Türk devletinin uzun bir zamandır içinde bulunduğu ekonomik, siyasi kriz halinin çok çeşitli şekillerde yansımaları sürmektedir. Yarı-feodal, yarı sömürge bir ülke olan Türkiye’de yaşanan her gelişmenin bağımlılık ile nasıl ilişkili olduğu unutulmadan süreç okunduğunda hâkim sınıf klikleri arasındaki dalaşın derin sarsıntıların habercisi olduğu, bu sarsıntılarla birlikte halka azgın saldırılarla dönecek bir rota olduğu aynı zamanda sistemin çöküş emareleri barındırdığı ortadadır. Bu tablonun içinde kriz sonuçları da kendini göstermeye başladı. Berat Albayrak’ın istifasından, Merkez Bankası başkanının birkaç ayda bir değiştirilmesine, TÜSİAD-MÜSİAD açıklamalarından ortadan hiç edilen 128 milyar doların yarattığı sarsıntılara uzanan; bununla birlikte Garê hezimetinin yarattığı sonuçlardan bölgede ve ABD ve AB emperyalist güçlerle yolunda gitmeyen, bir ileri bir geri ilişkilerden, devlet bürokrasisi, asker, polis, mafya ilişkilerinin pisliklerinin ortalığa saçılmasına kadar Türk devletinin klikleri arasındaki dalaş sertleşiyor, keskinleşiyor.
Bu süreç yeni olmamakla birlikte son süreçte devletin çeteci tetikçilerinden biri olan Sedat Peker’in 2020 yılının şubat ayında yurt dışına kaçmasının ardından bir başka tetikçi Alaattin Çakıcı ile karşılıklı birbirlerini tehdit eden videoları yeni gelişmelerin yaşanacağı sinyalini vermişti. Bu videoların ardından bu iki azılı halk düşmanının bir telefon görüşmesi yaptığı ve bundan sonra birbirlerine düşman olmayacaklarını belirttikleri bir başka açıklama gelmişti. Aynı dönemde yayınladığı bir videoda Sedat Peker “Berat Albayrak için “beni bitirmek istiyor” açıklaması yapmıştı. Bütün bunlar genel olarak halk tarafından teşhir olmuş, bilinen yanlar idi. Sedat Peker’in ülkedeki çete elemanları ve evine yapılan polis baskını sonrası yeni videoları da arka arkaya geldi. Yayınlanacağı CHP’li Özgür Özel tarafından dakikalar önce duyurulan videolarda devletin çeşitli kademelerinde görev alan kimi milletvekili, danışman, bakan, eski bakan, eski başbakan bilumum devlet bürokrasisi, askeri, polisi, MİT’i tüm kurum ve kişileriyle organize bir şekilde hâkim sınıfların çıkarlarını korumak için nasıl örgütlendikleri, elbette belli sınırlar içinde anlatıyordu. “İtiraf” olarak tariflenen bu açıklamalar genel olarak bilinenin ötesine çok geçmeden sürüyor. Sedat Peker en son yayınladığı video ile vites artırmış gibi gözüküyor. Suriye’deki El-Nusra çetelerine SADAT* eliyle kendi ismi kullanılarak silah gönderildiği teşhiri ile birlikte krizin bölgesel düzeyde bir çarpışmayı da kapsadığı anlaşılıyor.
Türk devletinin zaten biliniyor olan Suriye, Libya, Azerbaycan ve Doğu Akdeniz’deki çetecilere yaslanarak geliştirdiği politikası da teşhir olmuş durumda. Tüm bu olguların en kirli ilişkileriniifşa eden Sedat Peker’in açıklamaları kamuoyunda oldukça etkili bir “ilgi” uyandırıyor. Bu ilgiyi hak edecek deşifrasyonlar içermesinin ötesinde açıklamalarla birlikte afişe olan devlet-mafya-sermaye üçgeninde şekillen olgunun nasıl ele alındığı da değerlendirilmesi gereken bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Zira nasıl değerlendirmemiz ve anlamamız gerektiği öncelikle nasıl anlamamamız gerektiğini kavramakla doğrudan ilgili oluyor.
