Türk hâkim sınıfları 14 Haziran’da gerçekleşecek NATO zirvesine ve daha özelde ise Tayyip Erdoğan ve ABD lideri Joe Biden arasındaki görüşmenin sonuçlarına kilitlenmiş durumda. 23 Nisan’da nihayet Biden’dan beklenen telefonun gelmesi ve NATO zirvesine kesilen randevu sonrası aylardır bu görüşmeye odaklanma hali yaşanmıştır. Bir yandan faşist propaganda makinası “eski Türkiye’nin olmadığı”, “büyük ve güçlü bir Türkiye’nin şekillendiği”, “ABD’nin her dediğini yapan bir Türkiye’nin olmadığı” gibi içi boş bir hamaset ile şovenist kampanyalar örgütlerken diğer yandan ise “ekonominin önemli ve hassas bir süreçten geçtiği”, “ABD ile stratejik ortaklığın önemli olduğu” vurgulu resmi söylemler ve tutum oluşturulmuştur. ABD emperyalizmi ile bir süredir özellikle Ortadoğu, Akdeniz ve Kuzey Afrika bağlamına odaklanan-yoğunlaşan kriz ve gerginliğin yeni bir arayış ve dengeyi dayattığı zeminde NATO toplantısının ve Biden görüşmesinin önemli bir yerde olduğu açıktır. AKP-MHP bloğunun “milli ve yerli”lik politikası emperyalizme bağımlı zayıf sermaye yapısının belirlediği sınırlar içindedir. Bu sınırlar ise ekonominin ve siyasetin tüm hücrelerine kadar işlemiş, oradan beslenen ve gücünü alan niteliklerine içkindir. Bu bağlamda ekonominin daha sert krizler içinde olduğu, siyasal krizin derinleştiği noktada “milli ve yerli” söyleminin üstü kazındığında, emperyalistler adına daha işlevli olma, onların dağıttığı pastadan daha fazla pay alma hesabına kilitlendiği görülür.
ABD ve NATO ile oluşan gerginlik alanları tam da yönelim ve konumlanmada emperyalist politikaların daha güçlü aktörü olma mücadelesinden kaynaklanmaktadır. Biden ile görüşme de bu açıdan önemlidir. ABD emperyalizmini sınır çizgilerine kadar zorlayarak ve onlar için daha işlevli bir politika üretme iddiasının zayıfladığı ve yepyeni çelişkiler yarattığı krizli yapının nasıl ilerleyeceğine dair kaygıların üst boyuta çıktığı bir süreç yaşanmaktadır. NATO’nun bir parçası olma, Türkiye sınır güvenliğinin aynı zamanda NATO sınır güvenliği olduğu vurgularının en üst perdeden ve güçlü yapılmasının nedeni de budur. AB ve ABD ilişkilerinin yeniden daha güçlü ve sağlam bir ittifak arayışına odaklandığı, NATO’nun bu anlamda 2010 Lizbon Konsepti’nde belirtilen tehditlere karşı daha güçlü ittifak ve daha etkin “yönetişim” anlayışının on yıl boyunca aşınan yapısını yeniden sağlamaya yöneldiği görülmektedir. Bu durum NATO’nun Doğu Avrupa’dan Balkanlar’a, Akdeniz’den Kuzey Afrika’ya, Ortadoğu-Kafkaslar’dan Afganistan ve Uzak Asya’ya kadar on yıllık süreç boyunca hangi rotada hareket edeceğini belirleyecek bir yol haritası tartışmasını, bir nevi Batılı emperyalist blok arasında güven tazeleme ihtiyacını doğurmaktadır.
