Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak Temmuz ayının son günlerinde; “Ekonomimiz adım adım yeniden yükseliyor. Türkiye ekonomisi üzerine yapılan kötü tahminler inşallah yine boşa çıkacak” açıklaması yaptı. Her zamanki kötü gidişatın üstünü örtme hamlelerinden olan bu açıklamanın yapıldığı saatlerde, kur fiyatları rekor bir artış yaparak euro 8,21 ile TC tarihinin, dolar ise 6,97 ile 14 Mayıs’tan sonraki en yüksek seviyeye ulaştı. Gelişmeler karşısında egemenler dolar kurunu düşürmek için 1.8 milyar dolar harcama yaparak TL’yi koruma çabası gösterse de, dolardaki ilerlemeyi durduramadı. Financial Times ise Merkez Bankası’nın açığı kapatmak ve doların yükselişini engellemek için bankalardaki dolar hesaplarını kullandığı iddiasında bulundu. Ekonomik durum bu düzeyde vahim bir noktaya gelmiştir.
Egemen sınıflar her ne kadar ekonomi için renkli ve iç açıcı tablolar çizse de bütün veriler ve gerçek yaşamın kendisi, işlerin pek de iyiye gitmediğini göstermektedir. Kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s’in “kritik uyarıda bulunduğu” ve pandeminin de etkisiyle “büyük bir darbe” alacağını açıkladığı Türkiye ekonomisi, sadece dolar ve euro karşısında değer kaybetmeye devam eden TL ile değil aynı zamanda biriken toplam 1.213 trilyon dolar iç ve dış borçlara (431 milyar dış borç, 782,2 milyar iç borç) karşılık TCMB kasasında sadece altın rezervi de dahil 66.449 milyar dolarlık bir rezervi ile de tehlike çanlarını çalmaktadır. Kuşkusuz pandemi sürecinin de bu tabloda ciddi bir etkisi vardır. Ancak sadece pandemi ile açıklanamayacak olan bu tablo, Türkiye’yi de aşan boyutuyla küresel bir krize doğru evrilme aşamasındadır. Pandemi öncesi dahi 2008 krizinden daha etkili bir krizin kapıda olduğunu açıklayan ekonomistler, pandemi ile beraber bu sürecin hızlandığını belirtmektedir. Nitekim, birinci buhrandan sonra yüzde 32.9’la en büyük küçülme oranı ile karşı karşıya olan ABD’yi 2020’nin ikinci çeyreğinde 13.8 ile Fransa, 10.1 ile Almanya toplamda 11.9 ile Avrupa Birliği ekonomisi ve yüzde 4 ile 6 arasında küçülen Rusya izlemektedir.
Kuşkusuz emperyalist merkezlerdeki bu gelişmelerin karşılığı, ekonomik altyapısı çok daha geri olan Türkiye ve Türkiye gibi yarı-sömürgelerde daha yıkıcı etkiler gösterecektir. Nitekim gelinen aşamada Türkiye’de krizin emareleri kendisini ciddi anlamda göstermeye başlamıştır. TESK verilerine göre temmuz ayının ilk 15 gününde satılık işyeri ilanının yüzde 51 arttığı, haziran ayında 7 bin 222 esnafın kepenk kapattığı bir tablo söz konusudur. İşsizlik oranının gittikçe büyüdüğü, tarımın neredeyse tasfiye edildiği bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Enflasyonun sürekli artmasıyla beraber alım gücünün düşmesi, açlık sınırındaki yığınların gün geçtikçe büyüdüğü ekonomik sorunlar girdabında pandemi sürecini de iyi yönetemeyen Türk hakim sınıfları, yönetememe krizi içerisinde işçi sınıfı ve emekçilere daha fazla saldırı, iç ve dış politikada dizginsiz bir çizgi izlemeye devam etmektedir.
EKONOMİK KRİZİN DERİNLEŞMESİNE PARALEL SALDIRILARIN BOYUTU DA ARTIYOR
Gelinen aşamada kriz belirtileri derinleştikçe ortaya çıkan hoşnutsuz tablo, egemenleri daha saldırgan bir tutum içerisine itmektedir. Bunun bir yanında özel olarak AKP/MHP bloğunun gün geçtikçe eriyen gücünü yeniden tesis etme çabası vardır. Son verilerle beraber Erdoğan ve Cumhur ittifakına desteğin ciddi oranda düşme eğilimi göstermesi, bununla beraber esasta sistemin bütünlüklü bir krizle boğuşması, saldırıların boyutunu daha da artırmıştır. En küçük demokratik talepli eylemlere dahi azgınca saldıran hakim sınıflar, kendi aralarındaki klik dalaşları keskinleşse de halka yönelik saldırılarda ortaklaşma eğiliminden bir şey kaybetmemiştir. AKP/MHP bloğu bu süreçte her zamanki gibi gündem değiştirme kozunu oynamaya, hiçbir sorun yokmuş gibi davranmaya devam etmektedir. Son Ayasofya hamlesi bunun en somut karşılığıdır.