FAŞİST DEVLET’İN MAFYA DEVŞİRME POLİTİKASI SİSTEMATİKTİR, SÜREKLİDİR!
Peker’in açıklamaları mafya-siyasetçi-devlet ve hâkim sınıflar çerçevesinde değerlendirilmesine olanak sunacak çarpıcı veriler sunmuştur. Zira daha önceki çeşitli süreçlerde; Susurluk, JİTEM davası, MİT tırları, Emlak-Bank krizi ve çeşitli tetikçi ifadelerinde faşist TC’nin niteliğini yansıtan içeriklere dair çeşitli veriler açığa çıkmıştı. Ancak denebilir ki S. Peker’in açıklamaları faşist TC’nin mafya-çete örgütlenmesiyle ilişkileniş biçimini açığa çıkarması bakımın dan, devletin niteliğinin teşhiri açısından tipik bir örnek oluşturmaktadır. S. Peker’in açıklamalarını analiz eden birçok gazeteci, yazar, çevre ve örgüt bu açıklamaların açığa çıkardığı konulara dair çok çeşitli sorular sordular. Bu soruların çok önemli bir kısmını bu ilişkiler yumağının çözümlemesini, ilişkiler ağının ve sıralanışının, hiyerarşisinin ve şemasını anlamaya yönelik sorular oluşturuyor. Ancak bu soruların bir kısmında parçadaki ilişkiler çözülmeye çalışılırken bütünü kavrama olgusu bu ayrıntıların içinde boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Mafya-devlet ilişkisi incelenirken Türkiye’nin özgün yanları gözden kaçırılmadan inceleme yapılmalıdır. Türkiye’deki mafyalaşma süreci kabadayılıktan yetişip palazlanarak büyüyen kendinden menkul bağımsız bir örgütlenme değildir. Kapitalist ülkelerdeki gibi bir gelişim göstermemiştir. Kendi başına bir sektör olarak şekillenmemiş, devletin doğrudan müdahalesiyle ve işlevlendirilmesiyle biçim almış yarı-sömürge, yarı-feodal yapının gereğine göre ilerlemiş bu yapılanmalar devletin ve onun kliklerinin tüm suçlarının; sermaye devşirme operasyonlarının, faili meçhullerinin tetikçisi pozisyonunu hep korumuştur. 80’lerden sonraki bütün deneyimler bunu göstermiştir. Devletin desteği olmaksızın bunların yapılanması ve bir güç olmasının olanaklı olmayacağı açıktır. Bu yapılanmaların bu kapsamda ‘pislik’lerinin ortalığa saçılması ise sadece bir sonuç olmaktadır.
Türk devletinin krizi ya da egemenler arasındaki kapışmanın sertleşmesine paralel olarak mafya denen egemenlerin tetikçileri bu ilişki ağını ortaya serecek şekilde başka bir tetikçiliğin yani kapışmanın asıl “tarafları” olarak değil yine kapışmanın maşaları olarak işlevlerini yerine getirdikleri açıktır. Buradan varacağımız en temel sonuç öncelikle ele alınması gereken olgunun devlet olduğudur. Yapılan değerlendirme yazılarında ihmal edilen devlet olgusu anlaşılmadan mafya örgütlenmesi anlaşılmayacaktır. Çünkü mafya hâkim sınıfların çıkarları doğrultusunda burjuva feodal düzenin en yüksek düzeyde örgütlü yapısı olan devletin kopmaz aparatı olarak karşımızda durmaktadır.
