Durdurulamayan enflasyon artışı halka derinleşen ve yaygınlaşan bir yoksulluk, sefalet olarak yansıyor. Derinleşen ekonomik kriz geniş halk yığınlarını doğrudan hedefleyen sonuçlar doğuruyor. AKP-MHP faşist blokunun “Yeni Ekonomik Modeli”nin düşük faiz ve bunun sonucu olacağını öne sürdüğü düşük enflasyon önermesi Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati tarafından “Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor.” yaklaşımına demirlenmiş durumda. TÜİK’in verilerle oynayarak mayıs ayı enflasyonunu aylık bazda %3, yıllık bazda ise %70 olarak açıklamasından sonra aynı Hazine ve Maliye Bakanı bu verileri “düşüş eğilimi” olarak, adeta bir “müjde” gibi kamuoyu ile paylaşmaktan geri durmadı. Tırmanan ve derinleşen ekonomik krizde özellikle temel ihtiyaçlara yönelik günübirlik zamların işçi sınıfı ve emekçiler için yarattığı yaşamsal sorunlar karşısında bir yönetme biçimine dönüşen “halkın aklıyla dalga geçen” bir yaklaşım sergilenmiştir.
Ekonomik krizin kaybedeni kadar kuşkusuz kazananı da vardır. Komprador burjuvalar, tefeciler, büyük tüccarlar ve onlarla iç içe varlığını sürdüren büyük toprak ağaları bu krizden en kazançlı çıkan kesimlerdir. Bankaların 2022’nin ilk üç ayındaki kâr oranları ortalaması %60 düzeyinde, tüm yıl için kâr beklentisi ise %300 düzeyindedir. Yani TÜİK enflasyonun yaklaşık 6 katı bir kârlılık söz konusudur. Bu kârın ülke ekonomisinin genel gerilemesinden hareketle aslında yetersiz olduğunu da ayrıca belirtelim. Yani ülke ekonomisi zayıflamaya ve dolayısıyla zayıf kalmaya devam ediyor. Bu genel gerçeklik içindeki “büyümenin” enerji sektöründen perakende sektörüne, müteahhitlikten tekstile, gıdadan yazılıma kadar belli başlı büyük şirketlerin kârlılık oranları da bankalarla yarışır durumdadır. AKP-MHP faşist blokunun ekonomik krizi sistemin sahipleri olan komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının çıkarlarını koruyacak, onların daha da palazlanmasını sağlayacak şekilde yöneten konumlanışıyla kuşkusuz bu kesimin her “renkten” bölüğünün güvenini kazanmaktadır. Her kriz gibi bu kriz de emperyalist sermayenin onun uluslararası ölçekte belirlediği iş bölümünü nasıl verimli kıldığını göstermektedir. Bu sermaye hemen her koşulda uluslararası ölçekte “payına düşeni” en ileri seviyede elde etmeyi başarmaktadır. Daha ucuz iş gücü, daha düşük maliyetle üretim, emperyalist mali sermayenin daha fazla kâr gibi olanakları sağlamasıyla bu cephede de güven vermektedir!
AKP-MHP bloku ekonomik krizin toplumda yarattığı yoğun memnuniyetsizliği, öfke ve tepkiyi de yoğun bir siyasi baskıyla, faşist saldırganlıkla ve belli bir kesimde üretmeyi henüz başardığı “rıza” ile yönetmeyi becermektedir. Bunun için, yani halk kitlelerindeki öfke ve tepkinin bir harekete dönüşmesini baskılamak için tüm devlet mekanizmasını güçlü bir şekilde seferber etmektedir. Devletin egemen sınıfların örgütlü bir aracı olarak güçlü bir şekilde işlediğini gene layıkıyla görmekteyiz. Özellikle halkı örgütsüzlüğe mahkûm etmede, ilerici-devrimci-demokrat güçleri çok yönlü baskılamada ve tüm bunlardan belli sonuçlar sağlamada devletin etkin çalıştığını görüyoruz.
Büyük çaplı ekonomik krize rağmen devlet sistemin sahiplerini memnun ederek ve krizin tüm faturasını ödeyen halkı da hareketsiz kılarak yozlaşmış, çürümüş AKP-MHP blokunun ayakta kalmasını sağlamaktadır. Ancak ekonomik ve politik krizin hafiflemeden devam etmesi, bu iki faktörü günbegün zayıflatmaktadır. Egemen sınıflar arasındaki rekabet ve krizin daha büyük bir fırsat haline getirilme mücadelesi yarılmaları büyütmekte, bunun sonucu olarak daha güçlü temsiliyetle var olma gerekliliğini tırmandırmaktadır. Bu durum CHP-İYİP önderliğindeki blokun daha geniş bir temsiliyet sağlama arayışını kamçılamaktadır. Bu faşist bloklar arasındaki mücadele sistem içindeki pisliklerin, çürümüşlüğün boyutunu deşifre eden bir özelliğe sahip. (H)iç edilen 128 milyar dolar, eğitim kurumları aracılığıyla yapılan para transferleri, off-shore sistemi ile gerçekleşen vurgunlar, devlet olanaklarıyla sağlanan tatlı servetler vs. özellikle politik krizle, klikler arasındaki dalaşta ortaya çıkan gerçeklerdir. Aynı şekilde egemen sınıf temsilcilerinin iktidar mücadelelerinde halk kitlelerini dolgu malzemesi olarak kullanmaları ekonomik krizin gerçek nedenlerinin değil; ama esas olarak sonuçlarının ezilenlere daha yaygın ve geniş şekilde aktarılmasını sağlamaktadır. Bu mecrada gerçekleşen tablo sert ve güçlü bir dalaşı, güç dengelerini değiştirmek için kıyasıya bir kapışmayı resmetmektedir.
