[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Erdoğan’ın seçimi kazanmasının ardından gözler yeni kabineye çevrilmişti. Nasıl bir kabine oluşturulacağı merak konusuydu. Yeni dönemin politikalarını kabinede yer alacak kişiler üzerinden okumanın mümkün olduğu iddia ediliyordu. Kuşkusuz bu bir yönüyle doğru; ama eksik. Çünkü mevcut şartlardan ve siyasal iktidarı oluşturan kliklerden bağımsız bir yorum söz konusudur.
Eski kabine hakkında toplumdaki genel yargının olumsuz olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir. Eski kabine bir anlamda karakter olarak düşük profilli bireyler toplamıydı. Yeni kabine oluşturulurken Erdoğan’ın ilk hamlesi bu algıyı değiştirmek oldu. Kabineye giren isimlerin bürokrasi içinden atanmaları ve atandıkları alanda çalışmalar yürütmüş kişiler olmaları bu algıyı kırmaya dönük amaca işaret etmektedir. Erdoğan, muhalefet cephesinin de ileri sürdüğü değişim vaadini bir anlamda teknokrat kabine imajıyla karşılayıp gönülleri çelmeye çalışmaktadır. Yeni kabine hakkında muhalefet cephesinden yapılan yorumlar bu hamlenin belli ölçüde başarılı olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte kabineye atanan kilit konumdaki isimlerin uluslararası arenada tanınan kişiler olması dışa dönük güven tazeleme, yıpranan ilişkileri düzeltme ve uluslararası sermayenin desteğini alma amacı da taşıdığı gayet açıktır.
LİYAKAT VE DEFORME KOLTUKLAR
Kabinedeki değişimi, değişmeyenlerden başlayarak yorumlayıp anlamaya çalışalım.
Yeni kabinede değişmeyen iki isim var. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ve Sağlık Bakanı Fahrettin Koca. Eski kabinenin bakiyesi bu kişilerin ortak özelliği ikisinin de bakanlıklarının sahasında iş insanı da olmalarıdır. Birinin zincir otelleri, diğerinin zincir hastaneleri var. Her iki ismin de iş insanı kimliği siyasal iktidarla bütünleşerek devlet gücünü ve olanaklarını kendi dar çıkarları için kullanmalarıyla anılmalıdır. Bunlar bir avuç iş birlikçi egemenin temsilcileridir; bu temsilciliğin bakanlık katında bu derecede ayan beyan gerçekleşiyor olması kuşkusuz AKP’de somutlaşan yeni dönem fütursuzluğuna örnektir… Ayrıca Koca’nın Nakşibendi Tarikatı’nın İskenderpaşa koluna bağlı olduğu ve bu kolun özellikle sağlık alanında ticari yatırımlar yaptığı bilinmektedir. Türkiye’deki belli başlı tarikatların özellikle sağlık sektöründeki yatırımları hatırlanacak olursa Koca tercihi bu alandaki sermaye paylaşımının genel hatları hakkında da bir fikir vermektedir. Yeni kabinede görevlerini devam ettirecek bu “iş insanı” bakanların başarılarından ötürü değil ama bu alanda az insana “kısmet” güçlü ilişkilerinden ötürü tutulduklarını söylemek mümkün. Dolayısıyla “yeni kabine”nin değişim imajında bu bakanlar “güçlü iş insanları” olarak zaten değişim sürecine zarar vermez bir görünüme sahipler…
Kabinenin değişen isimleri arasında dikkat çekenlerin başında kuşkusuz Süleyman Soylu geliyor. Bu değişikliğin doğrudan güvenlik bürokrasisindeki çelişkileri yansıttığını söyleyebiliriz. Soylu’nun yerine atanan Ali Yerlikaya’nın Soylu’yla yaşadığı sorunlar basına birçok kez yansımıştı. Her şeyden önce bu anlaşmazlığı bireyler bağlamında değil temsilcisi oldukları klikler bağlamında değerlendirmek gerekiyor. Güvenlik bürokrasisinin geleneksel kadrosunun tüm niteliklerini, özellikle de mafya ve benzer yapılanmalarla ilişkilerini yansıtan, dahası çektirdiği fotoğraflarla açık etmekten dahi imtina etmeyen Soylu’nun yerine Yerlikaya’nın atanması çokça tartışıldı. Bu atamadan politika değişikliği sonucu çıkaranlar da yok değil. Soylu’nun üstünün çizilmesini bir politika değişikliği olarak değil de ittifakın içindeki çatışma, güç paylaşımı üzerinden yorumlamak daha isabetli olacaktır.