S. Peker’in videolarının yansıma ve analizlerine bakılarak çeşitli çevrelerce ön plana çıkarılan sorular şunlar olmuştur: “S. Peker kimdir? Neden bu açıklamalara ihtiyaç duymuştur? Mafya nedir, nasıl açığa çıkmıştır? Bu süreç Erdoğan’ın bir kısım kişileri tasfiye politikası mıdır?” Bu gibi birçok soru sorulmuş, bu sorular S. Peker’in açıkladığı her bir isim özgülünde de sorulur haline gelmiştir. S. Peker’in açıklamaları kriminalize edilerek esas görülmesi gereken olgular üzerine -yer yer atomlarına ayrılarak sonra yeniden birleştirilmeye çalışılarakçeşitli analizler yapılmış, bu analizlerin bir kısmını ise komplo teorisi içerikli açıklamalar oluşturmuştur.
Bu analizlerde sorulan kimi sorularla birlikte verilen yanıtlarda çarpık bazı değerlendirmeleri açığa çıkarmıştır. S. Peker’in aslında bir mafya lideri olmadığı politik “Pantürkist-Turancı” bir örgütün lideri olduğu, S. Peker’in R.T. Erdoğan ve Hakan Fidan’ın AKP içinde tasfiye etmek istediği kesimlerden M. Ağar ve S. Soylu’yu hedef alarak RTE’nin işini kolaylaştırdığı ve onlara yardım ettiği üzerine makaleler öne çıkmıştır. Devletin mafyalaştığı, mafyanın devletleştiği, faşist şefin kontrgerilla-mafya rejimi tespitlerinden faşist saray rejimi tespitine bağlanan ve yine olan biten her şeyin ve yaşanan gelişmelerin tamamının tek adamın kontrol ve denetiminde bilinçli ve sistemli bir politikanın parçası olarak şekillendiği değerlendirmeleri baskın şekilde karşımıza çıktı. Bu tespitlerin büyük çoğunluğu AKP’nin büyük bir krizde olduğu bu krizi aşmak için ya da bu kriz hezeyanlarının bir sonucu şeklindedir.
Bizim buraya birinci eleştirimiz sınıflar ve sınıf perspektifi olmadan yapılan yüzeysel analizleredir. Bütün bu analizlerde, devletin hangi egemen sınıflara dayandığı ve bu sınıf ilişkilerinin bugün gelinen duruma etkisi göz ardı edilmektedir. Ve evet AKP-MHP kliği büyük bir kriz içindedir. Ancak bu devletin sözcülüğünü yapan bu kliğin krizi hâkim sınıfların ekonomik krizinin siyasi uzantısı olarak karşımıza çıkmakta, tüm aktörlerin bu krizin etkisiyle şekil almakta olduğunu göstermektedir. Ortalığa saçılan bütün bu ifşalar bu krizin derinliği ölçüsünde gelişmektedir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi devletin mafya-çete vb. ilişkileri ilk defa teşhir olmamaktadır. Hatta S. Peker genel olarak birçok bilinen olgunun derininde “yeni” şeyler de söylememektedir. Bu açıklamalarının yanı sıra ilk hedef olarak İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile başlaması ise “o benim dönüş biletimdi” demesinden anlaşılmakta, yurtdışına kaçmadan önce yaptıkları anlaşmanın S. Soylu eliyle tek taraflı bozulduğu açığa çıkmaktadır. Peki gerçekten tüm hikâye bu mudur? Elbette hayır. Kişisel çıkar ve hesaplaşmalar gibi gözüken ya da AKP’nin iç hesaplaşması olarak daraltılan bu gelişmelerde hikâye sadece bu kadar değildir. Yaşanan kriz faşist Kemalist TC’nin sahibi olan hâkim sınıfların krizidir.
“Marks’a göre devlet bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı organıdır; sınıflar arasındaki çatışmayı hafifleterek, bu baskıyı yasallaştırıp pekiştiren bir “düzen”in kurulmasıdır.” (Lenin, Devlet ve Devrim, s. 15) Yaşanan tam da Marks’ın bahsettiği toprak ağaları ve komprador burjuvazinin egemenlik organı olan devletin yani hâkim sınıfların krizidir. Buradan hakimiyet organı olarak devlet makinesinin zaten nasıl bir organizasyon olduğu gerçeğine bakmak yararlı olur.
