[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Emek cephesi 2022’den 2023’e yoğun gündemlerle girdi. Asgari ücret 8 bin 500 TL olarak belirlendi, sorunlar devam etse de ’99 ve öncesi girişliler için EYT’deki yaş sınırı ortadan kalktı. Gelir vergisi oranları aynı kalırken emekli maaşlarına ne kadar zam yapılacağı merakla bekleniyor. TÜİK’in enflasyon rakamlarına göre belirlenecek olan memur maaş zam oranları ise yine hükümetin tasarrufunda. İşçi sınıfı ve emekçiler yıl boyunca enflasyona ve alım gücündeki düşüşe paralel sürekli bir beklenti içinde oldular. Hesaplamalar ve açıklamalar ardı ardına geldi fakat işçi sınıfının ekonomik tablosundaki gerilemenin önüne bir türlü geçilemedi. Hükümet rakamsal bazdaki artışlarla manipülasyon ve oyalama yeteneğini sergilerken sınıf ve sendikalar cephesinde alım gücündeki ciddi düşüşleri engelleyecek ve hükümetin manipülasyonunu aşacak bir özgüven geliştirilemedi. Hatta sendikalı ve toplu sözleşmeli iş yerleri nezdinde de ciddi kayıplar baş gösterdi ve elde edilen zam oranları hızlı bir biçimde boşa düştü. Toplamda işçi sınıfı büyük ekonomik kayıplarla 2022’yi kapatırken patronlar ve devlet nezdinde yüksek kârlara ve vergilere dayalı büyüme devam etti. Bu sayede dünyadan Türkiye’ye ekonomileri etkileyen gelişmelerin yükü, bu ilk turda başarılı bir biçimde işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yıkılmış oldu.
ÜCRETLER AÇLIK SINIRINA, SÖMÜRÜ MUTLAK SINIRLARA ÇEKİLDİ
Geçtiğimiz sürecin kuşkusuz en çok tartışılan başlığını asgari ücret oluşturdu. Asgari ücretli çalışanların sayısının toplam çalışanların yarısı civarında olması yanında diğer tüm ücretleri ve birçok kalemi belirlemesi bakımından da asgari ücret en büyük toplu iş sözleşmesi özeliğine uygun bir biçimde gündemde kalmayı başardı. Ancak bu durum hükümet, patronlar ve sendika bürokratlarının dayatmalarına karşı bir mücadele gündemi olarak şekillenmedi. Hatırlanacağı gibi Türk-İş Başkanı Ergün Atalay, ilk başta kırmızı çizgi diye bir önceki ayın açlık sınırı 7 bin 785 TL’yi telaffuz etti. Ardından ise 9 bin TL’nin altında bir rakamı kabul etmeyeceğini ifade ederek komisyondan çekildi. Atalay’ın bu sahte tutumu durumu kurtarma şovu olduğu kadar patron ve devlet cephesi ile işçi cephesi arasında belli bir sıkışmanın da ifadesiydi. Zamanında, mikrofonu kapatmayı unutup yine zamanın çalışma bakanına “Uzasa işi karıştıracağız. En azından kapattım böyle.” diyen tescilli iş birlikçi Atalay, bu sene de asgari ücret sürecini böyle kapatmış oldu. Atalay, sürekli olarak 15 kişilik komisyonda “işçi tarafının” (5 oy) oylarına rağmen karar verildiğini ifade ederek Türk-İş’in teslimiyetine bahane üretir ve aslında bu yolla sınıfın eylemden/ üretimden gelen gücünü yok sayar. “9 bin TL” çıkışıyla işçiler nezdinde paçayı yırtabileceğine inanan Atalay, bu sefer çalışma bakanına hem de dünün kendi danışmanına paçayı kaptırmış oldu. Çalışma Bakanı Vedat Bilgin’in “8 bin liranın çok üzerine çıkmayın.” diyen sendikalar olduğunu ifade etmesi, gözlerin tekrar Türk-İş’e ve Atalay’a çevrilmesine sebep oldu. Buna karşılık başka bir tescilli iş birlikçi Türk-İş Genel Sekreteri ve Türk Metal Sendikası Genel Başkanı Pevrul Kavlak bir açıklama yaptı ve vergi dilimleri ile ilgili görüşmelerden sonuç alamazlarsa işçileri meydanlara çağıracaklarını ifade etti. Bu sözler, bakanın üstü kapalı çıkışına Türk-İş’in cevabı gibiydi. Fakat hiçbir ağırlığının olmadığını herkes biliyordu.