Burada belirleyici olan güç hala ABD’dir. Bu güçler arasındaki çelişkilerin hafifletilmesi ve Rusya-Çin ekseni ile mücadelenin keskinleşmesi yönelimi tartışılmaktadır. Yarı-sömürgelere düşecek görevlerin, onların alacağı rolün ise bu yönelim içinde ortaya çıkacağı bir süreç yaşanmaktadır. Haziran 2021 NATO toplantısı ‘NATO 2030: Yeni Bir Çağ İçin Birliktelik’ başlığı altında hazırlanmış bir taslağın ve yönelimin de tartışmasıdır aynı zamanda. Türk hakim sınıflarının bu toplantı öncesi Kürdistan’ın üç parçasındaki saldırganlığa daha fazla boyut katması ve bölgede etkinliği pekiştirme çabası; Mısır başta olmak üzere bölge ülkeleriyle yıpranan ilişkilerin yeniden kurulmaya çalışılması ve Libya üzerinden elindeki kartları pekiştirme hamlesi; Akdeniz havzasındaki hamleleri ve devamında atmak zorunda kaldığı geri adım; Afganistan’da “ABD adına konumlanmaya amade olunduğuna” dair Hulusi Akar’ın verdiği mesajlar; Kafkasya ve özelde Dağlık Karabağ savaşında etki alanını ispatlama hamleleri bir sürecin etkin öznesi olma çabasıdır. Bu eksende emperyalistler arası çelişkilerden faydalanarak kendini pazarlama yöntemi ve yer yer attığı adımlarla kilitlenmeye ve krize yol veren konumlanışı ile geleceğe dair hazırlıkları örgütlemiştir. Ancak gelinen noktada ABD emperyalizmi ile oluşan kriz ve çelişkilerin Türk hâkim sınıflarının bağımlı yapısı düşünüldüğünde sürdürülmesi olanaklı değildir. Dün “milli ve yerli”, “güçlü ve bağımsız devlet politikası” adına savunulan, kitlelere şovenizmi zerk ederek atılan bir dizi adımın yeni biçim alma ve geri adımları içerme eğilimi belirgindir. Zira ekonomik ve politik kriz cenderesi içinde, askeri saldırganlık politikası ve elinde bulunan bölgesel enstrümanların pazarlık gücünü de kullanarak ABD emperyalizminin yöneliminde daha güçlü bir aktör olma misyonunu koparma mücadelesine içkin şekilde boyun eğme ve verili çelişki ve krizi çözme isteği taşıdığı açıktır. Bu ise bir süreç boyunca hem iç politikada hem de dış politikada hayata geçirilecektir.
FAŞİZMİN KRİZİ VE YOZLAŞMA, HALKA VE KÜRT ULUSUNA BASKI VE ZULÜM
Faşist AKP-MHP bloğu ve bir bütün Türk hâkim sınıflarının politik krizi, iç parçalanmışlığı artık sadece siyasal boyutun ötesine geçmektedir. Komprador-bürokratik sermaye güçleri, onların uzantıları, sermayenin el değiştirmesi ve palazlanma ilişkileri ve bir boğazlaşma noktasına geldiğinin açık edildiği ve mücadelenin daha açık yürüdüğü bir aşamaya geçilmiştir. Sedat Peker açıklamalarıyla devlet içindeki, siyasal temsilciler arasındaki parçalanmanın ve yönetme sorununun boyutu daha fazla görünür olmaktadır. Var olan parçalanmada belli güçlerin “kaybetme” korkusu ve endişesi onları geçici olarak bir araya getirse de diğer yandan ekonomik krizin durdurulamayan istikrarı bu birleşmeleri sabote eden bir etki yaratmaktadır. Hem faşist blokların birbiriyle kapışması hem de iç klik mücadelesi açık ve örtülü ayrışmalar, birleşmeler, paslaşmalar ve yorucu bir rekabet içinde sürmektedir. Her bir kliğin diğeriyle temas ettiği, ilişki ve arayış içinde olduğu saçaklı ve katmanlı bir kriz halidir yaşanan. Bu krizin sertleşmesinin kaçınılmaz olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Çeşitli biçimlere bürünen ayrışma ve birleşme eğilimleri bu sürecin bir parçasıdır. Bu süreç aynı zamanda örtülü kalan gerçeklerin de açığa çıkma süreci olmaktadır.
