Tarihsel bağlamda zor aracı olarak silah, sınıflı toplumla birlikte yeni bir boyut kazanmıştır. Silah kendini koruma-savunma ve avlanma aracı olmaktan çıkıp, maddi üretimin gelişmesine paralel özel mülkiyetin korunmasına, bir sınıfın diğer sınıf üzerinde tahakküm kurma aracına dönüşmüştür. Kapitalist sistemle birlikte silahlanma devasa bir boyuta ulaşmıştır. Kapitalist sermaye birikiminin artmasına paralel dünya pazarına açılma, sömürge alanları yaratma ihtiyacı silahlanmayı zorunlu kılan maddi zemindir. Bu zorunluluk, burjuva ideoloğu ekonomist Keynes tarafından “kapitalist ekonominin durgunluğu yerini sürekli bir savaş ekonomisine bırakmalıdır” şeklinde teorize etmiştir. Nazi faşizmi döneminde Alman sermayesinin sloganlarından birinin “tereyağı yerine tank” olması, silahlanmanın kapitalist sistem açısından ne anlama geldiğini yalın bir şekilde özetlemektedir.
Emperyalist kapitalist sermaye durmadan büyüyüp birikim sağlamadan, buna paralel yeni pazar alanları zaptetmeden yaşayamaz. Ancak bu pazarlar sonsuz değil, sınırlıdır. Bu sınırlı alanları ele geçirmek adına emperyalistler arasında çılgınca bir rekabet bu sistemin karakteristik özelliğidir. Ve bu rekabette ekonomik güç belirleyici olsa da onu destekleyecek askeri güç olmadan hakim güç olmak ve pazar alanına sahip olmak mümkün değildir. Özellikle emperyalistler arası güçler dengesinin değişmeye başladığı dönemlerde bu rekabet daha da keskinleşir ve askeri güç-silahlanma daha da önem kazanır. Bu sistemde pazar paylaşımı tamamlanmıştır ve bu paylaşım savaşlarla yapılmış, ekonomik ve askeri olarak gücü olan, hakim güç olmuştur. Ancak kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası gereği güç dengelerinde değişim yaşanır. Bu değişim başladığında ise pazarların paylaşımı yeniden gündeme gelir. Önceki paylaşımda az payı olan, lakin güçlenen emperyalist daha fazla pay istemeye başlar. Aslan payını almış olan fakat giderek zayıflayan emperyalist ise hakimiyetini korumak için tüm gücünü kullanır. Haliyle emperyalistler arası çelişkiler iyice keskinleşir ve bu çelişkilerin çözümü noktasında paylaşım savaşından başka seçenek kalmaz. Dolayısıyla ekonomik gücünü askeri gücü ile pekiştirmeyen bir emperyalistin hegemonya mücadelesinde “başarı” şansı imkansıza yakındır. Yani emperyalist rekabette askeri güç-silahlanma gittikçe artan bir öneme sahiptir. Tam da bu sebeple silahlanma emperyalist rekabetin kaçınılmaz sonuçlarından biridir.
Rus ve Çin emperyalizmi, ABD hakimiyetindeki birçok pazara sızmakta, ekonomik, siyasi ve askeri nüfuzlarını geliştirmektedirler. Dünya hakimiyetini korumak isteyen ABD ise stratejisinin merkezine Rus ve Çin emperyalizmini geriletmeyi koymuştur. Zayıflamasına karşın hâlâ birçok alanda başat güç olmanın avantajıyla rakiplerine karşı ticari savaşlarında ekonomik yaptırımları devreye koymuştur. Lakin tüm bu yöntemler güçler dengesindeki değişimi durdurmaya yetmiyor. ABD zayıflamaya, Rusya ve Çin güçlenmeye devam ediyor. ABD’nin güç kaybı emperyalistler arası çelişkilere “çözüm” bulunmasını da zorlaştırmıştır. Haliyle emperyalistler arası güç mücadelesi hemen her alana sıçramış, çok da uzakta olmayan bir gelecekte yeniden paylaşım savaşı ihtimalini artırmıştır. Bu durum emperyalistlerin askeri güçlerine olan ihtiyacı da artırmaktadır.