Karşılıklı bu üstü kapalı atışmalar sürerken Hak-İş ve DİSK konfederasyonlarından bakana “8 bin liranın çok üzerine çıkmayın.” diyen sendikaları açıklama çağrısı yaptı. Hak-İş ve DİSK “Biz değiliz.” derken Atalay da kendilerinin böyle bir şey söylemediğini iddia etti. Fakat bu aşamada asıl dikkat çeken şey Hak-İş Başkanı Mahmut Arslan’ın, “Bakanın sözlerinin muhatabı Hak-İş değil.” dedikten sonra Türk-İş’i eleştiren açıklamaları oldu. “Türk-İş masadan kalkmasaydı rakam belki de daha yüksek olabilirdi. Türkiye’nin en büyük sözleşmesi niteliğindeki bir platformu boş bırakmak asla kabul edilebilir bir şey değil.” diyen Arslan fırsattan istifade rüştünü ispatlamak istiyordu. Türk-İş’i ve Atalay’ı eleştiren sadece Arslan değildi fakat Arslan’ın çıkışı hükümete ve aynı zamanda Türk-İş’e karşı bir mesaj gibiydi. Bu üstü örtük sataşmaların arkasında esasen Türk-İş’e bir kez daha ayar verildiği gerçeği vardı. Öyle ki bu süreçte Türk-İş üzerinden, hükümetlerin her birkaç yılda bir açıktan yaptığı gibi işçi sınıfında sendikalara karşı güvensizlik de pompalanmış oldu. Sendika bürokrasileri bu güvensizliği fazlasıyla hak ediyorlar ancak bunun devlet ve patronların dilinden kamuoyuna servis edilmesinin daha geniş etkileri de olmaktadır.
Birçok kesimde seçim öncesi yüksek bir rakam açıklayarak hükümetin asgari ücret üzerinden şov yapacağı düşüncesi oluşurken hükümet 8 bin 500 rakamıyla beklentileri orta düzeyde tutmuş oldu. Asgari ücret daha şimdiden açlık sınırı rakamının altında kalırken diğer ücretlerdeki erime de hız kazandı. Rakamsal bazda ele alındığında gerçekten de sendikalı, toplu sözleşmeli işçiler ile örgütsüz ve asgari ücrete “mahkûm” işçiler arasındaki fark büyük oranda azaldı. Bu durum her iki bakımdan da işçiler lehine değildi tabii ki. Gerçekte asgari ücret artmadığı gibi diğer ücretler de ona doğru aşağı çekilmiş oldu. Yani aslında bir sınıf olarak işçiler sürekli olarak kayıp yaşarken patronların ve devletin gelirleri ise büyüdü. DİSK Birleşik Metal-İş’in açıklamasına göre maaş ve ücretlerin net katma değerdeki payı 2014 yılında yüzde 57,5 iken 2021’de yüzde 32,1’e kadar düşmüş durumda. Asıl kayıpların 2022’de olduğunu düşünürsek bu rakam daha da aşağılarda kabul edilebilir. Devlet rakamlarında bile toplam ülke gelirinden ücretli emeğe ayrılan payın çok büyük düşüşler yaşadığı görülmektedir. Hem de IMF verilerine göre Türkiye 2021 ve 2022’de dünyanın 20. büyük ekonomisi olurken… Fakat bu yoğun sömürü ve büyümenin daha büyük krizi geleceğe ertelediği de biliniyor. Enflasyona, zamlara ve alım gücündeki düşüşlere bir çözüm bulunabilmiş değil. Aslında böyle bir çözüm arayışı olduğu da kuşkulu. Çünkü özellikle son bir yılda patronlar ve devlet, elde ettikleri yüksek gelirleri, bir bakıma, emekçileri sarıp sarmalayan bu spekülatif ortama borçlular. Doğal olarak alım gücündeki erimenin devam edeceğini de çok iyi biliyor ve ücret politikasında oyalamaya ve rakamsal göreli artışlara dayalı çizgiyi devam ettiriyorlar.
