Komünist usta Lenin’in “kapitalizmin en üst aşaması” olarak nitelediği emperyalizm, gelişim seyri içerisinde, tahakkümü altına aldığı ülkeleri zincirin birer halkası haline getirmiş, yerküreyi böylece denetimine almıştır. Emperyalizmin günümüzde ekonomik, politik, kültürel, sosyal ve askeri olarak temas etmediği, etkilemediği hiçbir olgu, mesele ve süreç yoktur. Emperyalizmin bu niteliği aynı zamanda kendi yok oluşunu da içerisinde barındırır. Bu bağlamda onu “çürümüş kapitalizm” olarak da nitelendiririz.
Emperyalist kapitalist sistem insan emeğinin sömürüsü üzerinden büyük bir eşitsizlikle yükselirken bu sömürü aynı zamanda doğaya da yönelmiştir. Kapitalist üretim tarzının yayılımında doğanın kendisi değer ve artık değer kaynağı olarak ele alınmış ve sömürünün parçası haline getirilmiştir. Bu aşamadan sonra doğa da üretim sürecinin ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirilmiştir.
Ekolojik iktisatçılar, doğa ve değer üzerine farklı teoriler geliştirmiştir. Doğayı, değerin bağlamsız kaynağı ve özü olarak ele alan teori üretimin birincil girdisinin enerji olduğunu ifade etmektedir. Bu düşünceye göre, var olan mal ve hizmetin üretimi ve gelişimi için mutlak enerjiye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu anlamda ihtiyaç duyulan enerjinin karşılanması, ‘serbest’ ya da ‘elde edilebilir’, diğer girdiler tarafından karşılanamamaktadır. Enerjinin karşılanması üzerine gelişen koşullar, ‘birincil girdiyi’ öne çıkarmaktadır. Birincil girdi, tek ‘temel’ meta ve dolayısıyla üretimin birincil faktörü olarak görülmektedir.
Kapitalist pazar üretim için ihtiyaç duyduğu enerjiyi karşılamak için aç gözlülükle doğayı tahakküm altında tutmakta ve doğa üzerinde sürekli tahribata yol açmaktadır. Kapitalist pazarın enerji beklentisini karşılama görevini üstlenen emperyalist devletler, talan politikalarını yarı sömürge ülkelerde pervasızca sergilemektedir.
Marksist teori, doğa ve değer üzerine getirdiği açıklamalarda ‘değer’i kapitalizmin özgün ekonomik değerleme formu olarak düşünmektedir. Bu anlamda Marx’ı, diğer teorisyenlerin doğa tartışmalarından ayıran, onun, gerçek zenginliği veya kullanım değerini insanların ihtiyaçları doğrultusunda duyumsadıkları doyumun tatmin edilmesi olarak görmesidir. Bu perspektifte değer, kullanım değerlerinin çoğunlukla metalaştığı, diğer bir tabirle değişim değerleri olarak değişime maruz kaldığı, kapitalizm koşullarında özgün bir toplumsal ifadedir. Marksist teorinin çözümlemeleri ile birlikte görmezden gelinen kullanım değeri ve değişim değeri arasındaki çatışma hali üzerinde yoğunlaşmak doğaya yönelen kapitalist-emperyalist saldırıların açıklanması için anahtar görevi görmektedir.
Marx, kapitalizmin “değer” görüşünü, metalarda somutlaşmış homojen ve toplumsal düzlemde gerekli emek zaman olarak açıklamaktadır. Marx’ın indirgeme olarak gördüğü süreç emekçi sınıfın topraktan ve üretimin diğer tüm gerekliliklerinden yani üretim araçlarından ayrılmasının derinleşmesidir. Bu anlamda söz konusu ayrımın derinleşmesi, emeğin gerçekleşmesinin koşuludur; toplumsal olarak gerçekleşen üretim, kâr amacıyla ücretli emeği kullanan sermayedarların veya yeni girişimcilerin bu emek gücüyle kurduğu ilişkinin örgütlenmiş şeklidir.