Yer yer pervasızlaşan bu dalaşın temel özelliği her zamanki gibi halkı zehirleyerek yönetmekte kullanılan “vazgeçilmez” şovenizmdir. Bunu tüm faşist klikler, yaşanan gelişmelere paralel olarak sahiplenmekte ve adeta “en iyisi benim” yarışıyla kullanmaktadır. Ümit Özdağ gibi neredeyse hiçbir karşılığı olmayan sıradan bir faşist ajitatör dahi bununla “etkin bir muhalif” olarak öne sürüldü. Faşist devletin temel ideolojik dayanaklarından biri olan şovenizm, bu rolüyle çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının birliğinin önündeki engellerden biridir: dolayısıyla bu gerici akım devrimin hedefi olmaya devam ediyor.
Özellikle Ortadoğu’da ve Doğu Akdeniz’deki gelişmeler şoven dalganın güçlenmesine yol açmaktadır. Türk hâkim sınıfları buralardaki çıkarları, olası kazanımlar için yürütülen mücadeleyi şoven histeriyi besleyerek ve pekiştirerek yürütmektedir. Son olarak İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyelik başvurularını Ortadoğu’daki çıkarları ve hesapları için bir kaldıraca çevirip özellikle Rojava’da bir kez daha işgalci bir saldırıya dönüştürmek amacındadır. Bunun için şoven dalgayı köpürtmüş, Kürt düşmanlığına yeni bir ivme kazandırmıştır. Hakeza Yunanistan ile adalar üzerinden tırmandırılan gerginlik de aynı hesabın bir sonucudur.
TC’nin askeri saldırganlık eğilimleri ve operasyon hazırlıkları asla tek başına seçim taktiği veya bir faşist kliğin dar çıkarları ile açıklanmamalıdır. Seçim ya da kitleleri yedeklemek bu faşist klikler için aynı temel yönelimin yan sonuçlarıdır. Rojava’ya yönelik saldırı planları Kürt kazanımlarını olabildiğince törpüleme ve Suriye’de mevzi kazanma hesaplarının sonucudur. NATO’nun genişletilmesi de bunun için bir zemindir. Faşist diktatörlük şimdi hem NATO’nun, yani ABD’nin desteğini almak hem de Rusya ile pazarlık yapmak peşindedir. Bu noktada Menbiç, Tel Rıfat, Kobani gibi hedefleri önceleyerek bir yönelim oluşturmaktadır. Bu bölgede ana stratejik noktalarda bir güç değişimi için ye terli koşul olmasa da belli bölgelerde veya noktalarda Kürtlere dönük bir saldırıya izin verilmesi olasıdır. TC bu bölgede “bir karış toprak” için büyük çaplı siyasi bir kampanya ve seferberlik yaratmaya hazırdır. Bunun için emperyalistlerin kırmızı çizgilerini her türlü pazarlıkla zorlamaktan geri durmamaktadır. Şu anda olan budur. Büyük bir şoven kampanya eşliğinde, savaş tamtamlarıyla faşist, işgalci politikasını diri tutmakta ve ekonomik kriz girdabındaki kitleleri bu şekilde zehirlemektedir. İki faşist blok da “yaparsın-yapamazsın” kavgasıyla aslında şovenizmi beslemektedir. Yunanistan’ın aynı gerginlikte kullandığı milliyetçi dil ve Kürt ulusal kazanımlarına karşı gündeme gelen işgal eğilimine karşı Esad’ın açıklamaları gerici burjuva dünyanın ortak silahının milliyetçilik olduğunu apaçık göstermektedir. Dünya halklarının kardeşliğini Yunan ve Suriye halkları ile Türkiye halkının kardeşliğinde somutlaştırmak görevi önümüzdedir.
Devrimci görev ve sorumluluk, bu derin kriz ortamını da dikkate alarak özellikle faşist kliklerin halkı sisteme yedekleme çabasına karşı durarak, her şeyi seçimlere kilitleyen yaklaşımlardan uzaklaşmak olmalıdır. Parlamentoyu kurtuluşun bir sahası olarak gösteren, seçim kazanmayı bir kurtuluş parolası kabul eden, tüm sorunları bu eksende ele alan yaklaşımlara açık ve net tavır alarak halkın hakları, özgürlükleri için harekete geçmesini sağlayacak politik çalışmalara yoğunlaşmak gerekmektedir. İleri kitlelerin örgütsüzlükle felç edilmesine ve harekete geçmesine engel olan yanlış bilinç ve şekillenmeye karşı halkın kurtuluşu olan devrim bilincini güçlendirmek, yaygınlaştırmak ve onun önündeki ideolojik-politik engelleri inceleyerek aşmak sorumluluğu acil ihtiyaçtır. Yine faşizmin genel saldırıları, işgal ve ilhak girişimleri, Kürt düşmanlığı ve şovenizm histerisi onun varoluşsal niteliği olarak kavranmalıdır. Bu bağlamda buna yönelen yaklaşım bunun bir seçim hamlesi olarak hafifletilmesine de vurmalıdır. Gerçeğin kavranması, doğru noktalarda yoğunlaşılması ve doğru bir bilinç için doğru sahalarda ve doğru biçimlerde çalışma devrim için yürüyüşü hiç kuşkusuz güçlendirecektir. Odaklanmamız gereken de budur.