DEVLET, ÖZEL SİLAHLI ADAM MÜFREZELERİ İLE ÖRGÜTLÜLÜĞÜNÜ KORUR!
“… Karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu, kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, “düzen” sınırları içinde tutması gereken bir erklik gereksinimi kendini kabul ettirir. İşte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve ona gitgide yabancılaşan bu erklik, devlettir.” (Engels’ten aktaran Lenin, Devlet ve Devrim, s. 14-15)
“Devlet, topluma dışarıdan dayatılmış bir güç değildir; Hegel’in ileri sürdüğü gibi, ‘ahlak fikrinin gerçekliği’, “usun imgesi ve gerçekliği”de değildir. Devlet, daha çok, toplumun, önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçimde bölündüğünün, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır.” (Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin Kökeni, s. 199)
Lenin ve Engels’ten bu alıntıları yaptıktan sonra şunu vurgulamak önemli olacaktır. “Bir sömürücü sınıf olarak burjuvazi iktidarda olmayı esasen sermaye gücüne dayanarak başarır. Güçlü sermayeye sahip burjuva devletler halkı görece demokrasi koşullarında, burjuva demokrasisinin olanaklarını onlara özgür olduklarına inanacakları ölçüde sunarak yönetmeyi benimsemişlerdir.” Sermaye yoksulu bizimki gibi ülkelerde devlet makinası da “özel bir baskı gücü” olarak sermayesinin “ilkelliğine” bağlı faşist yönetme yöntemlerine sıkı sıkıya bağlıdır/mahkumdur. Mafya, çete örgütlenmeleri bu “özel silahlı adam müfrezelerinin” yan sanayisi olarak üretilmekte, beslenmekte, korunup kollanmaktadır.
Devlet mekanizması bir yandan bu örgütlenmeleri yaratırken politik zeminde de halkı varlığına ve varlığının devam etmesi gerektiğine inandıracak politik argümanlara ihtiyaç duymaktadır. Bizimki gibi ülkelerde bu sebeple “vatan, millet, bayrak, din” gibi olgular hâkim sınıf kliklerinin sözcülerinin vazgeçemeyeceği propaganda ve ajitasyonlar olmaktadır. Halkın siteme karşı tepkisi bu olgular üzerinden domine edilmektedir. Devlet olgusu “büyük”, “kutsal baba”, “barış, kardeşlik, huzur, mutluluk, eşitlik ve adaletin” garantisi, “halkın geleceğinin teminatı” olduğu iddia edilerek tüm toplumun varlığının bekası olduğu kanıksatılmaya çalışılmaktadır. Bu örnekler çoğaltılabilir. Faşist devlet denebilir ki tetikçisini dahi bu olgular üzerinden “motive” etmektedir. Her kriz anında devlet elden gidiyor argümanına neden bu derece sarıldığı sermayenin güçsüzlüğünün, devletin niteliğinin yansımasıdır. Bu çaresizlik halinin politik yansıması olarak “devlet baba” olgusu sistematik olarak ön plana çıkarılmaktadır. Bu sebeple halka devletin bekasının her koşul ve şart altında korunması gerektiği, insanın gerçek tek yüce amacının bu “beka”nın korunması olduğu öğretilir. “Beka” olgusu içinde sınıflar ve sınıf uzlaşmazlıkları, ezen ve ezilen olgusu kaybedilir. Aynı gemiye bindirilen sömürücü sınıflarla sömürülenler arasındaki ilişkide “devlet” yüce düzenleyici olarak soyutlaştırıldıkça ne menem bir şey olduğu gizlenir, aslında devletin kime ait olduğu flulaşırken halk için olduğu yanılsaması pekiştirilir.