Kapitalist sistem varlığını korumak ve sürdürmek için daima pazarını canlı tutmak, bu canlılığı sağlamak için ise yıkıcı olmak zorundadır. Kapitalist pazarın günümüzde rağbet gören metası ise doğadır. Kapitalist üretim tarzının zorunlu ihtiyacı, pazarın en rağbet gören ürünü olan enerjiyi elde etmek için yarı sömürge ülkeleri hedef haline getirdi. Yarı sömürgelerin emperyalizme siyasi-ekonomik bağımlılığa sahip olması, onun bu ülkelerde doğayı talan etmekte avantajlı konumda yer almasını sağlamaktadır. Bununla birlikte anti demokratik yapıları ile birlikte bu ülkeler sömürü ve zorbalıkla vahşice gerçekleşmektedir. Anti demokratik devlet yapılanması buna tam imkân vermektedir. Siyasi ve ekonomik olarak yarı sömürge, yarı feodal konumda yer alan Türkiye’nin, içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi kriz, emperyalist talana rahatlık sağlarken yerli sermayedarlara da avuntu olmaktadır.
Doğal sermaye üzerindeki kapitalist sömürü ve doğal zenginliğin metalaşması, doğanın kapitalist-emperyalist güçlerin tahakkümü altında tutulmasına neden olmaktadır. Bu anlamda doğal sermayeye yönelen emperyalist saldırıların, siyasi ve ekonomik çelişkiler doğrultusunda geliştiği ve yarı sömürge ülkelerin bu saldırılar karşısındaki tutumlarının da var olan çelişkilerle şekillendiği gerçekliği doğa mücadelesiyle iç içedir. Yarı sömürge, yarı feodal yapı, üretim araçlarındaki (alet edevat-toprak-emekçi) ayrışmayı körüklemekle birlikte, bu ayrışmadan doğan sonuçlar emperyalist sömürüye hizmet için kullanılmaktadır. Bugün, Türkiye’deki ekonomik-siyasi krizin yarattığı sömürüye davetle birlikte, ülkelerin sahip olduğu doğa avantajını çıkarları doğrultusunda sömüren, talan eden emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileri bu gerçeklikle rotalarını bir kez daha buraya çevirmiştir. Üretim araçlarına ve emeğe yabancılaşma, yarı sömürgeciliğin neden olduğu esas olarak ranta dayalı sömürü ve sanayisizleşme, var olan doğal zenginlikler üzerinde emperyalist hegemonyanın kurulmasını sağlamıştır. Son süreçte yabancı sermayenin ve küçük yerli ortaklarının yarattığı, gizlenemeyen doğa katliamları Türkiye’deki doğa düşmanı politikaların gerçekliğini görünür kıldı. İliç’ten Munzur’a, Kazdağlarından Karadeniz’e uzanan talan pratikleri, emperyalizmin enerji kaynağı olarak gördüğü yarı sömürge Türkiye’yi kuşattığını göstermektedir.
Yarı sömürge, yarı feodal ülkelerde doğanın talan edilmesinin kaynağı ekonomik ve siyasi buhranlardır. Bu anlamda kapitalist pazarın ucuz emek olarak gördüğü ve emperyalist sömürünün rahatlıkla dolaştığı Türkiye’de de topyekûn mücadeleye karşı ‘devlet sopasının’ gösterilmesi, yabancı sermaye ve faşizmin ortaklaşa sömürüsünü doğrulamaktadır. Hâkim sınıfların enerji ihtiyacı gerekçesiyle gerçekleştirdiği doğa sömürüsüne karşı örülecek proleter direniş, yalnızca doğayı zorbaların elinden kurtarmakla kalmayacak, pazar tezgahlarını boş bırakarak kapitalist çürümeyi de görünür kılacaktır.
Kapitalizmin pazarını korumak, varlığını sürdürmek için bütünleştiği talan politikasına ve egemenlerin yardakçısı emperyalizmin yarı sömürgeler üzerindeki tahakkümüne giriş yapmıştık. Kapitalist-emperyalist sermaye üzerinde süregelen kontrolsüz müdahaleler ve izlenilen politikalar, egemenlerin ‘yıkılmaz’ sandıkları iktisadi yapıyı salladı. Son süreçte egemenlerin gizleyemediği ekonomik-politik kriz ve doğalında ortaya çıkan resesyon durumu, emperyalist saldırıları pervasızlaştırmanın yanında egemenleri, yıkılmaya karşı duydukları korkuyu saldırganlaşarak gizleme çalışmalarına itti. Mao Zedung’un ‘‘emperyalizm kâğıttan kaplandır’’ benzetmesinin güncelliğini, egemenlerin duyduğu bu korkuda görebiliyoruz. Bize düşen görev ise kâğıttan kaplanı sallandıran rüzgârı lehimize dönüştürerek mücadeleyi örmektir.
