Emperyalist-kapitalist sistem tarihinin en ciddi yapısal krizlerinden bir ile boğuşmaktadır. Sistemin yarattığı tüm çelişkiler (başta emek ile sermaye arasındaki çelişki) her geçen gün daha da sertleşiyor. Artık, sistemin son hücresine kadar çürüdüğü, insanlığın üzerinde ağır bir yük haline geldiği, burjuva ideologlarca dahi gizlenmeyen bir olgu haline gelmiştir. Bu durum görece bir gerileme yaratmış olsa da sınıf mücadelesinin ve onun devrimci öznelerinin tekrardan yükseleceği bir zemin de sunmaktadır. Bu durumun farkında olan egemenler, ellerindeki zor aygıtlarını daha çok devreye koyuyorlar. Ancak egemen sınıfları tüm çürümüşlüklerine karşı hala ayakta tutan “çıplak zor”dan ziyade kitleler üzerindeki ideolojik hakimiyetidir. 90’lı yıllardan bu güne gelen sürecin dünden farkı burjuvazinin ideolojik hakimiyetinin daha önce hiç olmadığı kadar büyük boyutlara ulaşmış olmasıdır. Bu ideolojik tahakküm salt kitleleri değil onların en ileri, örgütlü ve öncü müfrezesi, bu müfrezenin kadro ve militanları derin bir şekilde etkilenmektedir. Zira devrimciler toplumdan yalıtık olmayıp onun içinden çıkmaktadır. Haliyle orada var olan hastalıkların inceltilmiş biçimleriyle de olsa devrim saflardaki varlığı inkar edilemez bir gerçektir. Dolayısıyla kitlelerin üzerinde burjuva ideolojinin etkisinin artmasına paralel bunun devrimci saflara da yansıması söz konusudur. Bugün devrimin gelişmesinin önündeki sübjektif engellerin başında bu etkinin saflarımızda yarattığı tahribatın geldiğini söylemek mümkün. Dolayısıyla bu etkiye karşı ideolojik mücadele de her zamankinden daha çok önemlidir. Bu mücadele de devrimci açıklık ve samimiyet ilkesi kadro ve militanlarca özümsenmeden sağlıklı bir şekilde verilemez.
Kapitalist toplumun çürümüş yanlarından biri de sosyal bir varlık olan insanları yabancılaştırması, güvensizleştirmesi, yalnızlaştırmasıdır. Bireyi kendi dünyasının içine kapatan, dışındaki dünyayı tehdit unsuru olarak gösteren bir toplumsal yapı söz konusudur. Bunun devrimci saflardaki yansıması mücadele içinde partiye ve yoldaşlara karşı, özellikle hata ve sorunlarda, açık olmaktır. Açıklık, sınıfsal, ideolojik ve örgütsel konumlanışımızda bizi kendi dünyamızın içine kapatmaya çalışan kapitalist çürümüşlüğe inat, tüm benliğimizle hiçbir kaygı duymadan kendi dünyamızı partiye ve yoldaşlara açmak, açabilmektir. Bunu mücadelenin her karesinde yapabilmektir. Çünkü devrimcilerin, MLM’lerin koruyacağı bir “ben”i yoktur.
Bir olumsuzluğa karşı mücadele edilecekse, bir şey değiştirilmeye çalışılacaksa önce o tüm yanlarıyla ortaya konulmalıdır. Somutumuzda burjuva ideolojik saldırılar kişiyi ne denli etkilemiştir? Ne tür zafiyetler yaratmıştır? Bu gibi sorularla kadro ve militanlar kendilerini sorgulamalıdır. Bu sorgulamanın veya sorunların çözümü sağlıklı sonuçlar doğurması için açıklık olmazsa bir ilkedir. “Her şeyin başı dürüstlüktür” diyen Engels’in sözü rehberimiz olmalıdır. Öncelikle bu toplumun içinde yetiştiğimiz ve yaşadığımıza göre onun hastalıklı düşünce, davranış ve yaklaşımlarından azade olmadığımızı kabullenmeliyiz. Kendi gerçekliğimizi inkâr etmek, zaaflarımızı gizlemek, yarın çok daha büyük sorunlar olarak karşımıza çıkacaktır. Zira mücadele edilmeyen zaaflar, sorunlar kendiliğinden çözülmeyecek, aksine uzlaşmaz bir hale gelecektir. Biz “yokmuş gibi” davransak da pratiğin kendisi açık etmeyi sürdürecektir. Gerekli mücadele verilmediğinde zaaflarımız zamanla devrimci kimliğimizde olumsuz bir yönde değişime yol açacaktır. Unutmayalım ki “bir ikiye bölünür” (Mao). Devrimci yanlarımız olduğu kadar burjuva yanlarımız da vardır ve bunlar sürekli mücadele halindedir. Eğer burjuva yanlarımız geriletilemezse zamanla devrimci yanlarımıza üstün gelecek devrimci kişiliği aşındıracaktır. İçimizdeki burjuvaziye karşı mücadele, onun varlığını kabul etmek ve tüm açıklığı ile kolektifle paylaşmaktan geçer. Bu aynı zamanda devrimci dönüşüme dair bir irade beyanıdır. Zira kişi zaaflarını örgüte açmak yerine gizlemeye kalkarsa, zaaflarıyla mücadeleyi de dıştalıyor demektir. Tasfiyeci hizip süreci bu açıdan oldukça somut örnek teşkil etmektedir. Sorunlar gizlendiğinde, çözümleri ertelendiğinde, onlar birikerek kolektifimizin önüne uzlaşmaz çelişki olarak çıkmıştır.
