Son birkaç haftadır Türkiye ekonomisinin durumu ve geleceğine dair tartışmalar hız kazandı. Ülke içinde bakanlar, patronlar, Cumhurbaşkanı peşi peşine açıklamalar yapa dursun yabancı haber ajansları ve uluslararası finans kuruluşu temsilcilerinden de çeşitli uyarı ve değerlendirmeler gecikmedi. Ekonomideki büyümenin devam ettiği belirtilirken faiz, enflasyon, işsizlik ve dış ticaret açığındaki artışlar olumsuz gidişata işaret ediyordu. Belli sektörlerde (konut, otomotiv, beyaz eşya, mobilya vb.) belirgin düşüşler gözlemlenirken Ülker ve Doğuş gibi büyük holdingler dahi bankalardan yapılandırma istemek zorunda kaldı. Euro ve dolar, TL karşısında rekor seviyelere yükselirken özel sektörün döviz borcunun ayrı bir tartışmaya yol açması hatta hükümet nezdinde tezat açıklamalara konu olması dikkate değerdi.
Ekonomi Bakanı Mehmet Şimşek’in şirketlerin döviz borcunu yönetemedikleri ve sınırlama getireceklerini belirtmesi yanında “Şu anda faizler nispeten düşük, ekonomiler büyüyor ama yağmur yağacak” uyarısı birçok tartışmayı beraberinde getirdi. Hükümetin ve özelde T. Erdoğan’ın Efrin işgalinin ardından seçim hesapları da dahil olmak üzere yaratmaya çalıştığı istikrarlı görüntüyü bozması ve ekonomiye dair yalanları kısmen deşifre etmesi nedeniyle M. Şimşek’in istifasının gündeme getirilmesi ekonomideki gelişmelerin hükümet içinde de ciddi çatlaklara yol açtığını gösterdi. Bilindiği gibi M. Şimşek uluslararası sermayenin, Türkiye ekonomisindeki, özellikle finans sektöründe sözcüsü ve kontrolörü niteliğindedir. Mehmet Şimşek’in bugüne kadar çok kere rastgelindiği üzere hükümetten ‘bağımsız’ çıkışlarının ve ‘dokunulmazlığı’nın bugün T. Erdoğan tarafından doğrudan hedef alınması, AKP hükümetinin ekonomik sorunları yönetmede yaşadığı krizin bir sonucu olarak görülebilir. Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IIF) Başkanı Tim Adams’ın “Umarım görevinde kalır. Şimşek sorunları anlayan, ne yaptığını bilen, uluslararası düzeyde çok saygın bir isim”, “Şimşek’in görevinde kalması Türkiye’nin çıkarına. O, ülke için önemli bir yüz” şeklindeki açıklamaları uluslararası finans sermayesinin Şimşek’in arkasında durması bakımından da anlamlıdır.
Mehmet Şimşek ‘ülke ekonomisinin çıkarlarını düşünerek’ bu tarz bir açıklamayı ilk defa yapmıyor. Onun asli görevi uluslararası sermayenin Türkiye’deki yatırım ve faizlerini garanti altına almaktır. Bunu yaparken Türkiye ekonomisinin yaşadığı güncel ve olası riskleri gözetmek zorundadır. Çünkü Türkiye gibi yarı sömürge bir ülkede emperyalist sermayeyle yerli komprador sınıfların çıkarları özünde ortaktır. Diğer yandan çıkarlardaki ortaklık farklı çıkar ilişkileri, dönemsel ya da biçimsel kimi farklılıklar, çelişkiler olmadığı anlamına da gelmez. Bu çelişkiler düne kadar AKP hükümeti ve T. Erdoğan tarafından da tolere edilebilirken bugün artık bu çelişkilerin dahi ciddi kırılganlıkları tetiklediği bir tabloyla karşı karşıyayız.
Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IIF) “Türkiye ekonomisi türbülansa girebilir”, “Yüksek enflasyon, ithal sermayeye bağımlı olmanız bu yüzden her gün piyasadan borçlanmanız gerekiyor. Bu da ülkeyi zor zamanlarda kırılgan hale getiriyor” belirlemesi; uluslararası haber ajansı Reuters’ın “Türkiye en kırılgan piyasa” açıklaması; ABD ve Çin arasında yaşanan ticaret savaşının dünya ekonomilerine olası etkileri üzerinden yapılan uyarılar, AKP hükümetinin ülke içi ve dışında yarattığı imajı ciddi düzeyde zedelemeye başladı. Özellikle enflasyon baskısı, cari açık, bütçe açığı, GSYH’nin yüzde 5.0 civarında kalması gibi olumsuz veriler üzerinden Türkiye ekonomisinin aşırı ısındığına, bundan kaçınmak gerektiğine dair vurgular T. Erdoğan’ı özellikle rahatsız etmişe benziyor.
