Devrimci Sendikal Dayanışma (DSD) adlı grubun Eğitim Sen 11. Genel Kurulu’ndan çekilmesinin ardından ortaya çıkan tartışmalar Eğitim Sen’in, KESK’in ve genel olarak sendikaların içinde bulunduğu durumu yansıtması bakımından önem arz ediyor. Sendikalarda hâkim anlayışlar bakımından bilinmez olmayan ancak KESK özgülünde bugüne kadar kamuoyuna da açık bir biçimde bu kadar aleni tartışılmayan sorunlar su yüzüne çıkmış oldu. Eğitim Sen ve KESK özgülünde örgütlülüğe zarar verici ve yıpratıcı bir tartışma olarak görülse de sendikalardaki bürokratik yapı ve işleyişin ortaya serilmesi, çizgi tartışmalarına vesile olması bakımından bizce ‘yararlı’ bir süreç olduğunu söylemeliyiz. Kuşkusuz doğru olan bu gibi tartışmaların demokratik merkeziyetçilik ilkesi çerçevesinde ve taban iradesini açığa çıkaracak bir biçimde örgüt içinde gerçekleşmesidir. Diğer yandan Eğitim Sen ve KESK’te kurulu sarı bürokratik koalisyonun bu doğruyu hayata geçirmekten uzak olduğu da bilinmez değil. Bu sebeple bürokratik rekabetin ve çizgi farklılıklarının derinleştiği noktada, içte yapılmayan tartışmanın daha kontrolsüz bir biçimde dışarı yansıması kaçınılmaz olmuştur.
DAĞILAN İTTİFAK VE ÖNE ÇIKAN GRUPÇU PROPAGANDA
Sol Parti çizgisindeki Devrimci Sendikal Dayanışma (DSD), Eğitim Sen Genel Kurulundan çekilirken yayınladığı deklarasyonda; “pandemi”, “katılım düşüklüğünün yaratacağı demokratik zafiyet”, “üyelerin iradesini yok sayan ve yönetimi kendi arzuladığı gibi dizayn etmek isteyen anlayış” temelinde gerekçeler ileri sürdü. DSD’nin “grupçu ve dayatmacı anlayış” olarak da ifade ettiği grubu, Kürt Ulusal Hareketi çizgisindeki Demokratik Emek Platformu (DEP) oluşturuyor. DSD, Eğitim Sen ve KESK’te kendilerine teklif edilen Eş Başkanlık önerilerini hiç düşünmeden reddettiklerini belirtse de diğer grupların açıklamalarıyla da beraber asıl ayrışmanın genel başkanın hangi gruptan olacağı konusunda yaşandığı ortaya çıktı. Yine DSD’nin pandemi bahanesinin tutarsızlığı kendini ele vermede gecikmedi. Çünkü KESK’e bağlı diğer dokuz sendikanın genel kurulları yapılır ve DSD bu kurullarda pandemiyi sorun etmezken Eğitim Sen Genel Kurulunda pandemiyi hatırlaması hiçbir kesim tarafından inandırıcı bulunmadı.
