Emperyalist-kapitalist sistemin 2008 ekonomik krizi sonrası, krizin faturasını yıktığı yarı-sömürgelerde ya hakimiyet alanlarını güçlendirme yada rakiplerinin hakimiyetini kırmaya yönelik hamlelere girişmişlerdi. Henüz yeni bir dünya savaşını göze alacak durumda olmamalarının etkisiyle, bölgesel savaşa yönelmiş ve bu yöndeki hiç bir fırsatı kaçırmamıştı. Bu konuda özellikle 2009’da başlayan ve krizin yarattığı bir öfke olarak okunması gereken “Arap Baharı”, emperyalistlerin derdine adeta bulunmaz bir Hint kumaşı gibi derman olmuş ve önderliksiz olan halk isyanlarına her biri kendi çıkarları gereği önderlik hamiliğine soyunmuşlardı. Bu sürece daha çok siyasi hamlelerle müdahil olan emperyalistler, “Arap Baharı”nın sıcaklığını Ortadoğu’da ve özellikle Suriye coğrafyasında hissettirmesiyle askeri sahada daha aktif olmaya başladılar. Kuşkusuz süreç tam bir kaos halinde ilerlerken Suriye Kürdistanı’nda DAİŞ’e karşı YPG’nin önderliğinde Kürt ulusunun direnişi dönüm noktalarından birisi olmuş ve hemen herkes yönünü buraya çevirmiştir. DAİŞ’den düşürülen her mevzi Kürtlerin sahada güçlü bir özne olmasını sağlamıştır.
Bugün gelinen aşamada da emperyalistler yeni bir kriz sürecini yönetmeyle başbaşalar. Elbette ki kapitalizmin genel karakteri gereği bu süreci; kendi cephelerinden en az hasarla, halkların cephesinden ise en ağır sonuçla bitirmeyi hedeflemektedirler. Emperyalist-kapitalist sistemin küreselleşme adı altında pazarladığı neo-liberal politikalar gelinen aşamada kitleleri açlık ve yoksulluğun girdabına mahkum etmiştir. Sistemin saldırılarına güçlü bir karşı koyuş pratiği sergileyecek komünist, devrimci öznelerin zayıf olması, kitleler nezdinde kabaran bu öfkelerin sistem içine kanalize olmasına yol açmaktadır. Dünya genelinde faşist politikalara dayalı partilerin yükselişi hızlı bir şekilde artmaktadır. Bu parti ve örgütlerin yükselişi kuşkusuz emperyalist-kapitalist sistemin krizlerinden bağımsız ele alınamaz. Son yıllarda faşist yapıların artışının esas nedenlerini burada görmemiz mümkün. Bunun en son örneği Brezilya’da seçimleri kazanan ve faşist politikalarıyla öne çıkan Bolsonaro kişiliğinde ortaya çıkmıştır.
Neo-nazi olarak adlandırılan bu partilerin popülist bir söylem geliştirerek halkın desteğini kısa sürede kazanması şaşırtıcı değildir. Zira faşizm, geliştirdiği şoven ve ırkçı politikalarla halk yığınlarının içinde olduğu mevcut durumun sorumlusu etnik, dini vb. farklı kimlikler üzerinden tanımlayarak kolayca örgütlenebilmektedir. Avrupa örneğinde olduğu üzere, ücretlerde yaşanan düşme ve sosyal hakların kısıtlanması gibi gelişmeler karşısında faşizmin tipik söylemi, iktidardaki burjuva partilerin uyguladıkları göçmen politikası olduğu şeklindedir. Ayrıca kitlelerde bu tür eğilimlerin gelişmesi, farklı düzen partilerin de bu kullanışlı maskeyi takma yarışı içine girdiğini göstermektedir.
Türkiye’nin ise sosyo-ekonomik yapısından, ayrıca çok uluslu yapısından kaynaklı faşist politikaların zorunlu olmasını doğurmaktadır. Son dönemlerde yerli ve milli söylemler altında geliştirilen şovenist politikaların esas dayanağı ülkenin bu gerçekliği olmakla beraber, emperyalizme olan bağımlılığından dolayı kimi dönemlerde emperyalist politikalar doğrultusunda biçimsel burjuva demokrasi kılıfına girdiği de görülmektedir.
“DEVLETLİ GÖZÜ PERDELİ OLUR”
Uzunca süredir dillendirilen ekonomik kriz, yavaş yavaş kendisini yaşamın her alanında hissettirmeye başlıyor. Döviz kurundaki gelişmeler, yıllık enflasyonun %20’lerde seyretmesi, konkordato ilanları gibi ekonomik göstergeler, krizin boyutunu göstemektedir. Türk hakim sınıflarının temsilcileri ise bir yandan kriz olmadığını, diğer yandan ise krizin sebeplerini kendilerinden bağımsız bir şekilde gösterme gayreti içinde olduğu görülmektedir. Manipülasyon konusunda sicili oldukça “başarılı” olan iktidar partisi; dış mihraklar, üst akıl gibi söylemlerle bilinçleri bulanıklaştırma çabasındadır. Önceki süreçlerden de deneyimlediğimiz gibi egemenler siyasi, ekonomik vb. krizleri kendileri için fırsata çevirebilmektedir. Devrimci ve demokrat kesimlerin zayıf olması, halk yığınlarının içinde etkinlik gösterilememesi, egemenlerin manipülasyonlarının karşılık bulmasına yol açmaktadır. Nitekim devrimci öznelerin bulunmadığı ve boşbıraktığı alanlar egemenler tarafından doldurulacağı bilinmektedir.
