[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Emperyalist kapitalist sistem derin bir ekonomik kriz içerisindedir. Özellikle 2008 sonrası ABD merkezli yaşanan finans krizinin ve devamında üretim krizinin, alınan tedbirlere rağmen ötelenemediği bir gerçektir. Kısa bir soluk molası dışında dünyayı kasıp kavuran sürecin ağır yükü hiç kuşkusuz yarı sömürgelerde daha sert bir biçimde yaşanmaktadır. Bu, emperyalist sistemin krizin faturasını yarı sömürgelere yıkarak kendini yenileme çabası ya da daha doğru tanımlamayla işin doğası gereği yarı sömürge ülkelerdeki sömürü-talan ve bağımlılık ilişkilerinin derinleşmesine yol açmaktadır. Kuşkusuz emperyalistler krizin faturasını yarı sömürgelere yıkarken kendisi için kullanışlı olan yerli egemen sınıfları kollamaktadır. Emperyalizm yarı sömürgelerde yer altı-yer üstü kaynaklara göz dikerek ve esas olarak da emek sömürüsü üzerinden krizin bütün yükünü işçi sınıfı ve emekçilere ödetmektedir. Önceki krizlerin aksine 2008 krizinin süreğen hali kısa bir soluğa rağmen bugüne taşınmıştır. Bölgesel savaşlar, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali özellikle akaryakıt ve doğal gaz krizini tetiklemiştir. Nihayetinde 2019 yılından bu yana devam eden ve dünyayı kasıp kavuran pandeminin tetiklediği üretim krizi ile soluk borusu patlamış vaziyette kendisini derinden hissettirmeye başlamıştır.
Dışa bağımlılığın sonucu olarak ortaya çıkan akaryakıt ve gıda krizi, yaşam pahalılığı ve bununla paralel ortaya çıkan enflasyon yarı sömürgelerdeki krizi büyütmektedir. Bu durum emperyalizmin finansal krizinin etkileriyle birleşince emekçilerin en temel yaşam ürünlerine dahi ulaşması zor bir hale gelmiştir. Geniş halk yığınları açlığa ve sefalete daha fazla mahkûm bırakılmaktadır.
Bu süreçte tüm gemiler su almakta, yarı sömürgelerde su alan delikler daha fazla büyümekte, ancak “kürek mahkûmları” ve tayfalardan daha fazla aç ve susuz kalması beklenerek fedakârlık(!) istenmektedir. Bu esas olarak sömürü çarkının daha fazla sıkışması anlamına gelmektedir. Her ekonomik kriz nihayetinde yapısal ve politik anlamda bir krizi mayalar ve egemenlerin yönetme kabiliyetleri zayıflar. Bunun sonucu olarak emperyalizmin güdümündeki faşist iktidarlar krize paralel olarak baskı ve yasak politikalarını daha fazla koyulaştırır. Tüm bu süreç artık öfkenin dışarı taştığı koşulları da beraberinde getirir. Bunun en yakın örneği “Arap Baharı” olarak tanımlanan 2011’de halk isyanlarının çıkışını tetiklemesi olmuştur. Bugün yine bu minvalde gelişen ve krizin etkilerini daha derin hisseden yarı sömürgelerdeki işçi ve emekçilerin isyanları dalga dalga büyüyerek egemenlerin korkuları olmaya başlamıştır. Özellikle Asya-Pasifik ve Afrika kıtasında daha görünür ve sokaklara taşan halkın isyan dalgası ekonomik krizin evrildiği siyasi (yönetememe) krizinin ürünü olmaktadır. Emperyalist hegemonya savaşının bu bölgelerde daha fazla ağırlık kazanmasıyla artan siyasi kriz, ekonomik krizin etkileriyle birleşmektedir.
