Kırılan bir dal değildi
Sıkılan bir kurşun hiç değil
Dört yiğit yürekti koparılan
Dört can yoldaşıydı
Rüzgâr değildi
Dört bir yandan savrulan
Yağan kurşun yağmuruydu
Tuzaklardan estirilen ölümdü
Cemal Saim
Ülkemiz yakın tarihi, adaletin yalın yüzünü net olarak görebilmemiz açısından son derece geniş olanaklar sunuyor. Cumhuriyet döneminin “adalet” anlayışına, Kürt isyanlarının bastırılmasının ardından kurulan İstiklal Mahkemeleri, Dersim İsyanı ve katliamının ardından yapılan sürgünler, kurulan darağaçları, 1950’li yıllarda ilericilere, komünistlere yönelik kitlesel tutuklamalar, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve sonrasının olağanüstü mahkemeleri damgasını vurdu. Hiç kuşku yok ki tüm zamanlar içinde 12 Eylül 1980 Darbesi’nin her zaman ayrı bir yeri vardır. Çünkü bu dönem, en yoğun kitlesel gözaltı ve tutuklamaların yaşandığı, yargılı/yargısız infazların sınır tanımadığı, en derin haksızlıkların toplumun hücrelerine kadar işlediği, “adaletin” yığınların sindirilmesinde araç haline dönüştürüldüğü bir dönemdir. Ve bugünün adalet anlayışı da, sınıfların ortaya çıkışından itibaren sömürücülerin biriktirdiği deneyimlerin bir ürünü olmakla birlikte, özelde 12 Eylül 1980 Darbesi’nin eliyle yoğrulup şekillendirilmiştir.
12 Eylül zihniyeti darbeci mimarları ve ardıllarıyla birlikte hala ayaktadır. Evet, 12 Eylül’de “adalete”, geniş yığınların sindirilmesi rolü biçilmişti. Bunu yerine getirdi 12 Eylül “adaleti”. Bu anlamda şiddetin çıplak ve herkes tarafından görünür olduğunda “adalet”i anlamakta zorluk çekmiyoruz ama sözde “demokrasinin” bulunduğu zamanlarda muğlâklaşıyor bazen adalet kavramı. İşin gerçeği “işlerin karışık” olmadığı, sınıfların birbirine karşı inanılmaz bir düşmanlıkla –görünürde- saldırmadığı dönemlerde de adalet aynı işlevi görür. Yani ezen sınıfın çıkarlarını koruma görevini devam ettirir. Ama 12 Eylüllerde, Evren’in, Hitler’in, Franco’nun elinde bu adalet sistemi çok daha sert, çok daha şiddetli biçimde ezilen sınıfların üzerine yüklenir ki; bunun da adı -maalesef- adalettir. 12 Eylül… Faşizmin çıplak yaşandığı bu dönemlerde insanlar en ağır işkenceleri görmüş, gözaltında kaybedilmiş, sokak ortalarında yargısız infazlar yapılmıştır. Bu sürecin bugün bittiğini düşünmek mümkün değil elbette.
Günümüzde de farklı işlemiyor bu mekanizma. Şimdi “demokratikleşme” adına yasalar değişiyor ama bir yandan da yerine ikame yasalar getiriliyor. Bu da cenderenin nasıl da sıklaştığını gösteriyor. Ve sistemin özünde bir değişiklik olmadığını… Yani faşizm yine aynı/bildiğiniz faşizm. O dönemde sokaklarda, hapishanelerde, evlerde, dağ başlarındaki köylerde zulüm acımasızca sürüyordu. Gencecik insanların kaderleri belirleniyordu “yargıç”lar tarafından. 17 yaşındaki Erdal Eren’i idama götüren bu sistemin kendisiydi. Yine Kenan Evren’in vermiş olduğu kararla idam edilen Necdet Adalı ve daha niceleri…
Faşizm denilen koca resmin bir parçası 12 Eylül AFC’si… Ama bu resim henüz tamamlanmış değil ve tüm zulmüyle çizilmeye devam ediyor.