Elbette ki salt burjuva zaaflarımıza karşı değil, küçük-büyük tüm hatalarımıza karşı aynı açıklığı göstermeliyiz. Çeşitli konularda hatalar yapabiliriz. Pratiğin olduğu yerde doğallığında hatalar da vardır. Ancak ölüler hata yapmaz. Önemli olan nokta hatalara yaklaşımımız ve çözüm yöntemimizdir. Denilebilir ki hatalarımız kendi pratiğimizden öğrenmenin bir parçasıdır. Hatalardan öğrenmenin, devrimci değişim ve dönüşümün bir aracı haline getirmenin olmazsa olmaz koşulu hataları kolektifimize tüm yanlarıyla açmaktır. Böylece hatalarımızın örgütsel, ideolojik, politik yarattığı-yaratacağı olumsuzluklara kolektifimize müdahale edebilmesinin koşullarını yaratırız. Hem de hatalarımızın arkasında yatan nedenleri kolektifle tartışarak görmüş oluruz. Sorunlarla tek başına mücadele edilmez ve sorunları tek başına çözmek-çözmeye çalışmak kapalılıktır. “Eleştirilmemek” gibi küçük burjuva kaygılarla hatalar gizlendiğinde esas sorun burada başlar. Hatalarla, zaaflarla, sorunlarla hesaplaşmanın-yüzleşmenin zemini ortadan kaldırıldığında, yarın aynı durumun tekrar etmesinin koşulları yaratılmış olur. Kolektifle ve yoldaşlarımızla aramıza güvensizlik tohumları serpilerek, devrimci ilişkilerimiz zehirlenir. Kolektife ve yoldaşlara güven her daim esas olmak zorundadır.
Salt hata ve zaaflar değil, her alanda, kolektif ve yoldaşlara açık olmak devrimci kimliğimizin bir parçasıdır. “Aman şimdi sorun yaşamayalım” kaygılarla herhangi bir düşüncemizi-eleştirimizi söylememek, belki o an bizleri kof bir liberal “huzura” kavuşturacaktır. Ancak bu tavır orta ve vadede çok daha büyük huzursuzluklar doğuracaktır. Paylaşmadığımız her eleştiri hataları görmemizi engelleyecek, yoldaşımızın, faaliyetin gelişimini sekteye uğratan bir etkisi olacaktır. İçimize attığımız, tartışmadığımız çözemediğimiz sorunlar zamanla “dolmamıza” yol açabilecektir. Kapalılığı geliştirecek devrimci ilişkileri, faaliyeti, kolektif çalışmayı olumsuz etkileyecektir. Bilmeliyiz ki sorun ne olursa olsun aynı davaya baş koyduğumuzu, devrimci, yoldaş olduğumuzu unutmadığımız müddetçe çözülemeyecek sorun yoktur. Yeter ki açık samimi ve dürüst olalım.
Burada altı çizilmesi gereken bir başka nokta da açıklık ve dürüstlüğün ancak devrimci samimiyet üzerinde inşa edilebileceğidir. Samimiyet ise ideolojik duruşumuz ve gelişim düzeyimizle bağlantılıdır. “Samimiyetimizi ya da samimiyetsizliğimizi belirleyen olgu sınıf mücadelesi karşısındaki duruşumuzdur.” (Devrimci Eğitim ve Ahlak Üzerine) Eğer sınıf mücadelesi karşısında samimi bir duruş sergiliyorsak yani halkımızın acılarını yüreğimizde, bilincimizde hissediyorsak, devrimin meşruiyetine ve ilkelerine inanıyorsak örgütümüze karşı da samimi ve açık duruş sergilemiş oluruz. Çünkü bu durumda kaygımız yalnızca mücadeleyi geliştirmek olacaktır, “eleştirilmemek”, “sorun yaşamamak” vs. değil. Kaygımız devrimci mücadele olduğunda ne olmadığımız biri gibi davranırız ne de kolektiften-yoldaşlardan bir şeyler saklamaya ihtiyaç duyarız. Bu pratiklerin mücadeleyi baltalayacağını biliriz.
Nihayetinde bugün dünden daha fazla açıklık ve samimiyeti temel almaya ihtiyacımız vardır. Burjuva ideolojik saldırganlığın artışına, tasfiyeci hizbin saflarımızda yarattığı tahribatları düzeltmeye, tüm bunlara karşı devrimci kimliği ve kişiliği korumak temel görevlerimizdendir. Bu görevi, devrimciliği geliştirip güçlendirerek tasfiyeci sürece yanıt olabiliriz.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 22 Ağustos 2019 tarihli 42. sayısından alınmıştır.