Yine başta Türkiye Kürdistanı olmak üzere sınır ötesi operasyonlarda gerillaya yönelik kapsamlı saldırılarla “beka” kozunu son kertesine kadar kullanmaktadır. “Pençe” serisini yeni bir operasyonmuşçasına “Pençe-Kaplan” operasyonu ile cilalayıp yeniden kamuoyuna sunan egemen sınıflar, içerde de gerillayı bitirmek üzere başlattıkları ve hüsran yaşadıkları sonbahar ve bahar aylarındaki “Kıran” operasyonlarının ardından şimdi de “Yıldırım” operasyonlarıyla yeni bir hamle gerçekleştirmektedir. Yaklaşık bir haftadır her alanda binlerce asker ve onlarca taburla yaptıkları operasyonlar ise her türlü teknik-teknolojik ve sayı üstünlüğüne rağmen gerilla karşısında hiçbir başarı sağlayamadan devam etmektedir.
Egemeneler açısından bu sürecin en büyük korkusu, biriken öfkenin sokağa taşmasıdır. Nitekim her fırsatta “ikinci Gezi beklediklerini” söyleyerek saldırıları meşrulaştırma gayreti içinde olan egemen sınıfların, Erdoğan’ın öğrencilerle yaptığı video konferans sırasında başlayan ve sonrasında sosyal medyada viral olan “oy moy yok” tepkisinin ardından daha çok açığa çıkan “Z” kuşağı korkusu, yeni bir dizi önlem almalarına neden olmuş, ciddi kısıtlamalar barındıran sosyal medya yasası alelacele meclisten geçirilmiştir. Sokakların adeta polis-bekçilerle kuşatıldığı, neredeyse üç kişinin yan yana gelmesinin yasaklandığı bir tabloda sosyal medya yasakları, biriken öfkenin esasta sokağa taşmadan dizginlenmesini hedeflemekte, her zaman olduğu gibi ilk başta düşünceye kilit vurma hamlesini oluşturmaktadır.
Buna rağmen sokak eylemlerinde özellikle baro eylemleri, işçi eylemleri, Suruç anması, çevre eylemleri ve kadın katliamları sonrası biriken öfkenin sokağa taşmasıyla bir hareketliliğin yaşanması, korkularını daha da büyütmüş, büyüyen bu korku her türlü muhalif sese ve hak arayışına azgınca saldırıya dönüşmüştür. Polis-asker-bekçi denkleminde her türlü hukuksuz saldırı sırasında “kanun, devlet benim” söylemleriyle saldırıların arttığı bu tablo, egemenlerin krizi yönetme politikalarını, faşist saldırılarla daha katmerli bir şekilde sürdüreceğinin en güçlü verilerini oluşturmaktadır.
SALDIRILARA KARŞI DİRENİŞ ÖRGÜTLÜ MÜCADELEYLE MÜMKÜNDÜR
İç ve dış politikada alabildiğine tıkanmış TC gerçekliği içerisinde ezilenler cephesinden bugün istenilen düzeyde olmasa da öfke çığlıkları yükselmeye başlamıştır. Her türlü saldırıya rağmen son günlerde sokaklara akmaya başlayan öfke, henüz nüve aşamasındadır. Özellikle kimi eylemlerde militan ve inançlı duruş, bu korkularını daha fazla büyütmekte, egemenler de “çıban” olarak gördükleri direnişleri daha fazla büyümeden ezme çabasındadır. Saldırıların boyutlu olmasının arka planında gözdağı ve korku iklimi vardır.
Gelinen aşamada demokratik hak merkezli taleplerle sokağa akan ve saldırılara rağmen geri adım atmayan bu öfke büyüdükçe korkuları daha da büyüyecektir. Desteklenmesi ve büyütülmesi gereken her demokratik ve insani talepli eylemler, korku duvarını yıkmaya hizmet edecektir.
Ancak Türkiye gibi faşizmin sürekli bir yönetim biçimi olduğu ülkelerde demokratik taleplerin dahi bir devrim sorunu olduğu bilinciyle sokağa taşan her öfkenin devrim mücadelesine kanalize edilmesi belirleyicidir. Yönetememe krizi ile daha da azgınlaşan faşist saldırılara karşı Yeni Demokratik Devrim şiarının önemi ve karşılığı dünden daha fazla anlam bulmakta ve özgürlük ve demokrasi mücadelesinin merkezinde olmak zorundadır.