Genel Kurul sonrası tartışmalar boyutlandıktan sonra bir açıklama yayınlayan DEP ise DSD’yi kastederek “Biliyor ve eminiz ki genel başkanlık talepleri karşılık bulsaydı ne bu kriz yaşanacak ne de pandemi akla gelecekti.” dedi. DSD ile birlikte Emek Hareketi’nin de yaşanan krizin asıl sebebi olarak -sebep bu olmamasına karşın- ‘sendikal mücadele anlayışlarının uzlaşmazlığı’nı ileri sürdüklerini belirten DEP, Emek Hareketi’nin kongre divanına sunulan çarşaf listeye isim bildirmiş olmasına rağmen nispi temsil talebini öne sürerek gece saat on ikide listeden ve seçimlerden çekildiğini ifade etti. DEP’e göre nispi temsil sistemi, mevcut durumda demokratik temsiliyeti ortaya çıkarmaya en yakın seçim yöntemiydi ancak tabanın söz ve karar gücü haline gelmesi için sihirli bir değnek değildi. Genel Meclis, çalışma birimleri, kadın meclisleri gibi meclis tarzında örgütlenme modeli, demokratik temsiliyetin açığa çıkarılmasında daha da önemliydi. Emek Hareketi ise altı yıldır KESK Genel Meclisinde, çalışma birimlerinde ve kadın meclisinde yer almamış, ortak irade hukukunu hiçe saymıştı. Eğitim Sen Genel Kurulu öncesi Emek Hareketi’nin yönetimde yer alma isteklerini belirttiklerini ancak daha sonra “nispi temsil”i ileri sürerek seçimden çekildiklerini ifade eden DEP, Emek Hareketi’nin SES Genel Kurulu sonrası görev dağılımında eş başkanlık istediğini de ortaya koydu. Kısacası, DEP’e göre, DSD’nin pandemiyi bahane etmesi gibi EMEP çizgisindeki Emek Hareketi de nispi temsil sistemini bahane ediyordu. DEP’in de ortaya koyduğu gibi Eğitim Sen, KESK ve ona bağlı birçok sendikada, bugün “uzlaşmaz” olarak ortaya konulan çelişki ve farklılıklar varken dahi ittifakın sürebilmiş olması, bugün yaşananın bürokratik bir “koltuk” rekabeti olduğu düşüncesini destekliyor. Kuşkusuz meseleye sadece bürokratik rekabet gözünden bakmıyor ya da ona etki eden siyasi-ideolojik arka planı reddetmiyoruz. Ve yine DEP’in tam da diğer gruplar nezdinde deşifre ettiği pragmatist, bürokratik anlayışlardan azade olmadığını görüyoruz.
Eğitim Sen kongresine kadar gelinen süreçte, Haber-Sen, Tarım Orkam-Sen, ESM, Yapı Yol-Sen, SES ve BES kongrelerinin kendileri dışında komisyonda yer alan anlayışların mutabakatlarıyla gerçekleştiğini ifade eden Emek Hareketi, yaptığı açıklamada bu mutabakatın, “temsiliyetin” paylaşımı sorunu nedeniyle Eğitim Sen Genel Kurulu’nda bozulduğunu belirtti. Özellikle BES Genel Kurulu’nu örnek vererek nispi temsil sisteminin uygulanmamasıyla kendilerinin dışarıda bırakıldığını vurgulayan Emek Hareketi, sendika meclislerinde yer almamasını ise sendikal anlayışların belirlediği kadrolardan oluşması, demokrasi ve katılımın bulunmaması olarak ortaya koydu. Emek Hareketi’ne göre, sendikalarda karar alma süreçleri şube temsilciler kurulu, şube yönetim kurulu ve seçilmiş organları ile işyerlerinde seçilmiş temsilcilerden oluşmalıydı. Dahası DSD ve DEP, sınıf örgütü yerine toplumsal muhalefet sendikacılığını esas alıyorlar ve dar grupçuluk üretiyorlardı.
Halkevleri çizgisindeki Devrimci Kamu Çalışanları/Devrimci Öğretmen (DKÇ/DÖ), Eğitim Sen Genel Kurulu’nda yaşananları Game Of Thrones’un (Taht Oyunları) sendikal versiyonu biçiminde sürdürülen başkanlık ve koltuk kapmaca oyunu olarak değerlendirirken bu oyunda hem hakem hem oyuncu olarak tanımladığı DEP’e ve pandemi bahanesi nedeniyle de DSD’ye eleştirilerini ortaya koydu. Sendikal dinamikleri sadece kendilerinin de içinde olduğu kutsal ittifakla (DSD, DEP, Sendikal Birlik, Emek Hareketi) sınırlayanların evdeki hesabının çarşıya uymadığını vurgulayan DKÇ/DÖ, DSD grubunun kongreden çekilme eğilimi belirmeye başladığında kendilerine getirilen yürütme kurulunda yer alma (boşluğu doldurma) teklifini ise hiçbir ayrıntısını konuşmadan reddettiklerini ifade etti.