Bu açıdan bakınca hükümetin asgari ücret zammını, seçimlere de katkı sunacak düzeyde rakamsal bir şova dönüştürememesi farklı bir açıdan da yorumlanabilir. Normal takvime göre 18 Haziran 2023 tarihinde cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler yapılacak. Bugün daha yüksek bir asgari ücret belirlense bile o tarihe kadar ekonomik bakımdan işçiler için pek bir karşılığının kalmayacağı biliniyor. Bunun yerine asgari ücret zammını 2021’de olduğu gibi yılda iki kez yapmak ve hemen seçimden önce ara bir zamla göz doldurmak hükümet için daha iyi bir tercih olabilir. Hem bu sayede, bugünkü ekonomik gerçekler içerisinde yapılması zorunlu gibi gözüken bu ara zam, daha yüksek bir rakam üzerinden değil 8 bin 500 TL üzerinden oransal bir artışa; başka bir deyimle şova dönüşebilecektir. Kuşkusuz bu sadece bir yorum. Asgari ücrette ve diğer her başlıktan nasıl bir süreç işleyeceğini başta dünya ve ülke ekonomisinin gerçekleri olmak üzere sınıf mücadelesinin genel seyri belirleyecek. Hükümetin eli ekonomik bakımdan sanıldığı gibi çok da güçlü değil. Fakat karşısında ciddi bir muhalefet ya da örgütlü bir güç bulunmadığı ve ona karşı etkili bir mücadele geliştirilemediği için hükümetin oyalama, manipülasyon, satın alma, bölme, iç boşaltma, şov, korkutma, baskı vb. her türlü taktik yeteneği iş görmeye devam ediyor.
EKONOMİK KRİZ KİTLESEL İŞTEN ATMALARA DÖNÜŞÜYOR
Tüm rakamsal oyun ve açıklamalarla çoklu ve karmaşık bir emek gündemi var gibi gözükse de aslında dünyada ve Türkiye’de olup bitenlere kapitalist-emperyalist ekonominin gerçekleri damga vuruyor. Örneğin daha yakın zamanda IMF, 2023’ün zor bir yıl olacağını ifade ederek “Dünya ekonomisinin üçte birinin resesyona girmesini bekliyoruz.” şeklinde açıklama yaptı. Özgünlükleriyle birlikte tüm yaşananlar, emperyalist-kapitalist sistemin asalak karakterini ve aşırı üretimden kaynaklanan krizini işaret ediyor. Her büyük krizde olduğu gibi haklar tırpanlanıyor, örgütsüzlük ve sömürü derinleşiyor, krizin asıl yükü emeğe çıkarılıyor ve yine kriz bahanesiyle kitleler halinde işçiler işten atılıyor. Örgütsüzlük ve sömürü dayatmasıyla ünlü Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği’nin (TGSD) asgari ücret sonrası yaptığı açıklama ve tekstil başta olma üzere birçok sektörde baş gösteren işten atma saldırısı bu durumun çarpıcı bir örneği ve işareti oldu. TGSD’nin açıklamasında şöyle deniyordu: “Bu maliyetlerle geçmişte yaptığımız işleri yapamaz hale geleceğiz, müşteri kaybedeceğiz. Bangladeş, Vietnam, Hindistan, Kamboçya gibi ülkelerle bizim rekabet etme şansımız yok.” Karşılaştırma