Soylu’nun hem Erdoğan’la hem de Berat Albayrak/Pelikancılar ve diğer başka kliklerle sorunlar yaşadığı biliniyordu. Soylu’nun bakanlığın olanaklarını kullanarak etkinlik alanını genişlettiği, güç devşirdiği, dahası birlikte yol aldığı kişiler hakkında bilgiler topladığı çokça yazıldı, tartışıldı. Erdoğan’ın tüm bunlara rağmen Soylu’ya dokun(a)maması kuşkusuz Soylu’nun karakter olarak değil ama politik olarak güçlü olması yani temsilcisi olduğu kliğin etkinliğiyle alakalıdır. Soylu’nun görevden alınması ile bu etkinliğin bir anda sıfırlandığını iddia edemeyiz; fakat seçimin kazanılması ile ortaya çıkan yeni durumun Erdoğan’a hamle üstünlüğü kazandırdığını ve Erdoğan’ın diğer kliklerin de desteğini alarak Soylu’nun üstünü çizdiğini iddia edebiliriz. Bununla birlikte Yerlikaya’nın bürokraside yetişmiş olmasını kamuoyuna dönük işin ehli, liyakata göre atama mesajı olarak yorumlamak mümkün. Soylu’nun fotoğraf albümünün yarattığı liyakat sorununun sebep olduğu zorluk hatırlanmalıdır. Diğer taraftan kontrol edilebilir bir bakan hem cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile hem de Erdoğan’ın karakteri ile daha uygundur. Yerlikaya tercihi Erdoğan’ın elini güçlendiren bir hamle olmakla birlikte bu, toplumsal mücadeleye yönelik politikalarda bir değişikliğe yol açmayacaktır.
Herkese “dostum” diye seslenebilen ve hemen her sorunda karşısındakine sesini yükseltme meziyetine sahip Çavuşoğlu da üstü çizilenlerden. Çavuşoğlu’ndan boşalan Dışişleri Bakanlığı koltuğuna MİT Başkanı Hakan Fidan oturdu. MİT’in başındayken adeta Dışişleri Bakanı gibi çalışan -sürecin çok sayıda operasyona ihtiyaç duymasından olsa gerek- Fidan’ın yeni koltuğunu yadırgamayacağı kesin! Dış politikaya “stratejik derinlik” kazandırma hevesi de içeren bu atamanın önemli sorunlara neden olacağını söyleyebiliriz. Erdoğan’ın “kara kutum” diye tanımladığı Fidan’ın bakanlık görevini devralması kartların yeniden karıldığı uluslararası arenada daha etkin rol alma hamlesi olarak yorumlanabilir. Fidan’ın MİT başkanıyken sergilediği performans önümüzdeki dönemde diplomatik ilişkilere ağırlık verileceği izlenimi uyandırıyor. Dünyada, özellikle de bölgede yaşanan gelişmelerin yeni kamplaşmalara zemin hazırladığı unutulmamalıdır. Bölgesel güç olma peşinde koşan her devlet mevcut çelişkilerden faydalanmak isteyecektir. Emperyalistlerin çıkarlarını korurken kimi kazanımlar elde etmeye çalışacaklardır. Türkiye de bölgede emperyalistlerin çıkarlarını gözeten, emperyalistlerin güvendiği isimler üzerinden “oyun kurucu” ülke rolünü kapmak istemektedir. Fidan’ın devlet içinde yetişip tedrisatını NATO’da tamamlamış olması hiç kuşkusuz emperyalist güçler tarafından olumlu özellikler olarak not düşülmüştür.
İbrahim Kalın için bir parantez açmak faydalı olacaktır. Erdoğan’ın siyasetinde önemli payı olan “Güvenlik ve Dış Politika” danışmanı Kalın MİT’in başına getirildi. Fidan ve Kalın tercihleri Erdoğan’ın kendine yakın isimleri kritik görevlerin başına getirerek yol almak istediğini gösteriyor. Fidan gibi Kalın da emperyalistler açısından önemli bir isimdir. Yeri gelmişken hatırlatmakta fayda var: devlet yönetiminde etkili olan, görev alan kişiler hasbelkader bu konumlara yükselemezler. Erdoğan’ın iktidara gelmeden önce ABD’ye yaptığı icazet ziyareti herkesin malumudur. Bu bağlamda Erdoğan ne kadar “yerli ve milli” ise Fidan ve Kalın da o kadar “yerli ve milli”dir.