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi çizgisindeki Demokratik Emek Meclisi (DEM) yaptığı açıklamada, pandemiden kaynaklanan sorunların teknik düzenlemelerle aşılabileceğini, pandemiyi bahane etmenin onun sınıfsal yanını görmemek olduğunu belirterek yönetsel sorumluluklarına rağmen DSD’nin genel kurulda salonu terk etmesini eleştirdi. Yaşanan sorunda en büyük sorumluluğun kendini ana dinamik olarak gören ve süreci böyle şekillendiren sendikal anlayışlar olduğunu belirten DEM, genel olarak emek hareketinin ve sendikaların yaşadığı sorunları ortaya koydu.
KHK’LI DİRENİŞÇİLERİN İHRACI
Eğitim Sen Genel Kurulu’nun önemli bir gündemi de daha önce Disiplin Kurulu’nda ihraç kararı verilen KHK’lı direnişçilerin ihraçlarının onaylanmasıydı. İhraç konusunda ortak mutabakat olmasına karşın DEP dışındaki birçok grubun içinde bulunulan koşullar ve ihraç edilenlerin hapiste, ev hapsinde olması gerekçesiyle gerçekleşen ihracı eleştirmeleri Eğitim Sen’deki anlayışların genel kurul hesaplarının ve kurnazlıklarının bir parçası oldu. DEP, yanlış fakat kendi içinde ‘tutarlı’ bir biçimde ihraç meselesini ortaya koydu. Fakat DEP dahil tüm anlayışlar, KHK’lılar noktasında sendikanın neden ciddi bir mücadele ve sahiplenme ortaya koymadığının hesabını vermekten kaçınmayı tercih etti. Doğal olarak ihraç edilenler meselesi de sadece sonuçların tartışıldığı “koltuk” rekabetinin bir argümanına dönüştürüldü. Şüphesiz ki KHK’lı direnişçilerle ilgili -kendi içinde eleştiriler barındırmakla birlikte- ihraç kararı yanlıştı, savunma hakları dahi gasp edilmişti ve sorumluluk Eğitim Sen’deki bürokratik ittifakın tüm gruplarını kapsıyordu.
SENDİKAL KAVGANIN NEDENİ BÜROKRATİK Mİ İDEOLOJİK Mİ?
Yıllardır Eğitim Sen ve KESK’te, bürokratik bir ittifak halindeki grupların bir anda birbirlerine yönelik, sendikal çizgiyi de kapsayan ideolojik eleştirileri öne çıkarmaları dikkat çekiciydi. Bugüne kadar, farklı çizgi ve ideolojilerine rağmen ittifak halinde kalabilen sendikal anlayışların bugün temel gerekçe olarak farklı çizgileri öne sürmeleri inandırıcı olmaktan uzaktı. Olayın özü-özeti bürokratik konumlar, başka bir deyişle “koltuk” ve buna bağlı olarak sendikada hangi grubun daha etkin olacağı meselesiydi.
“Nispi temsil sistemi”, “sendika meclisleri”, “sınıf ve kitle sendikacılığı”, “toplumsal hareket sendikacılığı”, “laiklik-kamuculuk”, “kadın temsiliyeti”, “Aydınlanma değerleri” gibi kavram ve konulara dair farklılıklar bugüne kadar tali kalabilmişti. Söz konusu farklılıkların bu kongrenin ardından öne çıkması ise iki biçimde değerlendirilebilir. Bunlardan ilki ve esası yukarıda da vurguladığımız gibi bu konuların sendikada kimin daha etkin bir pozisyon üstleneceği meselesinin teorik argümanını oluşturmasıdır. Diğeri ise tam da söz konusu sendikal görüşlerin arka planına denk düşen siyasi saflaşmalardır. Yani KESK ve Eğitim Sen’de bugüne kadar -halen birçok sendikada da- devam eden ittifakın bozulmasını sağlayan şey tek başına “koltuk” kavgası değildir. Ülkede hâkim siyasi süreç ve saflaşmalara paralel, bu siyasi hareketlerden beslenen sendikal gruplarda da çelişkiler ve örgütü kendi çizgisine göre dizayn etme eğilimi gelişmektedir. Bu, kimi grupların iddia ettiği gibi sadece DEP’in değil Eğitim Sen’deki tüm grupların sorunudur. Bugün daha güçlü ve avantajlı pozisyonda olan DEP’tir ve genel kurulda DEP’li bir delege bu durumu şu sözlerle açık etme gereği duymuştur: “Değirmen bizim, buğday bizim, un istiyorlar.”
