13 Şubat’ta, Erzincan İliç’te, Çöpler Altın Madeni’nde büyük bir felaket meydana geldi. 9 maden işçisi 10 milyon metreküp siyanürlü toprak kütlesinin altında kaldı. Tüm bölgeyi etkileyecek nitelikteki bu siyanürlü toprak felaketinin Fırat aracılığıyla tüm bölgeye yayılması söz konusudur. Geçen yıl siyanürlü su havzasındaki çatlaklardan gerçekleşen sızmanın yarattığı büyük endişe bugün çok daha büyük bir felaketle yinelenmiştir. Önlem almayan devlet önceki seferde olduğu gibi bu kez de sorumluluk almıyor!
Bir MTA emeklisine kurdurulmuş olan Çöpler Altın Madeni 2020 yılından beri ABD-Colorado merkezli SSR Mining’in bünyesindeki Anagold tarafından işletilmektedir. Anagold Madencilik de bir emperyalist tekel olan Alacer Gold bünyesindedir. Bu şirket 2010 yılında Çalık Grubu’nun ancak yüzde 20 hissesine sahip olduğu Lidya Madenciliği kurarak bugünkü felaketin sorumlularını bir araya getirmiştir. MTA emeklisi ile başlayan iş birliğinin nasıl bir uşaklık halinde devam ettiğini gözler önüne seren Çöpler Madencilik bir yarı sömürge Türkiye gerçekliğidir.
Emperyalist tekeller ucuz iş gücü yanında siyanür kullanma serbestisine, hafriyat ve taş-toprak taşımada “çok iyi iş çıkaran” müteahhit sermayesine ve bürokratik her türlü işi kolaylaştıran AKP-MHP kliğine dayanarak altın için ülkeye üşüşmüş durumdalar. Gazeteci İbrahim Gündüz’ün verdiği bilgiye göre 9 Kanadalı şirketin yanında İngiliz ve Hollandalı şirketler Madra Dağı, Kışladağ, Kozak Yaylası, Eğrigöz Dağı, Toroslar, Canik Dağları, Munzur Dağları, Kaz Dağları, Sandras Dağı (Çiçekbaba), Latmos Dağı (Beşparmak), Murat Dağı’nda siyanürle altın araması yapıyor. Bunların acentesi kompradorlar da küçük paylar karşılığında “pis işleri” üstleniyorlar.
Tayyip Erdoğan ve başına oturtulduğu klik “yerli ve milli”lik söylemiyle anti-emperyalist nutuklar atıp şovenizmi köpürtürken ülkeyi bir ahtapot gibi saran emperyalist tekellerin ihtiyacını karşılayan yasal düzenlemeler yapmakta, mevzuat yenileyerek denetimsizliği meşrulaştırmaktadır. Emperyalizmin bu “yerli ve milli” uşakları felaketlere ve iş cinayetlerine zemin sunacak şekilde Kaz Dağları’nda yüz binlerce ağacın kesilmesini, zeytinliklerin tarumar edilmesini, köylü arazilerinin/tarlalarının gasbını, denetimsizliği, ucuz ve güvencesiz iş gücünü sağlamaktalar. Türk bürokratik burjuvazisi, bağımlı karakterini gizlemek için milli gururu okşarken gerçekte hem ekonomik hem de siyasi olarak emperyalizme uşaklığı en üst düzeyde hayata geçirmektedir. Tarihsel olarak zayıf ve güçsüz sermaye yapısına dayanan ekonomik ilişkileri onu emperyalizme mahkûm kılmıştır. Erzincan İliç’te yaşanan büyük çaplı çevre felaketi, emperyalist sermayenin en verimli şekilde mayalanması için faşist diktatörlüğün sunduğu hizmetin bir sonucudur. Binali Yıldırım’dan Murat Kurum’a, üst düzey siyasi figürlerin siyanürlü altın arama işini kolaylaştırmak için ellerinden geleni yaptıklarını görüyoruz. Sınırsız ve dizginsiz yağma anlayışıyla emperyalist sermayeyi en geniş alanda mayalamak ve bereketli toprağı ucuz iş gücünü katarak sömürtmek için kurulmuş sistem bir kez daha deşifre olmuştur.
Faşist diktatörlük 100 yıl önce, yarı feodal sosyo-iktisadi temel üzerine yarı sömürge bir sistem olarak inşa olmuştur. Bu niteliğini 100 yıl boyunca da kaybetmemiştir. Tam tersine emperyalizm, palazlandıkça çürüyen sermayesiyle tüm toplumsal gözeneklere daha fazla girmiş, bürokrat-komprador burjuvaların farklı temsilcileri de emre amade konumlanmışlardır. AKP kliği ve ona eşlik eden MHP, faşizm paradigmasına yaslanarak emperyalizme bağımlılığı güncellemiştir. “Milli ve yerli” söylemi altında toplumsal bir soysuzlaşma sürecine girilmiştir.
Halk yığınları çok yönlü bir cendere içindedir. Ekonomik yıkım koşullarında halkın sefaleti büyürken ekonomik-demokratik ve siyasal temelde hak aramaya dayalı örgütlenmeler de ağır baskı altındadır. Baskı sadece şiddet biçiminde değildir. Aynı zamanda ideolojik hegemonya ve rıza üretme şeklindedir. İdeolojik hegemonyada sistemin fikirsel tesiri altındaki orta ve kimi küçük burjuva sınıfların siyasal temsilcilerinin ve entelektüellerinin çalışmaları dikkat çekicidir.
