[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Emperyalist-kapitalist sermaye engelsiz, denetimsiz ve sınırsız dolaşım özgürlüğü sağladığı görece uzun bir zaman dilimi içinde dizginsiz bir sermaye ihracı ile yüksek kârlar elde ederek dünya üzerindeki talancı yayılımını sürdürdü. Bu özgürlüğü elde etmek için dayatma içeren her türden zorba yöntemi kullanarak tüm dünyada eski egemen kuralları değiştirip dizginsiz bir talana hizmet eden neoliberal dedikleri politikaları egemen kıldı. Emperyalist bankalardan ve fonlardan gerçekleşen dizginsiz bir sermaye ihracı ile yüksek kârlar elde ederek dünya ekonomisi büyütüldü! Sermayenin bu dizginsiz ve hızlı dolaşımı yarı sömürge ve yarı feodal yarı sömürge ülkelerin emperyalist sömürü çarkı içine daha güçlü şekilde girmesine neden oldu. Göbekten bağlı bu siyasi ve ekonomik sistemler süreç boyunca emperyalist mali tekellere daha da bağımlı hale geldi. Mali açıdan daha fazla bağımlı, üretim süreci açısından daha bağımlı, emperyalizmin dünyada yarattığı iş bölümüne daha mahkûm halde devam eden bu tablo nihayet siyasi bağımlılığın derinleşmesiyle tamamlanıyor. Bu durum emperyalist-kapitalizmin yaşayacağı irili ufaklı tüm ekonomik ve siyasi krizin tüm dünyayı daha güçlü sarmalaması, bu sistemin tüm açmazlarının tüm dünyaya mal olması anlamına gelmektedir. 2008’de ABD merkezli başlayan önce Avrupa ve sonra tüm dünyaya yayılan kriz sonrası emperyalist sistem genişleyen para politikası ile dünyayı sermayeye boğarken, krizin esas faturasını yarı-sömürgelerden çıkaran yaklaşımı tırmandırmıştır. Bu kriz aynı zamanda emperyalistler arası rekabeti tırmandırmış, ekonomik ve politik güç dengelerinde değişim mücadelesini kızıştırmış, pazar mücadelesini keskinleştirmiştir. Son 15 yılda ekonomik krizde bir süreklilik oluşurken, politik krizler kendini askeri alanda da gösterecek denli daha belirgin hale gelmiş, bölgesel savaşlarda emperyalist güçlerin daha açık karşıt konumlanışı oluşmuş ve bu, dünyaya yayılan kapsamlı krizlere yol açmıştır. Emperyalistler arası ticari savaşım özellikle ABD ve AB’nin Çin’i zayıf düşürme politikası ile tırmanırken, ABD ile Almanya ve Fransa arasında da ekonomik anlaşmazlıkların yarattığı politik sorunlarda yoğunlaşma olmuştur. Kovid-19 pandemisi emperyalist-kapitalist sistemin hem sağlık sisteminde hem de ekonomik sisteminde ciddi bir krize yol açarken egemen sınıflar salgın ile birlikte ekonomik krizi tüm dünya halkına mal eden bir yönelim izlemekle yetinmemiş aynı zamanda tüm toplumda sosyal krizlere yol açan tedbirlerden geri durmamıştır. Pandemi süreci ticari ve ekonomik alanda dünyada zaten başlamış olan daralmanın boyutlanmasına yol açarken süreç tedarik zincirindeki kırılmalarla, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile zaten yükselişte olan başta petrol olmak üzere çeşitli kritik malların fiyatlarının artmasıyla ekonomik durgunluğa evrilmekte olan kriz üzeri örtülemez, yumuşatılamaz bir noktaya varmıştır. Mali sermayenin dünyayı kuşatan ve boğan yoğunlaşması emperyalist merkezlerde bugün artık bir ekonomik krizi de tetiklemiş durumda. Yükselen enflasyon emperyalistleri aynı zamanda sıkılaşmış para politikasına itmektedir. Yaşananlar tüm dünyanın çok kapsamlı bir şekilde krizin içinde olduğunu ve bu kriz sarmalında sürükleneceği anlamına gelmektedir. Artışı durdurulamayan enflasyon, ticaret hacmindeki daralma, büyüme oranlarındaki beklentilerin karşılıksız kalması burjuva ekonomistlerinin ve kuruluşların açık şekilde “resesyon” vurgusu yapmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Emperyalistler için “resesyon” kavramı ve bunun kabulü krizin çok katmanlı ve boyutlu oluşunun da kabulü anlamına gelmektedir. Bunun karşılığı ise halklara kesilen daha