Benzer bir pragmatizmi ücretli, sözleşmeli öğretmenlere ve KHK ile meslekten uzaklaştırılan eğitim emekçilerine yaklaşımda da görmek mümkün. Söylemleri değil gerçeği konuşmak gerekirse; belli bir kesim, sendikanın kadrolu öğretmenlerle sınırlı bir örgütsel formda kalmasından memnunken bir diğer kesim buna karşı ücretli, sözleşmeli emekçileri örgütleme gereğini daha fazla dillendirmektedir. Ya da görüşlerinin tutarlılığı bakımından KHK’lı eğitimcilerin sendikal faaliyette aktif rol üstlenmelerini savunması gereken bir grup, tam tersine bu aktif role karşı çıkmakta ya da umarsız yaklaşmaktadır. Yine nispi temsil ve sendika meclisleri meselesi de böyledir. Çünkü bu konularda sergilenecek tutumlar, sendikada kimin daha fazla söz sahibi olacağını, daha fazla üyeye hükmedeceğini ve delege aritmetiğini doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle bir grubun ‘haklı’ olarak savunduğu doğruya diğer grup ya da gruplar karşı çıkmakta; yine diğer grup veya grupların ‘haklı’ eleştiri ve önerilerine bu sefer ilkte ‘haklı’ grup karşı çıkabilmektedir. Bunun adı burjuva siyaset tarzıdır ve Eğitim Sen’deki genel kurul krizinin çözüme bağlanamamasının temel nedenlerinden biri de budur.
Dikkat edilirse KESK ve Eğitim Sen’deki sendikal grupların açıklamalarında birbirini suçlama ve deşifre etme; kendilerinin genel sendikal çizgide hangi görüşleri savunduğunu propaganda etme eğilimi ağır basmaktadır. Bu açıklamalarda örneğin; ciddi üye kaybı yaşayan sendikaların neden bu durumda olduğu, KHK’lı eğitim emekçilerinin mücadelesinin neden geliştirilemediği, ücretli ve sözleşmeli eğitim emekçileriyle ilgili bugüne kadar neden ciddi bir yönelim gösterilmediği, hak gaspları bu kadar yoğunken ekonomik-demokratik mücadelede neden sürekli geri gidildiği ve özellikle pandemiyle birlikte son dönemin temel tartışmalarından biri olan eğitim sorununda başta eğitim emekçileri ve öğrenciler olmak üzere neden bir gündem oluşturulamadığı gibi soruların somut, gerçek bir cevabı yoktur. Bu konudaki değiniler ya diğer grupları suçlama eğilimindedir ya da ‘sendikal anlayış ve yapıların değişmesi zorunludur’ minvalinde genel propagandayla sınırlıdır.
SINIF KİMLİĞİNE YABANCILAŞMA VE DÜZENİÇİ SAFLAŞMA
Kuşkusuz üretim ilişkilerindeki değişimlere paralel sendikal anlayış ve yapıların da kendini yenilemesi gerekir. Fakat bu nasıl olacak? Değişim ve yenilenme adına on yılların mücadelesinden süzülüp gelen temel doğru ve ilkeleri bir yana atarak, taban örgütlülüklerini ve demokratik merkeziyetçilik ilkesini hiçe sayarak mı yoksa yeni koşullara ayak uydurabilen örgütlenme modelleriyle mi? Ya da sendikaların sorunu hangi örgütlenme modelinin gerekli olduğunu tespit edememek mi yoksa bu konuda sınıf ruhundan, çabasından, pratiğinden yoksun olmaları mı? Açık ki ortada bürokratlaşmış, kastlaşmış bir sendikal yapı varken ve tartışma sarı sendikal çizginin değişik ‘kimlikleri’ arasında yürüyorken her bir “yenilik”, “değişim” tartışması gerçek anlamını yitirmekte, hâkim reformist çizgilerin bir argümanına dönüşmektedir.