EMPERYALİSTLERİN ‘RESESYON’ KARŞISINDA YARATTIKLARI DEVİNİM
Emperyalistlerin resesyon karşısında buldukları çözümler yarı sömürgeler üzerindeki baskının ve talanın kontrolsüzce artmasını doğurmaktadır. Hâkim sınıfların da duyumsamak zorunda kaldığı ekonomik-politik kriz, proleter sınıf için dayanılmaz bir hâl aldı. Bununla birlikte yarı sömürgelerde emperyalist saldırılar doğa üzerine yoğunlaşarak, topraklar kapitalist pazara açılmaktadır. Son süreçte yarı sömürgelerde, özellikle buğday tarlalarında meydana gelen ve nedeni açıklanamayan yangınlar saldırıların somut yansıması olarak düşünülebilir.
2022 yılı içerisinde haber kaynaklarında yer alan onlarca yangın haberi bulunmaktadır. Yanan alanların tarım arazileri olması ve yangın nedeninin açıklanamaması ise halk için muamma olarak görülmektedir. Muamma olarak kalmayan gerçeklik ise, egemenlerin yarattıkları krizi, ‘iklim krizi’ ve ‘gıda krizi’ maskesi altında gizleme gayreti ile birlikte küçük tekellerin sonlandırılıp, üretimi tek elden sağlayacak kendi tekellerini kurma çabasıdır.
TÜRKİYE’DE BUĞDAY TARLALARI YANIYOR
Mersin Tarsus’ta 12 dönüm, Şanlıurfa Ceylanpınar’da 80 dönüm, Antep İslahiye’de 15 dönüm, Manisa Alaşehir’de 40 dönüm, Mardin Nusaybin’de 30 dönüm, Aydın Söke’de 80 dönüm, Mardin Kızıltepe’de 55 dönüm ve Manisa Bintepeler’de 2000 dönüm tarım arazisinin yakılması, yangınların eşgüdümlü olarak ülkenin dört bir yanına yayıldığını göstermektedir.
Tekirdağ:
– Tekirdağ’ın Marmaraereğlisi’nde 35 dönüm ekili buğday tarlası ve 15 dönüm kanola tarlası yakıldı.
– 23 Haziran’da Tekirdağ’ın Malkara ilçesinde meydana gelen bir diğer yangında ise 300 dönümlük buğday tarlası yandı.
– 30 Haziran’da yakın saatler içerisinde iki buğday tarlası yandı. Bu yangın sonucunda birinde 400 diğerinde ise 80 dekarlık alanın kül olduğu görüldü.
– 4 Temmuz’da Tekirdağ’ın Süleymanpaşa ilçesinin Karaevli mahallesinde çıkan yangında 1000 dönüm buğday tarlası yandı.
– Yine 4 Temmuz’da Tekirdağ’ın Hayranbolu ilçesinde, 130 dönüm buğday tarlası yandı.
– 5 Temmuz’da Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde, 130 dönüm bezelye tarlası ve 40 dönüm buğday tarlası yandı.
Manisa
– 1 Temmuz’da ise yangınlar Manisa’nın Yunusemre ilçesinde ortaya çıktı. Bu yangında da yaklaşık 3 hektar ekili buğday tarlası zarar gördü.
– 19 Temmuz’da Manisa Gördes’te meydana gelen orman yangının çıkış noktasının buğday tarlası olduğu tespit edildi.
– 23 Haziran’da Manisa İtfaiye Başkanlığı tarafından yapılan bir açıklamada, 1 haftada 1912 dönüm buğday tarlasının yakıldığı ifade edildi.
Kırklareli
– Kırklareli’nin Lüleburgaz ilçesine bağlı Umurca köyünde, 23 Haziran’da meydana gelen yangında 2,5 dönüm buğday tarlası yandı.
– Kırklareli’nin Lüleburgaz ilçesine bağlı Karaağaç köyünde 6 Temmuz’da meydana gelen yangında, 25 dekar buğday tarlası yandı.
– Yine 6 Temmuz’da Kırklareli’nde nedeni bilinmeyen bir yangında 55 dekar buğday tarlası yandı.
– Kırklareli merkezine bağlı Tozaklı köyünde 4 Temmuz’da meydana gelen yangında 90 dönümlük ekili buğday tarlası yandı.