ağır faturalar olacaktır. Kuşkusuz bunun gerisinde saldırgan politikalarla kontrolü yitirmekten korkan emperyalistlerin, daha fazla gözyaşı pahasına kontrolü ele geçirme eğilimi olacaktır. Tarih onların bu yöntemine tanıktır ve sistemin bilimsel analizleri de bu olgunun kaçınılmazlığını göstermektedir. Emperyalist sistemin büyüyen krizinin elbette daha kapsamlısını onlara göbekten bağlı yarı-sömürgeler yaşamaktalar. Emperyalist merkezlerdeki enflasyonun katbekat fazlası ve halklarda yansıma bulan artan yoksulluk bu ülkelerde gerçekleşmektedir. Bu aynı zamanda bu ülkelerde çelişkilerin keskinleşmesine, egemenler için daha büyük yönetme krizine yol açmaktadır ve tabii hiç şaşmaz bir biçimde bu durum kârdan kayıpların daha fazla artmaması için de buralardaki devletlerin daha saldırgan tutumlar geliştirmelerini getirmektedir. Böylesi kriz dönemleri egemen sınıf kliklerinin arasındaki mücadelenin de artması demektir. Bugün yarı sömürge ve yarı feodal ülkelerde krizin tüm bu boyutları açık bir şekilde görülebilmektedir. Sözde çeşitli biçimlerde ve düzeylerde enflasyona çare arayan ekonomi politikaların karşılığı daha fazla enflasyon olmaktadır. Dünyada Merkez Bankalarının faiz artırımına rağmen politika faizini “düşük” tutmakla onlardan ayrı düşen Türk egemen sınıfları daha ağır bir enflasyonla karşıya karşıyadır. Emperyalist iş bölümünde tedarik merkezi olma hevesi ile ticari hacmini genişletme projeleri üreten, bu uğurda hamle üzerine hamle yapan Türk egemen sınıflarının “düşük” faiz politikasının halen en yüksek faiz politikalarından birisi oluşu ise acınası bir ekonomi bilgisiyle karşı karşıya olunduğunu, manipülasyonun pervasız düzeyde seyrettiğini somutlaştırıyor. Bu politika faizine rağmen hazinenin bankalardan, uluslararası fonlardan daha yüksek faizlerle borçlanması, kur korumalı mevduatların koruma bedellerinin hazineden ödenecek olması da aynı pervasız talanın düzeyini gösteriyor. Özellikle mali sistemlerini, üretimlerini, ticareti, tüm ekonomik yaşamlarını döviz kurlarına bağlayan yarı-sömürgelerdeki egemen sınıflar kurdan kaynaklanan devasa borçları her koşulda ve biçimde emekçi sınıflara ödetmektedirler. Bu da enflasyonun tırmanmasının temel nedenlerinden biri olmaktadır. Neoliberal politikalara geçiş ile birlikte emperyalist sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak emekçi kesimlerin örgütlü güçlerinin toplumsal, ekonomik ve politik bilincinin önemli derecede parçalandığını, mevcut iktidarlara, egemen görüşlere bağımlı kılındığını biliyoruz. Yani buna karşı verilen devrimci, demokratik mücadele yetersiz olduğu için başarılı olamadı. Parçalı ve toplumsal bilinci baskılanmış kitleler kriz koşullarında tüm saldırılara karşı korumasız durumdalar. Bu süreçlerde emekçiler uzun yılların ürünü olan ama elbette düzenin sınırları içinde kalan ve bu nedenle kısmi dediğimiz kazanımlarını da kaybetmekteler. Her türden talanla desteklenen, rantın daha çok işlev kazandığı azgın bir sömürüyle birlikte emekçi kesimler için büyük bir yoksulluk, temel ihtiyaçların dahi karşılanamaz hale geldiği bir yaşam standardı oluşmaktadır. Bu durum toplumsal memnuniyetsizliği, dayatılan koşulları kabullenmemeyi besleyen bir sürecin yaşandığını gösterir. “Devrimci durumun” olgunlaşmasını sağlayan bu gelişmeler dünya halklarının karşı karşıya olduğu gelişmelerdir. Dünya genelinde gıda krizi, enerji krizi ve finansal kriz olarak somutlaşan genel bir toplumsal sıkışma, dolayısıyla kitlesel çatışmaları da içeren sınıflar arası uzlaşmazlık söz konusudur. Özellikle enerji maliyetlerinin artmasıyla gündeme gelen fahiş zamlara, dolayısıyla üretim maliyetlerinin artmasıyla iğneden ipliğe artan fiyatlara karşı öfke ve tepki artık birçok ülkede sokaklara