Ekonomik savaş veriyoruz gibi söylemleri bir an olsun dillerinden düşürmeyen iktidar partisi, ekonomik krizin daha da büyümesi karşısında manipülasyon ve algı operasyonuna ağırlık vereceği açıktır. Hatta önümüzdeki yıl Mart ayında yapılacak yerel seçimlerde, ekonomide yaşanan çöküşü kendi seçim politikası mahiyetinde kullanması olasıdır. Bunun yanında iktidara alternatif olduğunu iddia eden CHP; Suriyelilere para bulunduğunu ama halka para bulunamadığını söyleyerek faşizmin popüler propagandasına sarılmaktadır. Aynı zamanda diğer düzen partilerinin de benzer pozisyonda konumlandığı görülmektedir. İktidarıyla, muhalafetiyle tüm düzen partilerinin ekonomik krizi mevcut sistemin bekasına ve taşıyıcı kolonlarını güçlendirmek amacıyla halk yığınları içinde şovenizmi diri tutmaktadır.
Öte yandan her krizde olduğu gibi krizin faturası işçilere, köylülere, emekçilere kısacası tüm halka ödetilmeye çalışılmaktadır. Diğer yandan ise temel tüketim maddeleri başta olmak üzere tüm ürünlerde zam furyası başlamış durumdadır. Ekonomideki tablonun yerel seçimler öncesine kadar daha da ağırlaşmaması için YEP, Enflasyonla Topyekün Mücadele gibi adımlar atan egemenlerin, gemiyi yerel seçimlere kadar en az hasarla götürme planı güttüğü anlaşılmaktadır.
ALGI OPERASYONLARINI BOŞA ÇIKARALIM
Yaklaşan yerel seçimler öncesi Türk hakim sınıflarının çelişkileri arttığı görülmektedir. Bir yandan emperyalistler ile yürüttüğü pazarlığın geleceği boyut ve bunun Suriye özgünlüğündeki yansımaları söz konusuyken, diğer yandan ülke içinde ekonomide yaşanan çöküş, önümüzdeki dönemde egemenlerin yoğun bir manipülasyon sürecine gireceğini bizlere göstermektedir.
Karşı devrimin bu saldırılarına karşı hazırlıklı olunmalıdır. Özellikle gittikçe daha fazla ağırlaşan ekonomik krizin baş aktörleri kitlelere daha fazla anlatılmalıdır. İktidarıyla ve muhalefetiyle egemen sınıfların, geniş halk yığınları üzerinde oluşturdukları algı kırılmalıdır. Yoğun ve uzun bir çalışma planı ile fabrika, semt, okul gibi alanlara usanmadan ve bıkmadan tekrar tekrar gidilmelidir. Dağınık ve baştan savma şeklinde yürütülecek bir çalışmanın başarı elde edemeyeceği baştan bellidir. Bu nedenle çalışma planının önemini bir zaruriyet olarak kavramamız gerekiyor. Ne için ne amaçladığımızın önceden planlanması, bütünlüklü bir faaliyet oluşturma koşulunu verecektir. Ayrıca ekonomik krizin sonucu olan alım gücü düşüşü, zamlar ve işsizlik gibi yakıcı sorunların iyileştirme talepli mücadeleyi devrimin stratejik rotasına kanalize etmeliyiz.
Sonuç olarak her geçen gün biraz daha ağırlaşan ekonomik kriz gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Bizlerin halk yığınları içinde etkin olamaması demek, egemenlerin ve kliklerinin manipülasyonlarıyla birlikte kitlelerin öfkesini sisteme bir şekilde kanalize etmesi demektir. Özellikle Avrupa’da son yıllarda tırmanışa geçen neo-nazi yapılanmalar bu gerçekliği bizlere göstermiştir. Türk hakim sınıfları uzunca bir süredir inişli-çıkışlı siyasi krizler yaşamaktadır. Şimdi ise bu krize ek olarak ekonomik bir kriz gelişmektedir. Yoğun çelişkilerin açığa çıkacağı bir dönem bizi beklemektedir. Süreci etkin olarak karşılayamadığımız takdirde, halk yığınlarının biriken enejisi sisteme entegre edilecektir. Bizlere düşen görev ise yılgınlık ve zaafiyet göstermeyerek; an’ı, günü, ve geleceği örgütleme pratiğini ivmelendirmektir.
*Bu yazı 22 Kasım 2018 tarihli Yeni Demokrasi gazetesinin 23. sayısında yayımlanmıştır.