Çatalca ve Silivri
– Çatalca’da 500 dönümlük buğday tarlasında çıkan yangın sonrasında hasat için buğdayın kalmadığı açıklandı.
– 5 Temmuz’da Silivri’nin Gümüşyaka mahallesinde meydana gelen yangında 100 ton buğday ve 150 dönüm buğday tarlası yandı.
Batman
– 23 Haziran’da Batman’ın Beşiri ilçesinde 200 dönüm ekili buğday tarlası yandı.
– 24 Haziran’da ise Batman’ın Kozluk ilçesine bağlı Bekirhan köyünde 1000 dönüm buğday tarlası yandı.
– Batman’ın Beşiri ilçesine bağlı Esence köyünde 5 Temmuz’da buğday tarlası yandı. Yangınlar büyük bir alana yayıldı.
Amed
– 4 Temmuz’da, Amed-Urfa kara yolu üzerinde Pirinçlik ve Tosunlu mahalleleri arasında kalan buğday ve arpa ekili tarlalarda yangın meydana geldi. 105 dönümü buğday ve 115 dönümü arpa ekili olmak üzere 220 dönüm alan yandı.
– 19 Haziran’da Amed Bismil’deki yangında 40 dönümlük ekili buğday tarlası yandı.
Gerçekleşen yangınlar, Türkiye’de ve dünyada, yukarıda belirtilenlerle sınırlı değildir. Yalnızca bazı örnekler üzerinden belirtilen yangınların her geçen gün artarak devam ettiği bilinmelidir. Türkiye’de ve dünyada 2022 yılında yaşanan yangınların büyük çoğunluğunun buğday tarlalarında meydana gelmesi ve egemenlerin ‘gıda krizi’ olarak Rusya-Ukrayna savaşındaki buğday ithalini öne çıkarması birbiri ile bağlantılı durumlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Yangınların esas nedeni somut olarak belirtilemese de, hakim sınıfların yangınlardan rahatsızlık duymadığı ve ‘gıda krizi’nin belirleyicisi olarak ısrarla üstünde durdukları buğday kıtlığına rağmen yanan buğday tarlaları için hiçbir önlem almadığı gerçekliği somut olarak önümüzde durmaktadır.
EGEMENLERİN İKİ YÜZÜ DE EMEĞİN GERÇEKLİĞİ KARŞISINDA YENİLECEKTİR!
Kapitalist-emperyalistlerin resesyon hali ve egemenlerin suçu üstlerinden atmak, sorunu kendilerinden uzaklaştırmak için başvurduğu ‘iklim’ ve ‘gıda’ krizi söylemleri var olan yönetememe sorununun boyutunu ve pratiklerindeki çelişkilerini ortaya çıkarmaktadır. Hâkim sınıflar, karakterleri gereği iki yüzlüdür ve doğalında siyasetleri de iki yüzlü olmak durumdadır. Kapitalizm çelişkilerin siyasetidir. Kapitalist-emperyalistlerin gıda krizi ile emekçi sınıfın gıda krizi arasında farklılık söz konusudur. Gıda krizi, temelinde, bireyin gıdaya ulaşamamasını ifade eder. Kapital için ise kâr için üretimin olmaması krizdir. Yani, insani koşullar ile kapitalizmin maddi koşullarının yol açtığı yabancılaşmanın yarattığı gerilimdir. Egemenlerin dillerinden düşürmediği, gıda krizinin başrolü buğday üretimi düzleminde düşündüğümüzde, kullanım değeri (insanın ihtiyacını karşılayacak ve tatmin edecek) ile değer (kapitalizmin biçtiği soyut zenginlik) arasında çelişkili bir durum söz konusudur. Sonuç olarak, buğdayın kâr için üretimi ile insan ihtiyacı için üretimi arasında bir çatışma hali vardır. Resesyon kavramı ile açıklanan ekonomik durgunluğa, küçük tekellerin üretiminin büyük sermayedarlara geçilerek hareket kazandırılmak istenmektedir. Yine egemenlerin içinde bulunduğu kriz, onların bu arzularının ölçüsüz saldırı ve talanla gerçekleştirmeye itmiştir. Kâğıttan kaplanın saldırıları emekçilerin isyanına kadardır; kağıttan kaplan proleter rüzgarın karşısında uçup gidecektir!