içinde barındırmaktadır. Bu nedenle ve özel olarak da siyasi atmosfer kaynaklı, hedef ve çapından çok daha büyük bir coşkuyla karşılanmakta; etkide bulunmaktadır.

Örneklerin kategorik farklılığı ve etki çapındaki farklılığa rağmen bunları özdeş meseleler olarak ele aldığımız düşünülmemelidir. Ancak bu küçük örnek bile faşizme karşı mücadele noktasında nerde konumlanmak gerektiğine dair önemli bir fikir vermektedir. Bu fikir bilinmez değildir fakat ideolojik bulanıklık ve pratik atalet nedeniyle tam da bugün devrimci güçlerin üzerinde yoğunlaşması gereken fikri teşkil etmektedir. Çünkü aslında bilmek, uygulamaktır.

SINIFTAN VE STRATEJİDEN YOKSUN KONJONKTÜREL DEVRİMCİLİK

Faşizme karşı mücadele konusunda olduğu gibi işçi sınıfı ve sınıf hareketi gibi konularda da konjonktürel etki ve ampirik olgular üzerinden değişken politik varyantlar ortaya atılmaktadır. Tarihsel örnekler vermek gerekirse; TEKEL direnişi patlak verdiğinde işçi sınıfı hatırlanmakta, teoriler tazelenmekte ancak daha sonra unutulmakta; bu sefer başka bir politikanın teorisi yapılmaktadır. Metal grevi patlak verdiğinde işçi sınıfı tekrar hatırlanmakta ve aynı akıbet kendini tekrar etmektedir vb. İşçi hareketi öne çıktığında söylem ve teori ona ayak uydurmakta ancak burada kalmamaktadır. Çevre veya kadın hareketi öne çıktığında bu sefer bu alana; Kürt ulusal mücadelesi öne çıktığında bu mücadeleye; sokak veya emekçi mahalleler öne çıktığında buraya, seçimler öne çıktığında seçimlere; gerilla mücadelesi öne çıktığında gerillaya vs. dair bir söylem ve teori geliştirilmektedir. Pekâlâ birileri bunu politik bir yetenek ve taktik esneklik olarak tanımlayabilir fakat somut gerçek bunun böyle olmadığını; gerçekte yaşananın sınıfsal bir ideoloji ve önderlikten yoksunluk, politik gelişmelerin peşinden sürüklenme sonucu doğuran stratejik bir zayıflık olduğunu göstermektedir.

GENELLEYEREK DEĞİL SOMUT MÜCADELELERLE İLERLEMEK

Eğer bugün sosyal medyada oluşan sanal gündemlerin dahi devrimci-demokratik güçlerin gündemlerini ve pratik ilişkilerini belirlediği arızi bir durum yaşanabiliyorsa bunun kitlelerin gerçek sorun ve ihtiyaçlarından kopuklukla, bu sorun ve ihtiyaçlara göre şekillenen bir ideoloji, önderlik ve stratejiden yoksunlukla bağı vardır.

Devrimci mücadele, merkezinde sınıf çelişkisi bulunan toplumsal bir analize dayanır. Sınıfsal çelişkilerin analizine dayalı bir mücadele perspektifi sadece ülke çapında değil her bir bölge, il, ilçe veya mahalle bazında ve her bir çelişkinin ortak kesenleri bağlamında ele alınmak; bir stratejide somutlanmak zorundadır. Stratejinin gücü; parçayla bütün, yerel ile merkez, bugün ile gelecek arasındaki diyalektik ilişkiyi kurabilme yetisiyle ilgilidir. İşçi sınıfı ve halkı örgütleme; mücadelede öncülük misyonunu tam da burada gerçekleştirme “zahmetine” girmeden konjonktürel gündem ve politikalara göre yön belirlemek başarı getirmeyecek, bu gündem ve politikalar üzerinde ciddi bir etki de oluşturulamayacaktır. Bu nedenle devrimci güçlerin önceliklerini masaya yatırması zorunludur. Sınıfsal çelişkiler ve halkın ekonomik-politik ihtiyaçlarından ileri gelmeyen, devrimci-demokratik güçlerin birlikteliği ve eylemselliğini bu zemine oturtmayan tüm mücadele kurguları sorgulanmalıdır. Faşizme karşı nasıl mücadele edileceği ya da sınıf hareketinin nasıl yaratılacağının anahtarı da buradadır. Genelleyerek, kavram ve kategorileri listeleyerek değil sınıfsal mücadelelere odaklanarak, faşizme karşı somut mücadeleler örgütleyerek yol alabiliriz. Bugün devrimci güçler için gerçekçi olan ve ihtiyaç duyulan şey; niceliği “büyük” siyaset değil nitelik etkisi güçlü siyasettir. Bunun bir ayağı silahlı mücadeledeki ısrar diğer ayağı ise maden işçilerinin direnişi gibi somut mücadelelerdir.

*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 29 Ekim 2020 tarihli 73. sayısından alınmıştır.