Görevi bırakan bir diğer isim de Hulusi Akar oldu. 15 Temmuz darbe girişimindeki muğlak tavrıyla hafızalara kazınan Akar görevini Yaşar Güler’e devretti. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin orduyu sivil iktidarın altına yerleştirdiğini not düşmek gerekiyor. Geçmişte ordunun siyasetteki vesayetinden her fırsatta yakınan Erdoğan, ordu üzerindeki siyasal vesayete resmiyet kazandırmakta sakınca görmüyor. Erdoğan’ın bu hamlesi Türkiye’deki siyasal yapının yani onun faşist niteliğinin bileşeni olan ordu-siyaset ilişkisinin süreğen karakterine işarettir. Ayrıca damadı üzerinden ordu ile geliştirdiği ticari ilişkileri de güvenceye almış oluyor.
Milli Savunma Bakanlığı koltuğuna oturan Yaşar Güler’in de NATO’da görev aldığına, ayrıca Roboski Katliamı sırasında Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı görevini yürüttüğüne dikkat çekmek gerek. Yeri gelmişken hatırlatmak faydalı olacaktır: 2014 yılında dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu, MİT Müsteşarı Fidan, Bakanlık Müsteşarı Sinirlioğlu ve Yaşar Güler arasında geçen özel bir konuşmada Fidan “gerekirse Suriye’ye dört adam gönderirim, Türkiye’ye füze attırır savaş gerekçesi üretirim” sözlerine Güler “yani bu silahlı kuvvetler her dönemde sizlere lazım olan bir tool/ alet” sözleriyle karşılık veriyordu. Hâkim sınıfların siyaset yapma tarzını, içeriğini özetleyen bu sözlerin sahiplerinin esasta kimin çıkarlarını koruduklarını not düşelim. Bununla birlikte ikilinin andığımız diyalogdaki uyumlarını kabinede de göstereceklerinden kimsenin kuşkusu olmasın.
Koltuğunu koruyamayan diğer bir isim Bekir Bozdağ oldu. Eski kabinenin vasıfsızlığına kendi karakteriyle katkı sunan Bozdağ’ın şakşakçılığı, yerini korumasına yetmedi. Yargı siyasal iktidarın en çok tartışılan alanlarının başında geliyor. Siyasal iktidarın yargıyı muhalefeti susturmak için bir sopa olarak kullandığı su götürmez. Seçim sürecinde muhalefet de iktidara en sert eleştirilerini ekonomi ile birlikte bu alandan yöneltiyordu. Siyasal iktidarın yargıya emir verdiği eleştirileri sıklıkla dile getirilmektedir. Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, HDP’li vekiller, belediye başkanları ve Gezi Davası tutsakları dolaysızca siyasal iktidarın müdahalesiyle fiziki özgürlüklerinden mahrum bırakılmışlardır.
Siyasal iktidarın yargıya talimat vermekten vazgeçip yeni bir sayfa açacağı beklentisi Erdoğan’ın seçildiği akşam yaptığı konuşmayla suya düştü. Demirtaş hakkında hüküm verirken toplanan kalabalık “Selo’ya idam” sloganları atıyordu. Erdoğan’ın afişine Hitler bıyığı çizen 16 yaşındaki bir çocuk yakın zamanda tutuklandı.
Yılmaz Tunç da görevi Bozdağ’dan devraldıktan sonra ilk sınavını TİP listelerinden seçilen Gezi Davası tutsağı Can Atalay ile verdi. Can Atalay’ın vekil seçildiği için serbest bırakılması yönündeki talebi tarafını açıktan belli edip Atalay’ın suçunun dokunulmazlık dışında olduğunu ifade ederek yargıya ayar vermekte sakınca görmedi.
Siyasal iktidarın bir türlü istikrar yakalayamadığı dahası hiçbir olumlu sonuç alamadığı alanların başında eğitim geliyor. Gerçi bu konuda bir başarıları varsa o da ilgili alanı Cumhur İttifakı’nın resmi olmayan ortaklarına yani tarikatlara sonuna kadar açmalarıdır. Hakkını yemeyelim paraları sıfırlamayı anlayamayınca okçuluğa soyunup hedefi sıfırdan vurmayı deneyen oğul Bilal de eğitim alanındaki başarısızlıkta önemli pay sahibi. Darısı yeni bakanın başına!
