Koronavirüs salgınının ilk günlerinden itibaren, salgının dünya ekonomisine ve özelde yarı-sömürge ekonomilere etkisinin yıkıcı olacağı vurgulanıyordu. TC Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın salgınla ilgili ilk ‘halka seslenişi’nde “üretim, fırsat ve patronlara destek” açıklaması yapması da bu durumla ilgiliydi. Kuşkusuz sadece Erdoğan değil tüm devletler ileride kendilerini neyin beklediğini öngörmekte gecikmedi. Fakat her ülkenin ekonomik koşulları, halkın refah, bilinç ve örgütlenme düzeyi aynı değildi. Doğal olarak bazısı açıkça ve elindeki sopa gücüyle uygulayacağı halk düşmanı ekonomik politikayı ortaya koyarken bazısı ise olabildiğince “tedbirli” bir biçimde bunu yaptı. Ancak adım adım “salgın” ve “tedbir” kelimelerinin arkasına saklanan ekonomik gerçekler kendini ele vermeye başladı.
FAŞİZMİN “ANTİ-KAPİTALİZM” DEMAGOJİSİ
Ülkemizde yönetimdeki AKP/MHP Bloğu son günlerde “kapitalizm, neoliberalizm, piyasa” karşıtı söylemler benimseyerek yeni bir taktiği uygulamaya koydu. Güya hükümet salgına piyasa mantığıyla bakmıyor, her şeyi vatandaş için yapıyordu ve bu yüzden TC’ye karşı ekonomik bir komplo kuruluyordu. “İç ve dış düşmanlar” ise bu komplonun uzantılarıydı vs. Önce Devlet Bahçeli bir çırpıda “fabrikaların çarklarının dönmesi için insanlar çalışmalı, Merkez Bankası’nın rezerv miktarı düşmüş, enflasyon, bütçe açığı, işsizlik yükselmiş demenin ne manası var” dedikten sonra ‘piyasa fetişizmi, kâr, fayda’ “eleştirileri” getirip anti-kapitalist rollere büründü. Ardından ise AKP Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş, “Türkiye’de önceden neoliberal iktisadın acımasız kuralları içerisinde hareket ediliyordu” diyerek ‘dünyanın her neresinde pahalı bulursak oraya satarız, dünyanın neresinde ucuz bulursak oradan alırız’ şeklinde ifade ettiği neoliberal tezlere “eleştiri” getiriyordu. Ve yine o da ekonomik komplo teorilerine sığınıyordu.
Sanki neoliberal politikaları en acımasız biçimde uygulayanlar kendileri değilmiş, işçilere grev yaptırtmadık diye övünen, her yıl binlerce işçiyi daha fazla kâr için katleden, salgında bile işçilere işsizlik ve açlık tehdidiyle zorla çalışma dayatan, hemen her konuda piyasaya tapan ve emperyalist sermayeye onursuzca kölelik yapan kendileri değilmiş gibi demagoji ve ikiyüzlülükte sınır tanımıyorlar. Patates, soğan, karpuz üreticilerinin ürünleri elinde kalmışken, üretici köylüler banka ve şirketlerin insafına terk edilmişken tam da salgın günlerinde bu ürünleri başka ülkelerden ithal eden kendileri değilmiş gibi “neoliberalizmin acımasız kurallarından” bahsetmek ancak böylesi faşist ve rezil yönetimlere özgü bir davranış olabilirdi. Bütün bu ekonomik demagoji ve komplo teorileri ancak şunu göstermektedir ki ülke egemenleri kendilerini bekleyen tehlikeyi adım adım iliklerinde hissetmekte, işçi sınıfı ve halka dönük saldırılara psikolojik hazırlık yaratmaya çalışmaktadırlar.