Bu devlet makinasının uzuvları arasında çıktığı sanılan çatışmanın yüzeyde görünenin ötesinde makinanın merkezinde olan derin bir kriz olduğunu da ifade edelim. Tablo bu iken krizin sadece yüzeyde görünen yanları ile uğraşmak; kimi magazinel yanlarını açığa çıkararak ele almak işçi sınıfı ve ezilen halk için çok pahalıya mal olacaktır. Hâkim sınıf klikleri arasında kanlı kapışmalara kadar varacak bu derin kriz doğru anlaşılamadığında sınıf mücadelesi doğru bir rotaya oturamayacağı gibi sınıf için tarihi fırsatları açığa çıkaracak olanaklarda kaçırılacaktır.
ÇÖZÜM DEMOKRATİK HALK DEVRİMİNİN OLANAKLARINI ÖRGÜTLEYECEK POLİTİKALARLA KİTLELERİN ÖRGÜTLENMESİNDE!
Halk düşmanı tetikçi Sedat Peker’in açıklamalarının güncel politik gelişmelerle ilişkisinin ötesinde sınıf perspektifiyle okumak devrimci politikamızı bu güncel politik gerçekler üzerine kurmak, önem arz etmektedir. Milyonlarca insanın bu videoları izlediği, yine bu videolar üzerinden süreci okuduğu ve sisteme karşı memnuniyetsizliğinin bu vesile ile ayyuka çıktığı bir gerçektir. Ancak bu videoları sosyal medya üzerinden izleyen, yorumlayan, bu açıklamaları yaptığı için bir halk düşmanına sempati duymaya başlayan bir kalabalık oluştuğu da söylenebilir. Esas düşmanı sadece AKP ve RTE olarak gören, bunlar gittiğinde bütün sorunların gideceği propaganda da ayyuka çıkmış durumdadır. Bu bakış açısının yansıması olarak kitlelere seçim çağrısı yapılmakta, hâkim sınıfların temsilcisi olan faşist klikler arasında kitleler bir kere daha tercih yapmaya yönlendirilmektedir. Sistem kendini dizayn etmek için zaman kazanma hamleleri yapmakta, yırtıklarını örtecek politik argümanlara sarılmaktadır. Asıl düşmana karşı esas mücadele yol ve yöntemlerini tashih eden bu fikirler halkın zihnini zehirlemeye devam etmektedir. Bu zeminde ideolojik mücadele önem kazanmakta S. Peker tarafından açıklanan ifşaların niteliği küçümsenmeden halk kitlelerine devrimci propaganda ve ajitasyon çalışmalarıyla esas gerçeklik anlatılmalıdır. Devletin zaten “özel bir baskı gücü” olduğu unutulmamalı, faşist devletin derin krizi ile birlikte tüm zor aygıtları ve tetikçileri eliyle “ezilen sınıfa karşı yönelmiş” “güç” olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Ortaya çıkan krizin bu “gücün” krizi olduğu halka açık şekilde anlatılmalı, bu “pisliğin” devletin niteliği olduğu, bu değişmeden tekil “pisliklerin” temizlenerek sorunun gerçek anlamda çözülemeyeceği, halkın bu düşman gücünün niteliğini kavrayarak örgütlenmesinin zorunlu olduğu propaganda edilmeli, işçi sınıfı ve ezilen emekçi halkın örgütlenmesi başarılmalıdır. S. Peker açıklamalarıyla birlikte bir kere daha ifşa olan sisteme karşı kitlelerin öfkesi sokaklara taşacak kitle hareketlerini de mayalamaktadır. Faşizm koşullarının yarattığı bu korku ikliminde her ne kadar kitlelerin belli bir sinmişlik içinde olduğu söylenebilirse de derinleşen kriz kitlelerin içinde tuttuğu potansiyeli açığa çıkarabilecektir. Devrimciler bu süreci doğru okuyarak anın devrimci politik görevlerini büyük bir enerjiyle örgütlemelidir.
*SADAT: 28 Şubat 2012 yılında kurulan, kurucusu RTE’nin 2016 yılında başdanışmanı olduğu Adnan Tanrıverdi’nin silah ticareti yaptığı anlaşılan şirket