Bu doğrultuda emperyalistler uzun vadede nihai kapışmaya hazırlanmak, orta ve kısa vade de rekabette elini güçlendirmek adına silahlanmayı her geçen gün artırmaktadırlar. Askeri güç olarak diğer emperyalistlerin önünde olan ABD aynı zamanda silahlanma harcamalarında da ilk sırada yer alıyor. 2018 yılında ABD emperyalizmi 650 milyar dolarla askeri harcamalarda açık ara birinci olmuştur. Kuşkusuz ki bunun tek nedeni silahlanma değildir. Savunma sanayinin ABD ekonomisi için payının büyük olması da dikkate alınmalıdır. 2. Emperyalist paylaşım savaşından bu yana ABD’nin hakim güç olması ve bu gücünü korumak için askeri gücü önemli bir yere sahiptir. Yüzü aşkın ülkede bulunan binlerce askeri üssü, yüzbinlerce askeri ile ABD dünyayı ahtapot misali sararak dünya jandarmalığı yapmaktadır. Yarım asırlık dönemde hem rakiplerine hem de ezilen dünya halklarına kendi çıkarları için gerekli plan ve politikaları dayatmaktadır. Dolayısıyla bugün emperyalist dalaşın keskinleştiği süreçte ABD’nin askeri gücüne olan ihtiyacı da artmıştır. Diğer emperyalistlerin askeri teknolojilerindeki gelişmelere paralel, onların erişemeyeceği bir askeri güç olmaya çalışıyor. Silah sınırlandırma anlaşmalarından (ABD-Rusya arasında imzalanan orta menzillik füze üretimini sınırlayan gibi) çekilmesi, Uzay Komutanlığı kurması bu politikanın bir parçasıdır.
Hegemonya mücadelesinde 2018 yılında ABD’den sonra silah harcamalarına en çok pay ayıran emperyalist güç 250 milyar dolar ile Çin’dir. Çin yeni nesil füze, uçak sistemleri geliştirmektedir. Çin, ABD ile arasındaki askeri güç farkını kapatmak istemektedir. Ki bu noktada ciddi ilerleme kaydetmiş durumdadır. Bunu hem olası bir emperyalist savaşa hazır olma hem de ele geçirdiği pazarları koruma amacıyla zorunlu da görmektedir. ABD’nin askeri gücünü daha fazla öne çıkarmaya başlaması Çin açısından bu zorunluluğu artıran bir etkendir.
Diğer yandan silahlanma yarışında ABD ve Çin kadar Avrupalı emperyalistler ve Rusya da bu yarışın önemli bir parçasıdır. Avrupalı emperyalistler ABD’nin hegemonyasının gerilemesini fırsata çevirerek nüfuz alanlarını genişletmek istiyorlar. Ekonomik alandaki güce karşın askeri alandaki yetersizlik emperyalist rekabette etkinliklerini azaltıyor. Bu zayıflığını gidermek adına ABD’ye olan askeri bağımlılıklarını da azaltmaya çalışıyorlar. Bu doğrultuda bir yandan Fransa ve Almanya liderliğinde NATO’dan bir Avrupa ordusu kurmayı hedefliyor. Buna paralel askeri harcamalarını da artırıyorlar. Silahlanma yarışı emperyalistlerle sınırlı değildir. Yarı sömürge ve bağımlı kapitalist devletler de silahlanmaktadır. Örneğin Suudi Arabistan, Brezilya ve Hindistan gibi ülkelerin askeri harcamaları neredeyse Fransa ve Rusya gibi emperyalistleri yakalamıştır. TC’nin de aralarında bulunduğu bir çok yarı-sömürge devlet S-400 gibi gelişmiş silah sistemlerine erişmeye çalışıyor. Elbette ki emperyalistler hem silah sanayilerinin kâr oranlarını yükseltmek hem de rakiplerine karşı mücadelede bu ülkeleri etkin bir biçimde kullanmak maksadıyla silahlanmaya teşvik etmektedirler. Bu ülkeler emperyalizme bağımlılığı artırma pahasına, ezilen halkların yoksulluk, sefalet içinde yaşamasına rağmen milyar dolarları silaha yatırmaktadırlar. Yarı-sömürge ve bağımlı kapitalist devletler Emperyalist rekabette daha fazla rol koparmak ve emperyalist sömürü ve talandan daha fazla pay almak adına efendilerinin bu teşviklerini büyük bir istekle yerine getiriyorlar.
Emperyalist haydutlar ve işbirlikçileri ezilen dünya halklarını sömürerek elde ettikleri azami kârı, yine halka büyük acılar çektirecek, kanını akıtacak, birbirine kırdırtacak savaş ve savaşlar için silahlanma yarışını gün geçtikçe büyütüyorlar. Kimi liberal, reformist çevreler “büyük kaygı” duydukları bu olguyu birkaç faşist ve “çılgın” liderin üzerine yıkarak sorunu özünden koparmaya çalışıyorlar. Yukarıda da vurguladığımız gibi bu olguyu-sorunu doğuran bizzat sömürücü sistemdir. Biz, her ne kadar silahlanmanın emperyalist rekabetteki görünümünü ele almış olsak da sorun başlı başına bir analizi gerekli kılacak derecede boyutludur. Dünya ezilen halkları açısından da en büyük tehditlerden biridir. Nitekim atom bombası gibi kitle imha silahları da yeni teknolojik gelişmelerle üretilmektedir. Bu kapitalist-emperyalist sistem altında yaşadığımız müddetçe halklar bu tehdidi yakından hissetmeye devam edecektir.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 17 Ekim 2019 tarihli 46. sayısından alınmıştır.