AKP hükümetinin “ekonomiyi soğutamayacağı, frene basamayacağı”na dair belirlemeler Başbakan B. Yıldırım’ın “Efendim ‘ekonomiyi soğutun’. Soğuttun mu sırtındaki ter soğursa hasta olursun. Soğumayacak, terlemeye, üretmeye devam edeceğiz” şeklindeki açıklamasıyla teyit edilmiş oldu. Ekonomiye dair uyarı ve tedbirlerden rahatsızlığını ifade eden sadece Cumhurbaşkanı ve Başbakan değildi elbette. Ekonomik “istikrar” ve “imajın” korunmasından en fazla kar sağlayanların başında TÜSİAD geliyor. TÜSİAD Başkanı Bilecik’in “Büyük ve kurumsallaşmış şirketlerin pek çoğu bu riski iyi yönetiyor. Risk yönetmeyi başaramayanlar var diyerek, bütün iş dünyasına böyle bir uygulamanın ortaya konmasını doğru bulmuyoruz. Endişeler haksız demiyorum ama evin içinde bir fare var diye bütün evi yakmak gibi bir pozisyon olmaması gerekir.” yönündeki açıklaması “en büyüklerin” riski kendi dışına atma isteği olarak da değerlendirilebilir.
T. Erdoğan’ın “Yurtdışına gitmeden önce faizlerle ilgili bir toplantı yaptık. Düşürülmesinden bahsettik. Sonra ben yurtdışındayken, Merkez Bankası faiz artırdı. Bir de tek adamlık derler, bu nasıl tek adamlıksa, karar alıyoruz uygulamıyorlar. Benim arkamdan iş çevirdiler” açıklaması hükümet içindeki çelişkilere işaret etmenin yanında ekonomi yönetiminde gidilmesi planlanan değişikliklerin de habercisi niteliğindeydi. Bu kapsamda ekonomi konusunda M. Şimşek’in değil de CB. Sözcüsü İ. Kalın’ın açıklamalarda bulunması gözlerden kaçmadı. Ekonomi ile ilgili bazı bakanlıkların birleştirilmesi ya da başbakanlığa bağlanmasının gündemde olduğuna dair haberler T. Erdoğan’ın ekonomiyi de tümüyle tek elden yürütmek istediğini gösteriyor. Eğer olumlu karar alınırsa, Hazineden Sorumlu Başbakan Yardımcılığı, Maliye Bakanlığı ve Kalkınma Bakanlığı tek çatı altında toplanacak. Varlık Fonu uygulamasına paralel bir biçimde ekonominin tek elde merkezileştirilmesi hem hükümetin uygulamak istediği politikalar hem de ekonomik riskleri yönetebilmek için zorunlu görülüyor. Yakın zamanda Doğan Medya Grubu’nun Demirören’e satışı gündeme gelmiş fakat Demirören’in bu ekonomik güce sahip olmadığı dikkatlerden kaçmamıştı. Nitekim Demirören’e kredi sağlayanın Ziraaat Bankası olması, bu bankanın da Varlık Fonu’na devredilmiş olması aslında Doğan Medya’nın satın alınmasının arkasında T. Erdoğan’ın olduğu teyit edilmiş oldu.
Hükümet içinde ve dışarıda ekonomiye dair artan huzursuzlukların ve çatlak seslerin kısılması iktidar partisi açısından özel bir önem taşıyor. Seçim yatırımlarının tartışıldığı bugünlerde hükümetin teşvik paketlerini ve KOBİ’lere krediyi gündeme getirmesi ekonomiyi ayakta tutmanın ötesinde toplumu kontrolde tutmanın da özel bir aracına dönüştü. Emeğin milli gelirden aldığı payın resmi rakamlarda dahi ciddi düşüş gösterdiği koşullarda AKP tabanını da kemiren bir biçimde emekçi sınıflarda ve küçük ve orta ölçekli işletmelerdeki kötü gidişat hükümetin korkularını büyütmeye devam ediyor. Artık yüksek sesle ekonomik krizin tartışıldığı bugünlerde 2001 krizini de aşan bir biçimde daha çok 1994’ü anımsatan gelişmelere vurgu yapılıyor. Hatırlanacağı üzere 94’te yaşanan krizin etkisi derin olmuş, ekonomik ve siyasi yapıyı alt üst eden bir gerçeklik kazanmıştı. Hükümetin her dönem farklı ataklarla ekonomik krizi bir biçimde öteleyen ve siyasi iktidarını korumaya odaklı uygulamalarının ekonomide artık büyük bir çöküntüye doğru yol aldığı hemen herkesin ortaklaştığı bir görüştür. Fakat ekonomideki gelişmelerin, risk ve fırsatların ne yönde gelişeceğine dair hazır bir reçete yoktur. Dünya çapında yaşanan ekonomik durgunluğun Türkiye gibi yarı sömürge ülkeler açısından büyük bir risk taşıdığı genel kabul görse de gelişmelere asıl yön verecek olanın işçi sınıfı ve emekçi halkın mücadelesi olduğu unutulmamalıdır. Bugün fazlasıyla siyaset düzleminde tartışılan konularda, sermayenin neo-liberal politikalarına paralel Türkiye gibi ülkelerde uygulanan emek rejiminin belirleyiciliği vardır. Dolayısıyla sermayeyi ve özelde ülkemiz egemen sınıflarının geleceğini belirleyen asıl çelişkiler emeğin durumunda gizlidir. Son tahlilde ekonomiyi belirleyen ve ona şeklini veren “sihirli el” kapitalist piyasa değil sınıf mücadelesidir.