taşmaktadır. Fiyatların yükselişi talep yoğunluğundan değil, üretim maliyetlerinin artmasından kaynaklandığından özellikle yoksul kesimler için sorun yaşamsal hale gelmiştir. İngiltere ve İrlanda’dan Fransa’ya, Ekvador’dan Şili’ye, Kenya’dan Kazakistan’a ve Arnavutluk’tan Türkiye’ye kadar yayılan çeşitli boyutlarda protestolar söz konusudur. Ekonomik krizin derinliği kadar halkların öfkesi ve tepkisi de büyümektedir. Sri Lanka’da olduğu gibi politik krizle birleşen yaygın ve rejimi zorlayan büyük çaplı patlamalar ve mücadeleler de yaşanmaktadır. Kuşkusuz bugün emperyalist sistemin ve bağımlı ekonomilerin yaşadığı kriz kendinde bir politik kriz ya da yönetme krizi de taşımaktadır. Bunun henüz yeterince görünür olmaması zaman sorunudur. Bu derecede yoğunlaşan krizlerin sınıflar arası ve uluslararası ilişkilerde politik anlaşmazlıklar ve çatışmalar üretmesi kaçınılmazdır. Durumun henüz yönetilebilir hali egemen sınıflar ve devletler için bir avantajdır. Dünya çapında derinleşen krizin nispeten yönetilebileceği inancı henüz egemendir. Bu avantajlı koşulda egemenlerin gene kendi bakış açılarından üreyen halklar arası düşmanlıkları kışkırtmaları, yarattıkları ve her zaman kullandıkları tarihsel olayları ve anlaşmazlıkları kaşımaları tabii ki beklenen bir durumdur. Bu noktada dünyanın hemen her ülkesinde şovenizmin kitleleri yönetmede güçlü bir argüman olarak kullanıldığının altını çizmek gerekir. Dünyanın her tarafında tarihsel ya da güncel sınır sorunları ve milliyetçiliğe dayanan düşmanlıklar çeşitli düzeylerde kışkırtılmaktadır. Şovenizmin egemen sınıfların kitleleri yönetmek için kullandığı en güçlü argüman olduğunu Türkiye’den de biliyor olmalıyız. Bu düzeydeki şovenizmin emperyalistlerin de çıkarına olduğunu vurgulamamız gerekir. Zira bu tür durumlarda emperyalistler böylesi karşıtlıkları kendi politikalarını uygulamak için kullanmaktadır. Bağımlı ekonomileriyle emperyalizmin birer aparatı olan devletlerde milliyetçilik egemenler açısından emperyalizme uşaklığın bir örtüsü olmaktan başka bir şey değildir. Örneğin Türkiye ile Yunanistan arası gerginlik ABD ve NATO için Doğu Akdeniz’de daha etkili bir şekilde konumlanmanın bir koşulu ve aynı zamanda silahlanmanın, silah satışlarının bahanesi olmaktadır. Emperyalizme göbekten bağımlı Türk egemen sınıflarının yönelimini, saldırganlığını, ekonomik krizini kendi başına var olan bir sorun olarak görmemek gerekir. Bunlar emperyalizme göbekten bağlı sistemin arazlarıdır. Bu durum devrimci mücadelenin aynı zamanda anti-emperyalist karakterine işaret eder. Gerçek bir anti emperyalist bilincin oluşmasına odaklanmak gözden kaçırılmaması gereken bir sorumluluktur. “Yedi düvele” meydan okuyanların emperyalizme göbekten bağımlı oldukları, bazen yüksek sesle yapılsa da bunun bir yaygaradan ibaret olduğu, hemen her defasında efendilerinin ihtiyaçlarını giderdikleri kitlelere açık şekilde teşhir edilmelidir. ABD, AB ve NATO’nun kapı kulu olan, onlara ekonomik politik ve askeri anlamda bağımlı olan faşist diktatörlüğe karşı mücadele aynı zamanda emperyalizme karşı bir mücadeledir. Ancak tüm sorunların kaynaklarından biri olan emperyalist sistemi hedefe koymaksızın bir mücadele başarısız olacaktır. Ezilen halkların ve dolayısıyla halkımızın da güneşini engelleyen üç dağdan biridir emperyalizm. Karşımızda ortadan kaldırılması gereken “üç dağ” (emperyalizm, komprador bürokratik kapitalizm, feodalizm) vardır ve bu üç dağ birbiriyle ilişkilidir. Güneşin önünü açma mücadelesini, yani halkın politik iktidarı için mücadeleyi ancak kitleleri doğru hedeflere yönlendirebildiğimizde başarabiliriz. Sorunların gerçek kaynağının bilincine varılması mücadelenin kitleler nezdinde meşrulaşması ve benimsenmesi için zorunludur.