EKONOMİ HIZLA GERİLİYOR ve İŞSİZLİK ARTIYOR
Ülkemiz egemen sınıflarını korkutan tabloyu ortaya çıkan ekonomi verileri üzerinde de görmek mümkün. Dolar 7,26 seviyesine çıkarken genel olarak döviz kurları yükseldi ve TL değersizleşmeye devam etti. Merkez Bankası para rezervleri özellikle döviz rezervleri eriyerek dövizin ülke dışına çıkışı arttı. Yüksek dış borç ve dış ticaretin dövizle yapılıyor olması ticaret açıklarını yükseltirken dövize bağımlılığı ve TL’deki değersizleşmeyi daha da artıran bir sonuç doğurdu. Emperyalist sermayeye olan bağımlılık nedenlerin sonuç, sonuçların neden olduğu bir girdap halinde ekonominin tüm alanlarına kötü etkiler yapmakta gecikmedi. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) bankaların yurtdışındaki bankalarla işlemlerini sınırladı, onlarca ithal ürüne yüzde 30 ek vergi getirildi, imalat sektörü ihracat endeksi Nisan ayında 19,1’ e geriledi* ve yine Nisan ayında enflasyon on iki ayın ortalamasına göre yüzde 12,66 artış gösterdi. Üretim, ticaret ve tüketim oranlarında her alanda ciddi düşüşler baş gösterirken hükümetin üretimi devam ettirme politikasının ekonomiyi ayakta tutmaya yetmediği görüldü. 2020’nin ilk çeyreğinde kredi kartı kullanımı geçen yıla göre yüzde 16,5 düşüş gösterdi. AVM’lerin tekrar açılmasına dönük kararda olduğu gibi tüketimin de devam etmesi için “normalleşme” politikası hayata geçirilmeye başladı.
Söz konusu ekonomik tablonun işçi sınıfı ve halka yansımaları ise daha ağır oldu. Takibe düşen kredilerde yüzde 60’a yakın bir artış gerçekleşirken her alanda zamlar, vergiler ve fiyat artışları kendini gösterdi. Merkez Bankası gıda fiyatlarındaki artışı salgın, vergiler ve dövizdeki artışa bağlarken bu konuda uygulanan ekonomi politikalarının rolünü ise görmezden gelmeyi tercih etti. Küçük işletmeler ve esnaf hiç olmadığı kadar iflas ve kapanmalarla karşı karşıya kalırken en ciddi rakamlar kendini işsizlik noktasında ortaya çıktı. Salgının etkilerinin daha sınırlı olduğu Şubat ayı işsizlik rakamları TÜİK gibi güvenilmez bir kurumun açıklamalarında bile yüzde 13,6 seviyesine yükseldi. Aynı verilerde genç işsizlik ise yüzde 24,4 gerçekleşti. Sendikalar artan açlık ve yoksulluk rakamları açıklarken salgının etkilerinin 7-8 milyon yeni işsiz yaratabileceğini belirtiyorlar. İş-Kur kendisine başvuranlara iş bulamazken İş-Kur üzerinden işe yerleştirilenlerde ise yüzde 75 azalma oldu. TÜİK ise İş-Kur ve SGK verilerine rağmen işsizliği daha düşük gösterme telaşına düşerken işsizliğin yüzde 25’leri bularak bir tsunamiye dönüşeceği tartışılmaya başlandı.
Mart ve Nisan aylarında 533 bin kişinin işsizlik sigortasına başvurduğu, Şubat’ta 118 bin olan başvuru sayısı Nisan ayında 312 bin rakamına ulaşmıştır. bu da göstermektedir ki işten çıkarmanın “yasaklandığı” 17 Nisan’a kadar en az 533 bin işçi işte çıkarılmıştır. Mart ve Nisan aylarında işten çıkarılan işçi sayısı ise en az 1 milyon civarında tahmin edilmektedir. Bu arada İşsizlik Sigortası Fonu’nun toplam varlığının 132 milyar olduğu, bu fondan kısa çalışma ve işsizlik ödeneği olarak işçilerin çok az yararlandığı (4,8 milyar) ve çok daha fazlasının patronlara teşvik (6,5 milyar) olarak sunulduğu da ortaya çıktı.
BAĞIMLI ÜLKELERDE TSUNAMİ ETKİSİ
Almanya, Fransa, İtalya, İspanya, Hollanda, Belçika gibi AB ülke ekonomilerinin koronavirüs salgını nedeniyle yüzde 7,4 düzeyinde küçülme yaşanacağı belirtilirken bunun yarı-sömürge ekonomilere etkisinin daha büyük olması ise kaçınılmaz. Bunun temel nedeni emperyalist sermayeye olan bağımlılıktır. Salgının kapitalist-emperyalist ülkelerdeki ilk ve temel yansıması kendi ülke ekonomisini ve şirketlerini korumak, bu amaçla daha yüksek oranda sermayeyi ülkesinde tutmak şeklinde oldu. Yarı-sömürge ekonomileri etkileyen fırtınanın ilk ve temel nedenini her zaman olduğu gibi dışarıdan sermaye akışının azalması oluşturuyor.