Bu, halkta büyüyen bir öfke ve tepkiye dönüşmektedir. Ancak bu öfke ve tepkinin, kitlelerin dağınık ve örgütsüz yapısı nedeniyle, faşist klikler tarafından manipüle edilerek kitlelerin kendilerine yedeklenmesi, sistemin dizaynı için kullanılması ve etkisizleştirilmesi, kitlelerin umutlarını ve beklentilerini faşist kliklere bağlamasını da getirdiği görülmelidir. Bu tabloda, Türk hâkim sınıflarının halk yığınlarına, onların örgütlü güçlerine, işçi ve emekçilerin hareketine ve de Kürt ulusal mücadelesine ve dört parça Kürdistan’a yönelik saldırıları hız kesmemektedir. Halkın, hak arayışı, talep ve istemleri bir yandan baskıyla sindirilirken diğer yandan “şovenizm” politikası tırmandırılarak felç edilmeye çalışılmaktadır. Halk yığınlarının en temel geçim ve yaşam koşulları daraltılırken siyasal özgürlükleri, demokratik hakları, sosyal güvenceleri gasp edilirken bunun bir kaçınılmazlık ve “kader” olduğu yalanlarla ve etkili ideolojik aygıtlarla benimsetilmeye çalışılmaktadır. Buna yönelik her tepki “terör”, “darbe”, “vatan hainliği” parantezine alınmakta, devletin faşist sopası gecikmeksizin devreye girmektedir. İşçi grevlerinde ve direnişlerinde, çevre hareketinde, kadın mücadelesinde, ifade özgürlüğü ve demokratik talepli hareketlerde bu kendisini göstermektedir. Kürt hareketine yönelik saldırılar burada özel bir yerde durmaktadır. Zira legal siyaset hakkının dahi tanınmaması, HDP kapatma davaları ile HDP bürolarının rutin baskınlara uğraması ile bu sürdürülmektedir. Askeri saldırı ise sadece T. Kürdistanı’nda değil Kürt Ulusal Hareketi’nin olduğu her alanda işgali de içerecek şekilde sürmektedir. Bu anlamda Kürtlere “ya kölelik ya ölüm ve zulüm” seçeneği sunulmaktadır.
Faşist devletin klikleri arasındaki çok katmanlı mücadele ile halka ve ezilen tüm toplumsal güç ve katmanlara yönelik saldırganlık adeta doğru orantılı sürmektedir. Bu durum sınıf mücadelesi için geniş olanaklar, etkin bir hareketin de zemini anlamına gelmektedir. Memnuniyetsizliğin, var olan biçimiyle yönetilmek istememenin kitleler için harekete geçme isteğini güçlendireceği açıktır. Bu hareketin bir patlama ile gerçekleşmesi beklentisi, bilinçli ve örgütlü güçler için felç edici bir politik atalet olacağı görülmelidir. Kitlelerin kendiliğinden hareketiyle daha güçlü birleşmek, onların harekete geçme isteğini cesaretlendirmek ve örgütlemek, tüm alanlarda yoğun ve enerjik bir pratik ve mücadele hattı belirlemek sürecin öne çıkardığı ihtiyaç olarak kavranmalıdır. Bu kavrayış oluşan ya da mayalanan hareketlerin içinde ileriyi temsil eden proleter devrimciler için kitlelerin mücadelesinin sınırlanmasına karşı ufuk kazanan ve iktidar bilinciyle donanan zengin bir çalışma zemini olacaktır. Bunu bilince çıkarmak, militan bir hatta olana ve dayatılana mahkûm kalmamak, toplumsal çelişkilerin sertliğine paralel savaşın çelişkilerini yöneten ve çelişkilere yönelen yapısına göre konum almak ve pratiğin içinde öğrenerek yürüyüş ve örgütlenme temposunu belirlemek gerekmektedir. Bu görevi kavrayarak canlı, dinamik bir örgütsel konumlanma, kitle çalışması ve buna uygun devrimci çalışma tarzı benimsenmelidir.