yapılan ülkelerin, işçilerin kelimenin gerçek anlamında köle gibi çalıştırıldığı ve kitlesel bir biçimde ölüme sürüklendiği ülkeler olması bir yana açıklanan asgari ücret, tekstil patronları için aradıkları bahane oldu. Daha asgari ücret açıklanmadan özellikle Antep, Malatya, Urfa, Maraş gibi Anadolu’nun birçok sanayi bölgesinde büyük hak gasplarıyla beraber kitlesel işten çıkarmalar başlamıştı. Kıdem tazminatı ödemekten ya da yeni asgari ücrete göre daha yüksek kıdem hesabından kaçınmak için birçok patron işten atmalara yönelmişti. Bir yandan da yeni işçi alımları veya girdi-çıktılar devam ediyordu. Dahası yine birçok yerde işçilerin asgari ücretin de altında rakamlara çalıştırıldığı; işçilerin ücretlerinin bir kısmının patrona geri iade edildiği biliniyor. Tekstil gibi sektörler kayıt dışının ve göçmen emeğinin de yaygın kullanımıyla bu konuda başı çekiyor. Fakat yine de patronların iştahı doymak bilmiyor. Diğer yandan tekstil örneğinde ele aldığımız bu sorunun bir başka yüzü daha bulunuyor. Tekstil gibi sektörlerin katma değer payı yüksek olsa da yabancı sermaye payı yüksek ve teknoloji yoğun işletmelerle kıyaslandığında kriz karşısında rekabet gücü daha düşük. Özellikle de pandeminin ardından tedarik zincirlerinde yaşanan çalkantılar, piyasada belli bir istikrarsızlığı ve durgunluğu beraberinde getiriyor. Bu gibi sektörlerdeki patronlar ise hükümetin her türlü desteğine rağmen kâr oranlarını koruyamayacaklarını öngörüyor ve çözümü emeği daha da baskılamakta buluyorlar. Fakat altını çizmeliyiz ki söz konusu olan “kâr oranları” ve sömürü saltanatlarıdır; zarar ettikleri yalanı değil.
Daha önce de değindiğimiz gibi işçi sınıfındaki örgütsüzlük ve iş birlikçi sendikal bürokrasiye paralel 2021’de öne çıkan şey kriz özgüvensizliği (işsizlik korkusu), rakamsal manipülasyonlara aldanma ve biri biterken diğeri başlayan “umutsuz” bekleyişler oldu. Egemen sınıflar özgülünde biri seçimleri işaret eden diğeri ise parça parça vaatlerle süreci elde tutmaya çalışan iki eğilim kendini gösterdi. Her ikisi özgülünde de oyalama siyaseti esastı ve özünde aynı sömürü ağının değişik tonlarını temsil ediyorlardı. Ne var ki bu oyalama siyaseti, kimi tavizlerle de olsa geniş emekçi kesimleri etkilemeyi başardı. Bugün bu tabloyu kırabilecek kimi emareler ortaya çıksa da içine girilecek olan seçim atmosferinin geniş kitleleri ne yöne kanalize edeceğini yaşayarak göreceğiz. Yaşayarak göreceğiz diyoruz; çünkü sürece sınıf bilinçli müdahalenin zayıf olduğu bir dönemde sınıfın kendiliğinden hareketini ve olası patlama noktalarını takip etmek daha bir önem kazanıyor.