Biraz uzun da olsa Kürt Ulusal Hareketi’nin çizgisindeki DEP’in genel kurula sunduğu broşürden bir alıntı yapmak yerinde olacaktır. Şöyle diyor DEP: “Ekonomik bazda kâr-ücret, sosyal bazda burjuva-proleter kavramlaştırmaları, kapitalizm tarafından paramparça edilen insanlığın tüm tarihsel birikimini en acımasız ve ince yöntemlerle asimile eden ve sonunda soykırım ve nükleer dehşetle gezegene salan bir sistemi pozitivist tarz bilimselleştirmenin ilk adımlarıdır. Proleter denen unsurun tek başına emeğiyle değer yarattığını, daha sonra bir nevi sahibi olan sermayedarın para ve diğer araçlarının karşılığını bu değerden kâr olarak kopardığını bilimsel bir tespitmiş gibi ileri sürmek, ekonomizm yaklaşımının temelidir. Ekonomik indirgemecilik denen anlayış bu olsa gerekir. … Temel Çelişki; Devletli Uygarlıkla Demokratik Uygarlık Arasındadır.” Bu cümleler açıkça artı-değer ve sınıf olgusunu inkâr etmekte, Marksizmi pozitivizmle özdeş tutmakta ve ekonomizmle suçlamaktadır. Örneğin DEP’in sendikal anlayış ve yapıdaki değişimden anladığı budur. DEP bulunduğu tüm sendikalarda sınıf mücadelesi yerine toplumsal muhalefeti esas almakta, sendikal mevzilenmesini ve muhalefetini Kürt Ulusal Hareketi’nin dönemsel politikalarına bağlamakta ve doğal olarak aktif ve sonuç alıcı bir ekonomik-demokratik mücadeleden uzak durmaktadır. Daha özce söylemek gerekirse DEP, sınıf uzlaşmacılığının Kürt Ulusal Hareketi’nin reformist görüşlerine uygun özgün bir örneğini teşkil etmektedir. Fakat sınıf uzlaşmacı, reformist ya da sarı çizgide olan sadece DEP midir? Örneğin sosyal demokrat çizgideki Sendikal Birlik ve DSD’nin, laiklik ve kamuculuk vurgulu, CHP yedeği sendikal tartışmalarının sınıf sendikacılığı olduğu söylenebilir mi? Şüphesiz ki söylenemez. Açıklamalarında DEP’in yukarıdaki cümlelerini aktararak kendilerini “sınıf sendikacısı” olarak lanse eden gruplar, ne kadar kayıkçı kavgası yapsalar da DEP’le aynı sınıf uzlaşmacı çizgiden beslenmektedirler. DEP’in ‘haklı’ olarak bu grupları Kürt sorununa, anadilde eğitim meselesine, yüzlerce sendika üyesinin gözaltına alınması gibi saldırılara karşı duyarsız ve tepkisiz kalmakla eleştirmesi, bu grupların “sınıf sendikacılığı”ndan beslenmediğinin de açık kanıtlarından biridir. Çünkü Lenin yoldaşın açıkça ortaya koyduğu gibi; “Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun zorbalık, baskı, zor ve suiistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de sosyalist açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz.”