Eski kabinenin düşük profilli ruhuyla fazlasıyla örtüşen Mahmut Özer koltuğunu Yusuf Tekin’e bıraktı. Yeni bakan kamuoyunda iki olayla tanınıyordu. Bunlardan ilki rektör olması için kişiye özel bir kanun çıkarılarak rektör olabilmenin kıstaslarından olan 3 yıllık profesörlük şartının kaldırılması; ikincisi ise 2014’te Yeni Akit gazetesine verdiği bir röportajda “karma eğitim zorunlu değil” açıklamasıydı. İttifak bileşenlerinin önemli bir kesiminin yaklaşımıyla örtüşen bu açıklamaların sahibinin ilgili alanı tarikatlara daha fazla açacağını iddia edebiliriz.
Yeni kabinenin en merak edilen ataması ekonomi alanında oldu. Hatırlanacaktır, seçimlerden önce de Erdoğan bu konuda girişimlerde bulunmuş Mehmet Şimşek’i ekonominin başına getirmek istemiş ama Şimşek iş yoğunluğunu bahane ederek teklifi geri çevirmişti. Erdoğan’ın geçmişte Şimşek için neler söylediği hatırlanacaktır. Aynı Şimşek şimdi bir kurtarıcı olarak propaganda edilmektedir. Şimşek uluslararası sermayenin adamıdır. Uluslararası sermaye açısından tanınır, güvenilir olması da bununla alakalıdır.
Eski kabinede kifayetsizliğin dik âlâsı ile hafızalara kazınan ve liyakatsiz kabine ortalamasını da aşağı çekmiş olan Nurettin Nebati’den görevi devralan Şimşek Türkiye’nin rasyonel politikalara dönmekten başka çaresinin olmadığı açıklamasını yaparak ekonomide değişim sinyali verdi. Şimşek’in açıklamaları kuşkusuz baş ekonomist Erdoğan’ın meşhur “faiz sebep enflasyon sonuç” tezini de hedef alıyordu. Şimşek’in, Erdoğan’dan belli tavizler kopardığı kesin. Bununla birlikte Erdoğan’ın, Şimşek’e ne zamana ve nereye kadar özerklik -bir anlamda başına buyrukluk- tanıyacağı ise kestirilemiyor.
Merkez Bankası’nın başına Şimşek’in önerdiği Hafize Gaye Erkan getirilirken BDDK’nin başına Şahap Kavcıoğlu atandı. Şimşek’in bu atamayı Resmi Gazete’den öğrendiği kamuoyuna yansıdı. Cevdet Yılmaz’ın da cumhurbaşkanı yardımcısı olarak atandığı düşünülürse Şimşek’in özerkliğinin uzun vadede hem Erdoğan’ın karakteri ile hem de cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile örtüşmediğini iddia edebiliriz. Diğer taraftan Pelikancıların Şimşek’in göreve getirilmesine açıktan tavır aldıkları bir sır değil. Sanal medya hesabından bir yazı paylaşan Erem Şentürk, Şimşek’i açıktan hedef alarak “bu denli” parlatılmasına tepki gösterdi. Pelikancıların bununla yetinmeyeceği aşikâr. Önümüzdeki süreçte çelişkiler derinleşecektir. Bu çelişkilerin kimin lehine sonuçlanacağını birlikte göreceğiz.
“YENİ” POLİTİKALAR AYNI KLİKLER
Kabinedeki ilgili değişikliklerin yeni dönem politikalarını nasıl etkileyeceği üzerine çokça yazıldı. Her şeyden önce siyasal iktidarı elinde bulunduran ittifakın, vitrine çıkardığı temsilciler dışında aynı kliklere dayandığını belirtmek gerekiyor. Bu klikleri bir araya getiren şey tam da mevcut politikalardaki kararlılıktır. Dahası ilgili kliklerin mevcut şartlarda, ekonomik ve siyasi krizin bu denli keskinleştiği, üstüne devletin itibarsızlaşmasının toplumsal çürümeyle örtüştüğü koşullarda, köklü bir politika değişikliğine gitmesi güç görünüyor. Yeni kabinenin hiçbir anlam ifade etmediğini ya da hiçbir değişiklik yaşanmayacağını iddia etmiyoruz elbette.
