Bir önceki sayımızda seçimlerimizin belirleyiciliği üzerine bir yazı kaleme aldık. Somut olan, yeniden yeniden üretilen, neye mal olduğunu bir türlü kavrayamadığımız gerçekleri görmenin önemine değinmiştik. İki çizgi mücadelesinin erkek egemen anlayışla mücadelede nasıl kullanmak gerektiğini açıklamıştık. Bu sayıda ise “yadsıma-olumlama-yadsıma-olumlama…”dan faydalanarak erkek egemenliğin yeni durumunun kolektif içindeki yansımalarını tartışacağız.
Kölecilikten feodalizme ve feodalizmden kapitalizme geçişteki süreçler kadının toplumsal konumunda belirleyicidir. Nihayetinde komünist partiler de bu süreçlerden azade değillerdir, değişimler saflarda da hayat bulur ve anlamlandırılır.
Tarih tekerrürden ibaret değildir; erkek egemenlik de öyle. İlerleyişi Hegel’in diyalektik anlayışına (ideayı gerçekleştiren pratik) uygun bir biçimde olmayacak, biz dönüp dolaşıp “özümüze”, anaerkil dönemdeki yüksek ahlaka (!) ulaşmayacağız. Erkek egemenlik de çıkışıyla aynı değildir. Öz olarak aynıdır; fakat biz bugün hâlâ yalnızca özünden bahsedebiliyorsak, deştiğimizde özüne varacağımız gerçeklerle ilgilenmiyorsak düşün sistemimizde, inceleme yöntemimizde bir sorun vardır. Hiçbir olgu aynı nitelikte yeniden gerçekleşmez, bu nedenle aynı yöntemle çözülmez. Bizim bilincimiz yeniye ait olacaksa erkek egemenliğin yeni biçimlerini de öğrenebiliriz. Dogmatizm ilerleyişi anlayamamakla alakalıdır: diyalektiği materyalist bir tarzda uygulamamak demektir. Kadının kurtuluşu sorunu ve erkek egemenlik diyalektik materyalist yöntemle incelenmelidir. İşte o zaman çağlar boyunca neyin yadsındığı neyin olumlandığını; yadsımayı ve olumlamayı barındıran süreci anlayabiliriz. Yoksa kaba bir bakış açısıyla yaklaşırsak “her şey yolunda” ilerliyor diyebilir, kolektif için de böyledir yanılgısına düşebiliriz.
Kadının kurtuluşu önündeki engelleri sayarken sorunun özünü yani özel mülkiyete dikkat çekebilirken bazı gerçekleri söylemekten çekiniyoruz. Bu, çelişkinin evrenselliği ve özgüllüğünü somutlaştırırken, yani işe yarar hale getirirken yaşadığımız anlayış sorunlarından biri. Kadının ezilmişliğinin çok dinamik, güncel, çağımıza uygun yönleri var. Bunlar kısaca: kadının üretimde yeterince olmaması, siyasal haklardan mahrum olması, cinsel her türden baskılardır. Bunların içinde örgütlenme özgürlüğü sorunu da vardır. Kadının örgütlenme özgürlüğü özgürleşmeye doğru atacağı en önemli adımdır; bilinçli ve yıkıcı gücü örgütlüyken edinebilir. Devrimci-komünist kadın kadroların sorunları ise devrimimiz için özel önemdedir. Bu da genelin içinde kadına özel sorunlara işaret etmektedir. Örgütlü mücadele boyunca açığa çıkan sorunlar çeşitli devrimci müdahale ve anlayışlarla çözüme kavuşturulur. Anlık müdahalelerin anlayış düzeyinde bir seviyeye çıkarılması ve bunun sistematik olarak uygulanması gerekmektedir.
HADİ BATAKLIĞA GİTMEYELİM!
Kadının ezilmişliğinin toplum içinde konuşulmaması anlaşılırdır. Anlaşılırlık bununla uzlaşmak anlamına gelmemelidir. Peki bir kadının örgütlenme özgürlüğünü ve akabinde örgütlü yaşamı içindeki sorunlarını neden görmüyoruz? Odaklandığımız, kilitlendiğimiz nokta devrimi gerçekleştirmekse bunu konuşmaktan çekinmemiz doğru değildir. Neyi yakıştıramıyoruz, erkek egemen olmayı mı? Evet bu devrimci-komünistlere yakışmayan bir anlayıştır. Cesur, fedakâr, mütevazı olma gibi özellikler bize aittir ve bu özelliklerimizle övünürüz. Erkek egemenlik neden övünç kaynağı değildir? Yine, yeniden, yılmadan, sıkılmadan söylüyoruz ki burjuvaziye ait olduğu için! Bu yüzden utanç duyulmaktadır; ama sanki erkek egemenlik bizde olamazmış gibi bir idealizme düşüyoruz. Bu bir yanılgıdır ve değişimin önündeki en büyük engeldir.