Emperyalistler Ukrayna’dan Balkanlar’a, Kafkasya’ya, Orta Doğu’dan Afrika’ya, Uzak Asya’dan Latin Amerika’ya kadar bölgesel savaşları tırmandırarak pazarlarda hâkimiyet kurma ya da bu hâkimiyeti pekiştirme mücadelesi içindedir. Çok güçlü bir silahlanma yarışı sürmektedir. Devletler arasında çatışmaların kapısının açıldığı bir siyasal-askeri yoğunlaşma söz konusudur. Özellikle Rusya ve ABD-NATO emperyalizmi arasındaki gerginlik bugün Ukrayna’da kristalizedir. Kapısındaki bu savaşla Rusya’yı oyalamayı umut edenler Ukrayna’nın parçalanmasıyla mevzi kaybettirmekteler. Rusya son olarak Donbass’da Avdeyevka’yı kopararak ABD ve müttefiklerine karşı ilerleme kaydetmiştir. Batı blokunun buna karşı Ukrayna’yı daha fazla kışkırtacağı ve Orta Doğu’daki süreci de hızlandıracağı beklenmelidir.
7 Ekim Aksa Tufanı ile oluşan yeni denklem ve Filistin’deki İsrail kıyımı bölgedeki saflaşmayı pekiştirmiştir. ABD Filistin direnişini Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye, Katar’a endekslemeyi ve İsrail’i de kattığı “sunni saf” ile İran ve bağlaşıklarını tecrit etme hesabı yapmaktadır. Rusya ve Çin sosyal emperyalizminin de böylece zayıflayacağını ummaktadır.
Bu açık kapışma ve siyasal yoğunlaşma emperyalizm uşağı bölge devletlerinde büyük çaplı askeri hazırlıkları gündeme getirmektedir. Haksız savaşa hazırlığı ezilen ulusların ve halkların mücadelesine yönelik bir düşmanlıkla şekillenmektedir. Kürt ve Filistin silahlı direnişleri egemen güçlerin siyasal-askeri ve ideolojik kuşatması altındadır. Ezilenlerin bağımsızlık arayışları ve silahlı direnişi kargış edilmekte, tecrit edilerek siyasal olarak köleleştirilmeye çalışılmaktadır.
Emperyalistler ve uşakları ekonomik ve askeri açıdan ezilen uluslara ve halklara daha büyük felaketler getireceklerini ilan etmekteler. Kitlelerin kendi bağımsız eylemleri ve programları etrafında kenetlenmesini engellemek onlar için hayatidir. Bu durum orta ve küçük burjuva sınıfların amacı belirsiz hareketlerine duyulan ihtiyacı artırmaktadır. Örgütsüz ve dağınık olan kitlelerin öfke ve tepkisinin sistem içinde tutulması, anayasalcı hayallere sürüklenmesi ancak bu şekilde olanaklı olacaktır. Halkın bağımsız eylemini köstekleme görevi bugün her türlü oportünizmindir. Ezilenlerin silahlı mücadelesi bu güçler tarafından daha güçlü kınanmakta, sınıf mücadelesinin düzeyi bu anlayışı cesaretlendirmektedir. Sistemin önlerine koyduğu sandıklar ve seçim yarışları birincil derecede önemli siyasal etkinlik olarak görülmektedir. Legal olanakları kullanmak değil legalizm batağına kendileriyle birlikte kitlelerin sürüklenmesini esaslı görev haline getirmiş durumdadırlar. İçinde bulunduğumuz ve öncesindeki tüm seçim süreçleri ve ilişkiler oportünizmin karakterini vermektedir. Lenin şunları ifade etmişti: “Tüm doğası gereği oportünist daima, sorunun açık ve kesin koyulmasından kaçınır; bir bileşke arar, karşılıklı olarak birbirini dışlayan görüşler arasında yılan gibi kıvrılır ve bu görüşlerden hem biriyle hem ötekiyle ‘hemfikir olmaya’ çabalar, bu arada görüş ayrılıklarını, küçük değişiklik önerileri, kuşkular, iyi ve masum dileklerle vs. vs. sınırlandırır.” Seçimlere kilitlenmiş tüm orta ve küçük burjuva sınıfların temsilcileri bugün bu karaktere uygun konumlanmıştır.
MLM’ler halkın yaşadığı tüm felaketleri ve sorunları temelde örgütsüzlüğe, bağımsız eylem çizgisine kavuşamamaya bağlayarak şekillenmelidir. Bu eksende iktidar sorununu ve sınıf mücadelesini temel sorun olarak tanımlamalı ve halkın kurtuluşu için savaşma bilincine kavuşmasını ekmek ve su gibi ihtiyaç duyduğu şey olarak görmelidir. Stalin yoldaşın belirttiği gibi komünistler “…tüm diğer partilerden, başka şeylerin yanı sıra, doğrudan korkmamalarıyla, ne kadar acı olursa olsun, doğrunun gözünün içine bakmaktan korkmamalarıyla ayrılırlar.” Doğru olan halkın çelişkilerinin avutulması, dizginlenmesi, sistem içinde yuvalanmasını sağlamak değil kurtuluşu için sabırla, inatla, kararlılıkla, belirsizliğe izin vermeyerek devrime yönelen bağımsız eylemi örgütlemektir.