ABD Başkanlık seçimlerinin, Trump’ın önderliğinde kongre binası baskınıyla sonuçlanması ABD başta olmak üzere birçok ülke nezdinde faşizm tartışmalarını hızlandırdı. Bu tartışma aslında birçok ülkede “sağ”, “sağ-muhafazakâr”, “sağ-popülist”, “faşist” diye tanımlan partilerin hükümete gelmesi ya da ciddi oranda güçlenmesiyle başlamıştı. Fransa, Brezilya, Macaristan ve daha birçok ülkedeki siyasi değişimlerin bu tartışmalara öncülük ettiği söylenebilir. Kimi yazarlar bu durumu “neo-faşizm”, “post-faşizm” kavramlarıyla tartışırken ülkemiz özgülünde ise yazar Ergin Yıldızoğlu öncülüğünde “süreç olarak faşizm”, “yeni faşizm” tartışması gelişmeye başladı.
Kuşkusuz ülkemizde faşizm tartışmaları yeni değildi ve özellikle AKP/Erdoğan üzerinden bu tartışma uzun bir zamandır sürüyordu. Hatta Türkiye özgülünde devlet yönetimine bir türlü “faşizm” diyemeyen onun yerine “Bonapartizm, İslami faşizm, Rabiacılık, tek adam yönetimi, otokrasi, post-faşizm, faşizan Bonapartizm, AKP faşizmi, dinci faşizm, istibdat, şefci-Bonapartizm” gibi kavramlar türeten birçok tartışma ortaya atıldı. Aslında bu kavram karmaşası, kafa karışıklığının başka bir deyimle teorik-ideolojik bulanıklığın da göstergeleriydi. Bu kafa karışıklığının en önemli yansıması ise faşizmin TC devletiyle olan köklü ilişkisini kavramak yerine onu AKP ile tanımlayan, onunla başlatan ve özdeşleştiren tartışmaların ağır basmasıydı. Öyle ki teorik olarak devletin faşist niteliğini tanımlayan kimi devrimci hareketler dahi özellikle “AKP ve saray faşizmi” söylemlerine ricat etti.
ABD gibi kapitalist-emperyalist ülkelere dönük faşizm tartışmaları uluslararası ölçekte sürdüğü gibi ülkemizde de kendi “meşrebinde” sürüyor. Meşrebinde diyoruz çünkü dünyadaki faşizm tartışmalarına ülkemizden katılan yazarların yaklaşımlarına baktığımızda “AKP/Erdoğan” bakış açısının darlıklarını fazlasıyla görüyoruz. Hal böyle olunca değişik ülkelerdeki siyasi gelişmelere yaklaşım da daha baştan eksik veya yanlış bir kurguya oturtulmuş, sakatlanmış oluyor. Tartışmalarda ülke ve süreç farklılıklarının genellikle göz ardı edilmesi; örneğin emperyalist-kapitalist ülkelerle yarı sömürge-yarı feodal ya da yarı sömürge-geri kapitalist ülkelerin kategorik bir ayrıştırmaya tabi tutulmaksızın ortak veçhelerle tartışılması, faşizm tartışmalarını da nesnel koşullardan ve sınıfsal ilişkilerden bağımsız tartışma hatasını ortaya çıkarıyor. Bu durumda ABD, Fransa, Macaristan, Brezilya veya Türkiye gibi farklı sosyo-ekonomik yapıya sahip ülkeler, “benzerlikler” üzerinden aynı çuvala konup tartışılabiliyor.
Bu benzerlikler özellikle siyasi yöntem ve gelenekler ile dini-kültürel kimlikler üzerinden kuruluyor. Bu temelde de tek adam/lider, şovenizm, ırkçılık, kadın düşmanlığı, ‘militarizm’, muhafazakârlık ve parlamenter sistemi kullanma gibi örnekler öne çıkarılıyor. Faşizmin analizi her bir ülkenin sınıfsal gerçekleri yerine üstyapı kurumları ve kimi siyasi iniş çıkışlara dayandırıldığı noktada “siyasi parti ve lider” kültü üzerinden bir sonuca ulaşmak kaçınılmaz hale geliyor. ABD’yi tartışırken aslında Türkiye’yi, Trump’ı tartışırken aslında Erdoğan’ı tartışan; bu ülke ve aktörleri özdeşleştiren darlık kendini burada gösteriyor.