Yeni dönemin politik şifrelerini anlamak için salt kabineye değil Erdoğan’ın seçildiği şartları yani içinde bulunduğumuz koşulları da gözden kaçırmamak gerekiyor. Toplumda ciddi bir değişim isteği olduğunu Erdoğan karşıtı ittifaktan görüyoruz. Tam da bu değişim isteğinin ve mevcut şartların politika değişikliğini dayattığı iddia edilebilir. Fakat hatırlatmak gerekiyor siyasal iktidarı elinde bulunduran klikler mevcut çelişkileri derinleştirerek rıza aldılar. Seçimin hangi şartlar altında kazanıldığına dair bir tartışma bu yazının kapsamı dışında; fakat bu konudan hareketle siyasal iktidarın, seçimi kazanmış olsa da aldığı “rızanın” yönetme krizini aşacak etkiye sahip olmadığını rahatlıkla iddia edebiliriz. Siyasal iktidarın hem politikalarıyla hem de söylemleriyle yarattığı tablo değişim isteğine karşı baskı politikalarında diretmeyi zorunlu kılıyor.
Erdoğan, seçildiğinin akşamı toplanan kalabalığa toplumsal kutuplaşmayı tırmandıran açıklamalar yapmaktan kendini alamadı. Muhalefet hakkındaki söylemlerinden geri adım atmadı. Dahası Demirtaş’a yönelik nefret söylemleri kusarken kitlesi “Selo’ya idam” diye çığırıyordu. Hem ilgili söylemler hem de sonrasında devam eden açıklamalar Cumhur İttifakı’nın önümüzdeki dönem politikaları hakkında ipucu vermektedir. Bununla birlikte kabinedeki değişimleri anlayabilmek için hem Cumhur İttifakı’nı oluşturan klikler arası çelişkilere hem de Erdoğan’ın karşısında oluşan değişim isteğine bakmak gerekiyor. Kuşkusuz bu değerlendirmeleri mevcut şartları göz ardı etmeden yapmak zorunludur.
Siyasal iktidarı politika değişikliğine gitmeye zorlayan koşullar ittifak içinde de zorlayıcı olacağa benzemektedir. MHP, güvenlik bürokrasisi, ulusalcıların bir kanadı, tarikatlar ve AKP’den oluşan mevcut ittifak örneğin güvenlik politikalarında ya da Kürt sorununda farklı bir yönelim içine gir(e)meyecektir. Kürt karşıtlığı bu ittifakın adeta tutkalıdır. Kuşkusuz bazı alanlarda değişikliğe gidilecektir. Ekonomik politikalar bunun başında geliyor fakat bu alanda dahi çatışmalı bir süreç kaçınılmaz görünüyor.
Bahçeli seçim sonrası yaptığı ilk açıklamada gazetecilerin “seçimin kaybedilmesi CHP’yi nasıl etkileyecektir” mealindeki bir soru üzerine “önümüzdeki günlerde çok şey değişecektir, her şey değişecektir. Öyle gözüküyor. İnşallah Türkiye değişmez” sözlerini sarf etmiştir. Bu sözlerin sadece CHP ile ilgili olmadığı açıktır. Bu sözleri Cumhur İttifakı’na dönük bir mesaj olarak da yorumlamak mümkün. Mevcut politikaları kararlılıkla savunan Bahçeli’nin “inşallah Türkiye değişmez” sözleri ile bu politikalarda devamlılık istediği söylenebilir; kaçınılmaz olana da şimdiden boyun büktüğü de bu söyleme eklenmelidir. MHP seçimlerde, beklentilerin aksine eli güçlenerek çıkmıştır. Bu sonuçlar Cumhur İttifakı’ndaki çelişkileri MHP lehine güçlendirmiştir.
Sonuç olarak önümüzdeki süreç siyasal iktidarın kendi enkazında debeleneceğine işaret etmektedir. Uluslararası sermayenin çıkarlarını korumada gösterilen kararlılık içeride emekçi sınıflara hak gaspları ve derinleşen yoksulluk olarak dönecektir. Kürt sorununun çözümünde emperyalist güçlerin telkinleri olsa da mevcut ittifak bileşenlerinin bu talebe ayak direyeceklerini ve saldırı politikasında ısrar edeceklerini iddia edebiliriz.
Shakespeare “Danimarka krallığında çürümüş bir şeyler var” diyordu. Türkiye’de de devlette çürümüşlük, Saray’da ise fazlasıyla kokuşmuşluk var. Yeni kabine eskinin düşük profilinden yukarıda olsa da enkaz onunla kalkmayacak kadar büyüktür.