ABD ve AB emperyalistlerinin katmerli sömürü politikalarıyla yoğunlaştığı Asya-Pasifik ve Afrika ekseninde hegemonya savaşının ağırlıklı olarak ekonomik merkezli tarafı olan Çin arasında gelişen emperyalist savaş kışkırtıcılığı ve pazar savaşı emekçileri dünden daha fazla etkilemektedir. Bir yandan bağımlılığı derinleştirerek krizin faturasını buralardaki yarı sömürgelere yükleyen ABD-AB emperyalistleri diğer yandan çeşitli hamlelerle bu hegemonyayı kırmaya dönük, ekonomik bağımlılığı tesis etmeye çalışan Çin Sosyal Emperyalistlerinin dalaşı bölgede sahnelenmektedir. “Fillerin tepiştiği çimenlerin ezildiği” bir gerçeklik olarak ortaya çıkmaktadır. Özellikle son ekonomik krizin pençesinde debelenen yarı sömürgeler üzerinde Çin’in ekonomik hamleleri, ABD-AB emperyalistlerinin hegemonyasını kırmaya dönük gelişmelerle yüklüdür. Çin ağustos ayında yaptığı bir açıklamayla krizle debelenen kimi yarı-sömürge (yaklaşık 40 ülkeye) ülkelere verdiği kredilerin geri ödemelerini iptal ettiğini duyurdu. Bu hamle ekonomik yardım adı altında yarı sömürge ülkelerdeki egemen sınıflara yönelik Çin tarafından “iyi niyetli” ve “krizden çıkmaya yardımcı” olacak hamleler olarak tanımlandı. Çin bu yönelimi ile diğer emperyalist güçleri kast ederek bir “ekonomik savaş” olmadığını söylese de bu hamle hegemonya savaşında ileriye doğru atılan, bağımlılık ilişkisini derinleştiren ve emperyalist çıkarlara dayanan bir hamledir. Batılı emperyalistler Çin’in bu hamlesini “borç tuzağı diplomasisi” olarak tanımlamış ve gelişmenin karakterini emperyalist hegemonya mücadelesi parantezine hızla almıştır.
Ancak bu türden “yardımların” dahi yarı sömürgelerdeki krizin derdine deva olamayacağı nettir. Enflasyon neredeyse tüm ülkelerde ciddi biçimde artıyor. Emperyalist merkezlerde birçok ülke resesyon dönemini yaşamaktadır. Emperyalizm yarı sömürgeler üzerindeki bağımlı ilişkisini derinleştirerek, krizi aşmaya çalışmaktadır. Hiç kuşkusuz bu durum emperyalist rekabetin daha fazla keskinleşmesi anlamına gelir.
İSYANLAR SOKAKLARA TAŞIYOR
Emperyalist hegemonya savaşının kıskacında ezilen ve ekonomik krizin en ağır yükünü yaşayan emekçiler cephesinden kendiliğinden gelişen halk isyanları patlak vermeye başlamıştır. Bu isyanların, kıskacın en fazla baskıladığı, emperyalist kapitalist sistemin en zayıf ama krizin tüm yükünü taşımakla kodlanmış yarı sömürgelerde patlak vermesi tesadüf değildir. Eşitsiz gelişime paralel açlık sınırının en yoğun yaşandığı ve krizle paralel artan gıda fiyatları en can alıcı çelişkilerdir. Öfkenin mayalandığı yarı sömürgelerde kronik bir şekilde emek sömürüsü ve açlık emekçilerin şah damarını etkileyen son basınç noktası olmaktadır. Kaybedecek hiçbir şeyleri olmayanlar ayaklanmakta, isyanları örgütlemektedir. Bangladeş’ten Güney Afrika’ya, Sri Lanka’dan Haiti’ye, Sudan’dan Nijerya’ya, Peru ve Arjantin’e kadar uzanan kendiliğinden öfke bir kez daha sokaklara akmaktadır. Bu isyanlar anti emperyalist dinamiği bağrında taşıyarak şimdilik insanca yaşam talebiyle ilerlemektedir. Bu ilerlemenin hangi kanala akacağı, sürekliliği ve egemen sınıfların “emekçilerin isyanına yönelik korkusunu” hangi şiddette etkileyeceği ve sisteme ne şekilde yöneleceği önemlidir. “Sınıf mücadelesinin olağan sayılabilecek akışının kendisi bile şiddetlidir, yıkıcıdır, sarsıcıdır. Bu çatışmadan doğan enerji birikerek yeni kanallara, yeni mecralara akmaktadır. Daha farklı koordinatlarda, daha büyük bir basınçla gerçekleşen patlamalar işte bu birikimin eseridir. (Partizan sayı:80)” Önemli olan kendiliğinden patlamaları tetikleyecek proleter önderliğin yerleştirdiği fünyedir.
Emperyalizm ve proleter devrimler çağında, krizlerin ürünü olan kendiliğinden direnişler, devrimlerin mayasını çalmaktadır. Sömürünün, yoksulluğun, adaletsizliğin hüküm sürdüğü koşullarda mayası çalınan devrimlerin ülke koşullarına uygun yol, stratejik çizgisi ve buna önderlik etmekle yazgılı komünist partilerinin misyonunu oynayarak süreci göğüslemesi belirleyicidir. Kendiliğinden direnişlerin akacağı devrim kanalı kendi yolunda akmadığı sürece sonuç vermeyecektir. Bugünün en önemli dezavantajı tam da budur. Yarı sömürge ülkelerde devrimin karakteristik özelliği olan Yeni Demokratik Devrim ve bunun yolu olan Halk Savaşı çizgisinin örgütlenmesi, sistemi temellerinden yıkacak ve yeniyi inşa ederek gerçek kurtuluşu sağlayacak yegâne yoldur.