Bahsi edilen süreçlerde siyasi ve kültürel benzerlikler bulmak fazlasıyla mümkündür. Hatta bu benzerlikleri sadece günümüzden değil Hitler, Mussolini örnekleri üzerinden de bulmak mümkündür. Nitekim birçok yazar bu benzerliklere de atıf yapıyor ve kendince geniş bir çerçeveyle tanımladığı “faşizm”e dayanaklar ortaya koyabiliyor. Tüm bunlar bir yere kadar anlaşılabilir ve hatta faşizmi tahlil etmede yararlanılabilir verilerdir. Kurulan benzerlikler dünyada gelişen siyasi eğilimleri ve bunun her bir ülkedeki yansımasını anlamamıza yardımcı olsa da faşizmi tanımlamaya yeterli değildir. Bu benzerlikler, hâkim sınıfların ekonomik-siyasi krizinin derinleştiği birçok dönem için siyasi aktörlerin yönetim manevraları veya iktidarı ele geçirme taktikleri olarak da tartışılabilir. Bu süreç faşizmi mutlak olarak yadsımaz fakat kendi başına faşizmin bir kanıtı olarak da sunulamaz. Sorun bu şekilde yanlış temelde ele alındığında bunun sistem karşıtı mücadeleyi hangi yanlış sonuçlara taşıdığı örneklerle sabittir. Ülkemizde AKP/Erdoğan karşıtlığıyla özdeşleştirilen faşizm sorunu; sistem, devlet karşıtı mücadele veren hareketlerin önemli bir kesiminde, gizli veya açık bir biçimde düzen içi muhalefet veya diğer düzen partilerine yedeklenme sonucu doğururken ABD’de ise Trump karşıtlığına dayalı yaklaşımlar Biden’ın desteklenmesi gibi bir sonuca varmıştır. Bu konuda yine bu sayfalarda yayımlanan “ABD Seçimleri: Ölümü Gösterip Sıtmaya Rıza Üretmek!” başlıklı polemik yazısı hem Filipinler Komünist Partisi ve ABD Devrimci Komünist Partisi’nin ABD seçimleri noktasındaki yanlış değerlendirmelerini hem de faşizm tartışmalarını ele alması bakımından önemini korumaktadır.
Faşizm olgusuna yanlış bakış açılarının en bariz göstergelerinden biri ülkemizdeki tartışmalardır. AKP ve Erdoğan’la özdeşleştiren ve özellikle son dönemde gelişen “faşizm” söylemlerini bir yana bırakırsak ülkemizdeki birçok kesime göre Türkiye’de faşizm yoktu. Ülkemizde devletin faşist niteliğini tanımlayamayanların son dönemde çeşitli ön takılarla faşizm tespiti yapmaları dün de bugün de bilimsel gerçeklerden yoksundur. Kimi görüşler faşizmin “finans kapitalin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü” şeklindeki genel tanımına uygun bir nesnel gerçeklik bulunmadığı; sendikaların, siyasi partilerin kapatılmadığı gibi dogmatik gerekçelerle faşizm tespiti yapmaktan kaçınırken kimi görüşler ise devletin kurucu ideolojisi Kemalizme faşizmi yakıştıramadıkları için bu tespitten hep uzak dururlar. Oysa Türkiye’nin kuruluşundan bugüne sosyo-ekonomik gerçeklerini ve bu gerçekler üzerinde şekillenen Kemalizmin niteliğini bilimsel bir biçimde analiz edebilselerdi faşizmin yarı sömürge-yarı feodal bir ülkede hangi nesnel gerçekler üzerine yükseldiğini ve hangi sınıfsal ilişkilerin bir sonucu olduğunu da doğru kavrayabilirlerdi.
Faşizm bizim gibi ülkelerde, emperyalizme göbekten bağımlı yarı sömürge bir ekonomi (zayıf ekonomi) ve onunla bağlantılı feodal bir despotizm ile şekillenmiştir. Ekonomik, siyasi, ulusal, kültürel vb. tüm uygulamalarıyla da bu niteliğini (“açık terörcü diktatörlük”) binlerce kez ortaya sermiştir. Bugün ABD’de Trump’un temsil ettiği siyasi yönelimleri, kongre binasının basılmasını veya kısmi şiddet olaylarını görüp bunun üzerinden faşizm tartışmaları yapanlar ne yazık ki ülkemizdeki onlarca kitlesel katliamı, yüzlerce faili meçhulü, dünden bugüne yüzbinlerce siyasi tutsağı, baskı ve yasaklarla dolu siyasi-kültürel yaşamı, işkenceye maruz kalan yüzbinleri, kafası kesilen devrimcileri vb. doğru görememekte, faşizme delalet saymamaktadır. ABD’de burjuva devlet kurumları Trump’un girişiminin önünü kesebilmişken Türkiye’de hâkim sınıfların ve devletin baştan ayağa faşist kurumsallığı, bu görüş sahiplerine göre yine de faşizm tespitini hak edememektedir. Onlara göre bu olsa olsa ya faşizm öncesi henüz olgunlaşmamış tarihsel bir süreç ya da AKP/Erdoğan’ın iktidarına özgü bir niteliktir. Bu görüşün doğal sonuçları iki farklı yanlışa birden kapı aralamaktadır. Ya AKP/Erdoğan başarılı olacak ve faşizm kurumsallaşmasını tamamlayacaktır veya başarılı olamayacak ve “eski güzel günlere” (AKP/Erdoğan’sız faşizm) geri dönülecektir. Bu düşüncenin siyasi sonuçları ise AKP/Erdoğan karşıtlığı üzerine yükselen bir düzeniçilik, burjuva demokrasisi arayışları, parlamentarizm, hâkim sınıfların muhalefetteki kliğine yedeklenme ve en ilerisi reformizm olmaktadır. Tartışmaya devam etmek üzere son olarak şunu belirtelim ki söz konusu faşizm analizleri hem dünyadaki hem de ülkemizdeki ekonomik-siyasi gelişmeleri analiz etmekte yetersizdir ve yanlış siyasi stratejiler de bu yanlış analizlerden ileri gelmektedir.