TUZLA KATLİAMI
12 Eylül’ün karanlık günlerinden sonra gerçekleştirilen ilk sokak infazıydı Tuzla Katliamı… 7 Ekim 1988 günü Gebze’den İstanbul’a giden İsmail Hakkı Adalı, Kemal Soğukpınar, Reha Şen ve Fevzi Yalçın hâkim sınıfların bir piyonu olarak TKP/ML çevresine sızmış olan Engin Kaya adlı ajanın verdiği bilgiler doğrultusunda Tuzla Köprüsü’nde pusuya düşürülerek katledildiler. Katliamda Adalı’nın vücuduna 15, Yalçın’a 7, Soğukpınar’a 32 ve Şen’e 30 kurşun isabet etti. Beyaz bir otomobil, yanında al kanlar içinde yerde uzanan bedenleri belleklerimizden silinmeyecek hiç.
4 Proletarya Partisi militanının şehit düşmesiyle sonuçlanan bu katliam ardından gelişecek yargısız infazların da habercisi olmuştur. Zira devrimci mücadelenin yükselişe geçtiği dönemlerde devletin elindeki önemli ve topluma gözdağı verdiği silahlarından biridir yargısız infazlar…
Tuzla’yla başlayan ve 1991’de Proletarya Partisi militanı Hatice Dilek ve TMLGB Genel Sekreteri İsmail Oral’ın katledildiği Hasanpaşa katliamı ve Maltepe, Çiftehavuzlar, Nişantaşı katliamlarına değin uzanan kanlı süreçte onlarca devrimci ve komünist, (daha sonra M. Ağar’ın itiraf ettiği 1000 operasyon çerçevesinde) faşist TC devleti tarafından katledildi. Sistemin kanlı elleri sadece devrimci ve komünistlere değil, “potansiyel suçlu” olan topluma yani halka da bulaştı; ki başka türlüsü de zaten beklenemez. 1980 sonrası özellikle adı yargısız infazlarla anılan Türkiye Kürdistan’ında Kürt halkı üzerinde estirilen terörle nice zulümlere, nice katliamlara imza attı faşist TC devleti.
Faşizmin yasaları da kuralları da vardır. Ancak bu yasa ve kurallar kendilerinden başkasına yaşam hakkı tanımaz. Çıkarılan her yasa devletin azgın saldırısına “yasal” zemin hazırlamaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Öyleyse bize düşen görev faşizme karşı mücadeleyi büyütmektir.
12 Eylül’ün karanlığından çıkıp gelen dört Partizan cuntaya rağmen silahlı savaşımdan ödün vermeyen, boyun eğmeyen bir hareketin temsilcileriydi. Devleti en fazla korkutan da buydu. Cuntaya rağmen direniş bayrağını dalgalandıranlara, dağları mesken tutanlara karşı büyük bir kin duyuyordu. Dört yürek o gün sustu. Suya, havaya karıştı, rüzgâra savruldu. Dağların doruklarına ulaştı, deryalarda yıkandı. Dört Partizan, emekçilerin kurtuluşu, sınırsız sınıfsız bir dünya için ser verdi. Nefes alışları engellenmişti elbette peki ya idealleri ve kavgaları? Yere düşen dört cansız bedendi geriye şanlı bir gelenek bırakarak. Ülkesinin özgürlüğü uğruna suya, toprağa karışanlar ölür müydü ki?
Tuzla ne ilk ne de sondu! Egemenler için bu katliam münferit değildi. Kitle katliamları, işkence, infaz, sürgün Osmanlı’nın kuruluşundan bu yana egemen sınıfların temel politikası olagelmiştir. 12 Eylül Cuntası devrimci harekelerin etkisindeki geniş kesimlere korku ve gözdağı vermiş, pasifize etmişti. 80’lerin sonlarına doğru yığınların üzerine serpilen ölü toprağının atılması ile kitle muhalefeti giderek gelişmeye başladı. Devletin korkusu cunta ile yok edemediği devrimci örgütlerin bu hareketle buluşmasıydı. Bunun için de bir yandan kitle hareketlerine saldırırken öte yandan devrimci örgütlerin kadrolarına yönelik yargısız infazlarına hız verdi. Amaç geniş kesimlerle karşı karşıya gelmeden onların yüreğine korku salmak ve öncülerinden koparmaktı. İnfaz, katliam nasıl bu düzenin kodlarında gizli ise direniş ve isyan da bu coğrafyanın suyunda, toprağında saklıdır! Onu yok etmek ise imkânsızdır!