Türkiye özgülünde özellikle 2001 krizinden 2013’e kadar yabancı sermaye akışına bağlı olarak sağlanan ekonomik canlılık enflasyonu kontrol altında tutabilme ve TL’nin değersizleşmesinin önüne geçebilme olanağı sunuyordu. Ancak 2013’ten itibaren bu olanak her geçen zaman azalmış “döviz-faiz kıskacı” olarak da adlandırılan bir birikim modeline geçilmişti. Ekonomiyi canlandırmak için faizler düşürülmüş, bu her yapıldığında ise döviz karşısında TL değersizleşmek zorunda kalmıştı. Koronavirüs salgınıyla birlikte TL dördüncü kez büyük çaplı değersizleşme yaşayarak yüzde 20 değer kaybetmiş oldu. Ekonomistler tarafından salgının ortaya çıkaracağı ekonomik krizin Türkiye için 2001 ve 2008 krizinin toplamından daha boyutlu olduğu belirtilmektedir. Sermayenin salgınla birlikte dünya çapında merkezileşme eğilimi ve daha “güvenilir” ülkelere kaçışı artarak devam edecektir. Bu noktada gözler esas olarak ABD ve dolara odaklanmakta ve birçok ülke “dolar kıtlığı” ile sarsılmaya başlamaktadır.
Türk hâkim sınıflarının “güçlü devlet”, “büyük ekonomi”, “salgına karşı başarı”, “diğer ülkelere yardım” gibi söylem ve propagandalarının temel bir sebebi emperyalist sermaye için “güvenilir” ülke imajı yaratabilmek başka bir deyimle sermaye dilenmekti. Ekonomik olarak yaratılmak istenen imajın bir diğer ayağında ise politik istikrarı yani işçi sınıfı ve halk üzerindeki kontrolü koruyabilmek oluşturuyor. Çünkü salgının ilerleyen günlerde daha da açık hale gelecek etkileri ekonomiden iç ve dış politikaya kadar hemen her bir konunun birbirlerini zincirleme etkileme potansiyeli bulunuyor. Ancak egemenlerin “iç-dış düşman”, “ekonomik komplo” söylemleri göstermektedir ki TC’yi şimdiden ekonomik tsunami etkisinin korkusu sarmış durumdadır.
Kuşkusuz egemenlerin yaşadığı korkunun ve ödeyecekleri faturanın asıl bedeli işçi sınıfı ve halka ödetilecektir. Bunun anlamı hastalanma ve ölüm pahasına daha fazla sömürü, on milyonlarca insanın işsizlik ve açlıkla yüzleşmesi ve bu politikaların hayata geçebilmesi için politik baskının yoğunlaşması demektir. Bugün ortaya çıktığı gibi halka dönük faşist demagoji ve komplo teorilerinin daha fazla üretilmesi, ekonomik-politik çelişkilerin gizlenmesi için gündem saptırmaya dönük uygulamalar ve saldırılar yoğunlaşacaktır. Önümüzdeki dönem komünist ve devrimcilerin politik uyanıklık, öngörü ve pratik ataklığı yoğunlaştırması gereken bir dönemdir. Ortaya çıkan çelişkileri ve yoğunlaşan saldırıları halkı bilinçlendirme ve örgütlemenin bir fırsatına dönüştürmek, hâkim sınıfların uyguladığı her politikanın çelişki ve boşluklarından yararlanmak, gelişmelerin seyrine göre politik ve örgütsel manevra yeteneğini güçlendirmek ve en önemlisi her bir adımını sınıfsal çelişkileri güçlendirme perspektifiyle atmak daha büyük önem kazanmaktadır.
*İhracat endeksinde eşik değer 50 olarak kabul edilmektedir. 50’nin altı bozulma; üstü ise iyileşme olarak değerlendirilmektedir.
**Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 14 Mayıs 2020 tarihli 61. sayısından alınmıştır.