Kadın ve erkek devrimciler komünist saflarda cinsiyetsiz değillerdir. Devrimci-komünist saflar erkek ve kadının görece eşit olduğu alanlar olsa da kadın ve erkek devrimcilerin sıklıkla toplumsal cinsiyet rollerine uygun konumlandıklarını görürüz. Kadınlar temizlik, yemek, çay servisi yaparken erkekler herhangi bir konuda tartışma yürütür, “daha büyük” işlerle uğraşır vs. Bu onların örgütsel konumları eşit olduğu zamanlarda çoğunlukla böyledir. Daha büyük işler dediğimiz işler genelde siyasal sorunlardır. Erkeklerin kadınlardan daha iyi teorisyen ya da yönetici olduğu algısı vardır. Bu, toplumdan gelen bir tanımdır. Erkeğe gözü kapalı güvenilirken kadınların yaptıklarının yanlış, eksik olma ihtimali daha olası görülür ve titizlikle incelenir. Bu tıpkı erkeğin sürdüğü arabada daha rahat davranırken kadının sürdüğü arabada tedirgin olmak gibidir. Denetleme mekanizması çoğunlukla kadınlara işletilmektedir. Erkek yaptığı işlerde “özgürce” üretiyor, hareket ediyor; kadın ise bahsettiğimiz bakış açısı nedeniyle ürkek hareket ediyor. Bu kadının devrimci üretiminin önündeki engellerden biridir. Öyle ki kadınlar kadının kurtuluş sorununa yöneldiğinde “feminist” olmakla itham edilebilir, erkeklerin kadının kurtuluşu üzerine yaptığı her ileri söylem ise alkışlanır. Pozitif ayrımcılık anlayışı bizim örgütsel işlerimizde her zaman uygulanması gereken bir anlayıştır. Buna erkek egemenler karşı çıkarlar; ama bunu kabul etmemek cinsiyetçiliğe tekabül etmektedir. Kadın bir görevi aldığında onun açığını arayan, onu kıskanan, ona yakıştıramayanlar günün sonunda genelde yanılırlar. Kadın başarısız olursa “yapamayacağı belliydi zaten” denir.
Yoldaşlık hukuku bir komünist partide demokratik merkeziyetçiliğin uygulanması için olmazsa olmazdır. Kişilerin bir çatı altında bir araya gelmesi ve işleyişi kabul etmesiyle yoldaşlık hukuku başlar. Bir yoldaşın bir yoldaşa bağırması, yoldaşı aşağılaması, onu dinlememesi yoldaşlık hukukuna aykırıdır; bunlar erkek yoldaştan kadın yoldaşa yönelik gerçekleşiyorsa aynı zamanda erkek egemenlik de içermektedir.
“Bacı” kavramı on yıllar önce mahkûm ettiğimiz, kadının devrimci niteliğini gölgeleyen, onu saflarda “yardımcı” pozisyonda tutan bir hitap şeklidir. “Bacı”dan “kirve”ye ve nihayetinde “yoldaş”a uzanan bu zorlu hitap sürecinden de göreceğimiz üzere kadınların kolektifte giderek sağlamlaşan bir pozisyonları vardır. “Yoldaş” olmaya layık olmayan kadın aynı zamanda inceltilmiş erkeklikle “kutsallaştırılır”: Sözde, bacısı gibi koruyacak kadın yoldaşını! Yoldaşlık, eşitliği koşullarken bacılık sömüren-sömürülen ilişkisine bağlıdır. Erkek, kolektif içinde de kadın yoldaşının “bacılık” rolünü üstlenmesini bekliyor. Bacılık hukukunun gereği olarak kadının erkeğe hizmet etmesinde bir sakınca görülmüyor; çünkü zaten kız çocuklarının ve genç kadınların aile içi görevi budur! Kadın yoldaşlarına daha duygusal ve “korumacı” yaklaşırken onun kolektif içindeki özneliğini de hiçe sayıyor, küçümsüyor. Bunun kadını, kimliğinden kaynaklı birinin kardeşi, sevgilisi, eşi, kızı olarak nitelendirmekten bir farkı yok. Kadın devrimciler erkek devrimcilerin bacısı değildir. Yoldaşlık hukukunun gereği zaten yoldaşlar birbirini korumalı, kollamalı, düşünmeli ve birbirine yardımcı olmalıdır. Oysa, genelde devrimci erkeklerin “erkek egemenlik” konusunda birbirini kolladıklarını görüyoruz. Demek ki devrimci erkekler birbirlerinden utanmıyor, devrimci kadınlardan yani devrimci müdahaleden korkuyorlar. Bu hiç fena değildir! Korkmakta haklılar. Görülmediği sanılan her şey görülür, er ya da geç ortaya çıkar; çünkü “binlerce gözü var partinin.” Burada devrimci müdahalenin değiştirme gücüne, kadınların kurtuluşuna, yani devrime inanan yoldaşlara büyük görevler düşmektedir. Bir erkek egemen pratiğe sessiz kalmak ona katılmayı içerir, yeniden üretilmesine olanak sağlar. Erkek egemenliğe karşı mücadele eden devrimci kadın ve erkekler yüzyılı aşkın süredir bu mücadeleden vazgeçmiş değiller. Bu aynı zamanda bize devrimci bir mirastır. Lenin “Evet beyler, yalnızca bizi çağırmakta değil, istediğiniz yere, hatta bataklığa gitmekte bile özgürsünüz.” diyor; biz de bataklığa çağırılanları o yoldan dönmeye çağırıyoruz. “Yani, mücadele bizi onlardan ayırır ve komünist yüzümüzü gösterir. Bu mücadele bize, kendilerini erkek egemenliği, müteşebbisin gücü, tüm burjuva toplumu tarafından sömürülmüş, köleleştirilmiş ve ezilmiş hisseden kadınların güvenini kazandırır.” (Lenin’den Anılar, Kadın Sorunu Üzerine, İnter Yayınları)