FİİLİ-MEŞRU MÜCADELEYLE SINIFIN ÖNCÜ ODAKLARINI YARATALIM
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Seçim kaybetsek de yokum.” dediği EYT konusunda yaş sınırını ortadan kaldırmakla övündüğü bir noktaya gelinmesi bahsettiğimiz kimi tavizlerden biri olarak görülebilir. Kuşkusuz burada asıl olarak vurgulanması gereken EYT’lilerin mücadelesidir. Sendika konfederasyonları “biz başardık” yarışına girseler de hükümeti taviz vermeye zorlayan asıl şey geniş EYT’li kesimlerin uzun ve kitlesel mücadelesiydi. 2021’in ilk aylarındaki fiili grevlerden bugüne istisnaları saymazsak işçi sınıfı adına örnek teşkil edecek ciddi bir mücadele ivmesi geliştirilemedi. Bu bakımdan, cumhurbaşkanının grev yasağına rağmen Birleşik Metal’de örgütlü Bekaert işçilerinin başarısı, önemli bir örnek olarak görülmeli ve değerlendirilmelidir. Çünkü sendikalaşmanın bile birçok yasal ve fiili barajla engellendiği, yasal bir grev yapmanın imkânsızlaştırıldığı koşullarda, özellikle de yasalara ve diplomasiye boğulmuş sendikalar cephesinde fiili mücadelenin öne çıkması önemlidir. Çünkü içinde bulunulan yalan, yasak ve baskıya dayalı sömürü koşulları içerisinde işçi sınıfının fiili-meşru mücadeleye dayanmaksızın bu labirentten çıkma, renkleri belirginleştirme ve safları sıklaştırma imkânı bulunmuyor. Sınıfın sadece bilinçli unsurları bakımından değil bir bütün ekonomik ve kendiliğinden hareketi bakımından da fiili-meşru mücadele dışında bir seçenek bulunmuyor. İşte bu yüzden grev ya da artık “fiili grev” diye adlandırdığımız ve üretimden gelen gücün kolektif bir biçimde hayata geçirildiği örneklerin önemi ve işlenmesi gerekliliği buradan ileri gelmektedir. İşçi sınıfını kontrol altında tutma mekanizmaları haline gelmiş sendikaları değişime zorlayacak olan da örgütsüz geniş bölükleriyle birlikte sınıf bilinci ve hareketini yaratabilecek olan da söz konusu fiili-meşru mücadele ve üretimden gelen gücün kullanımıdır. Kuşkusuz bu, temel ilkeleri yanında her dönem yeni biçimleri ve modelleriyle öğrenen ve öğreten bir sınıf çizgisi olarak geliştirilebilmeli ve daha yüksek düzeyde bir örgütlülüğe dönüştürebilmelidir. Bunun için nesnel koşullar fazlasıyla mevcut. Ancak işçi sınıfı içerisindeki öznel güçler bakımından belki de son elli yıllık tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar zayıflık mevcut. İş yeri ve sendikalarda geçmiş mücadelelerden kalma öncü, önder, ileri işçilerin büyük bir kısmı halefler yetiştirilemeden “emekli” oldu ya da daha “genç” olanlar sendika bürokrasisi ve patronlar eliyle büyük oranda tasfiye edildi veya etkisizleştirildi. Bu durumda işçi sınıfı kendiliğinden ne kadar yol açabilir veya süreci şekillendirebilir denebilir. İşte günümüzün çözüm üretilmesi gereken yanını da bu oluşturuyor. Resmi statü ve tanım farklarıyla ifade edersek işçi, memur, taşeron, geçici, sözleşmeli, kadrolu, emekli, işsiz, stajyer vb. on milyonlarca işçiye, bir bütün işçi sınıfına sınıf bilinci taşımak ve onları örgütlemek imkânsız gibidir. Bu nesnel gerçeklere ve kitle hareketinin doğasına da aykırıdır. Ancak sınıf içinde belli odaklar ve mücadele mevzileri yaratarak yine tüm işçi sınıfını ileri taşıyacak bir mücadelenin özneleri yaratılabilir. İşte bunun için sınıfa yönelmeli ve fiili-meşru mücadelenin fitili tutuşturulmalıdır.