SINIF MÜCADELESİ YERİNE “SOL” MUHALİFLİK
Görüldüğü gibi madalyonun bir yüzünde sınıf olgusu ve sınıf bilincini ekonomizme indirgeyen Aydınlanmacı reformist (hatta sosyal şoven) akımlar diğer yüzünde ise sınıf olgusunu inkâr eden ve liberalizmin post-modern teorilerini parlatan reformist akımlar vardır. Her ikisi de burjuva ideolojiden beslenmekte; dünyada ve tabii ülkemizde hâkim sınıfların belirlediği siyasi kimliklerden birine yedeklenmektedir. Doğal olarak sınıf mücadelesinde ve sendikal mücadelede biri diğerinin alternatifi durumunda değildir. Bu ortak sınıf uzlaşmacı öz bugüne kadar yan yana yürümeye ve grup pragmatizmine olanak tanımış olsa da tam da derinleşen hâkim siyasi kapışmaların etkisiyle ayrışma kendini belli etmiştir. Ayrışmayı belirleyen sınıf çizgisi değil dünya ve ülke siyasetine hâkim olan burjuva çizgilerdir. Bundan sonra da bu gruplar arasındaki ittifak veya ayrışmayı belirleyecek olan yine hâkim siyasette yaşanan ittifak veya kamplaşmalar olacaktır. Kürt Ulusal Hareketi ve sendikal anlayışı DEP, söz konusu kamplaşmada özgün bir yerde dursa da Türk hâkim sınıflarıyla uzlaşmaya dayalı çizgisiyle nihayetinde bu kamplaşmalara göre konum belirlemekte ve özünde aynı sonuca bağlanmaktadır.
KESK ve Eğitim Sen özgülünde tartışılan sorunların başta DİSK olmak üzere “sol” kimlikli hemen her sendika için geçerli olduğunu belirtmek gerekir. Fakat özellikle KESK ve DİSK özgülünde bürokratik temelde grup ittifakları ve izlenen sendikal çizgide önemli benzerlikler var. Bu konfederasyonlarda toplumsal sorunlarda sol muhaliflik ve protestoculukla; işkollarında ve üye işçilerinin hakları için mücadelede ise söylem ve sembolik eylemlilikle sınırlı sendikal çizgi hâkim durumdadır. Sendikaların siyasal mücadelesine sınıf temsiliyeti veya emek hareketi değil onun uzağında demokrasici bir “sol” söylem rengini vermektedir. Ve her geçen gün daha fazla bir biçimde sendikalar, düzen içi siyasetin arka bahçesi haline gelmektedir.
KESK ve Eğitim Sen’de, sınıf perspektifinde silikleşmeye paralel gelişen toplumsal muhalefet anlayışı; kadrolu, dar bir alanda örgütlenme ve görece “güvenceli” olmanın getirdiği konformizm; konformizmin zemin sunduğu bürokratik hantallık ve diğer tüm yapısal sorunlar, sarı-bürokratik sendikal anlayışların yaşam bulduğu -ve her geçen gün daha da kuraklaşan- toprağı oluşturmaktadır. Eğitim Sen’deki yarılmanın öne çıkan sebeplerinden birini sosyal-şovenizm sorunu oluştursa da tüm sorunların temelinde devrimci çizgiye ve sınıf sendikacılığına yabancılaşma bulunmaktadır. Bu yabancılaşma Eğitim Sen’i ve genel olarak tüm sendikaları, düne nazaran daha fazla, burjuva ideolojilerin etki alanı içerisine hapsetmekte ve düzeniçi siyasete yedeklemektedir. Bu nedenle sendikalardaki sorunları ve bu sorunların çözümünü sınıf, ideoloji ve çizgi tartışmasına dayandırmayan; doğruyu yanlışın ideolojik sorgulamasından çıkarmayan ve kuşkusuz tabanın inisiyatifini yansıtmayan her tartışma grupçu, kısır bir tartışmadır. Yine de sendikal anlayışların gerçek duruş ve çizgilerini açığa çıkarması bakımından bu tartışmalar bir ‘fayda’ içermektedir ve tartışmanın sendikal bürokrasiye karşı etkin bir mücadeleyle dönüştürülmesi gerekmektedir.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 10 Aralık 2020 tarihli 76. sayısından alınmıştır.