Egemen güçlerin toplumun her alanında yarattığı eşitsizlikler silsilesinin bir parçası da eğitim-öğretim alanında görülür. Ülkemiz gibi az gelişmiş ülkelerde sistemin üst yapı ilişkileri alabildiğine düzensiz, istikrarsız, değişken ve öngörülemezdir. Eğitim de bunlardan biridir.
Marks, ölümünden yıllar sonra da bizimle hemen her konuda konuşmaya, yaşadıklarımız üzerine sözler söylemeye devam ediyor. Feodalizmin içinden çıkan kapitalizm hakkındaki yoğun tahlillerinin bilimselliği onun eserlerinden “hemen her şey” hakkında bilgi kaynağı olarak yararlanmamıza olanak veriyor. Bunu Aydınlanma Çağının belli başlı düşünürleri için de belli ölçülerde söylemek mümkündür. Marks’ın farkı, yaşamakta olduğumuz kapitalizmle ilk ve en esaslı hesaplaşan düşünür olmasında. Dün olduğu gibi bugün de kapitalizmin temel dinamikleri işlemeye, değişmeye devam ediyor. Ve doğal olarak sermayenin emekle, emek gücüyle kurduğu ilişki de değişmektedir. Hepimiz bu değişimi yaşıyor, buna göre toplumda konumlar üstleniyor ve roller gerçekleştiriyoruz. Bir bakıma kendi durumumuzu anlamanın, açıklamanın ipuçları Marks’ta bulunmakta. Bugün bu ülkenin eğitimde yaşadığı sorunları konuşmak, müfredat, öğretim materyalleri, öğreticiler, öğretim tekniklerini konuşmakla sınırlanamaz. Okuldan önce iş bölümünü, üretimi, üretim koşullarını, üretenleri, politika belirleyicilerini, kısacası yaşamını sürdürmekte olan insanı ve ortamını konuşmamız gerekiyor. Onlardan, daha doğrusu yaşamdan yalıtılmış bir eğitim tarihte görülmediği gibi ne bugün ne de yarın olacaktır. Önemli olan bu ilişkinin sağlıklı biçimde kurulmasıdır. Bu, eğitimin kendine ait özellikleri olmadığı anlamına getirilmemelidir.
Tarihteki bütün sınıflı toplumlarda eğitim, egemen sınıfın ideolojisinin yeniden üretiminin ve topluma yayılmasının, kabul ettirilmesinin bir aracı olarak işlev görmüştür. Egemen sınıflar, hegemonik konumlarını koruyabilmek ve bireyleri üretim ilişkilerine uygun olarak yetiştirmek için eğitimi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. Bu bağlamda eğitim, egemen sınıfların ideolojik araçlarından biridir. Antik toplumlardaki eğitim sisteminden feodal toplumdaki kiliselere ve kapitalist toplumdaki üniversitelere kadar eğitimin başlıca amacı, egemen sınıfların çıkarlarına göre şekillendirilen toplumu mevcut sistemin devam etmesi gerektiğine ikna etmek, yeni kuşakları sistemin kendini yeniden üretebilmesi için gerekli formasyona sahip hale getirmektir. Egemen sınıfın kalıpları dışına çıkan eğitim anlayışları, tarihin her döneminde şiddetle reddedilmiş, yasaklanmış ve engellenmiştir. Kapitalist toplumda da eğitimin anlamı farklı değildir, ancak kendisinden önceki toplumlara göre çok daha karmaşık bir işleve ve işleyişe sahiptir. Kapitalizm için eğitim, bir yandan burjuva sınıfın toplum üzerindeki egemenliğini sürdürebilmesinin bir aracı ve eğitim kurumları da burjuva ideolojisinin üretildiği ve yayıldığı yerlerken diğer yandan da sermayenin hizmetine sunulmak üzere nitelikli iş gücünün yetiştirildiği, kapitalistler için meta üretiminin yapıldığı kurumlardır. Bu durum kapitalizmin ortaya çıkışından bu yana böyledir ve bu niteliği gittikçe artmaktadır. Dini kurumlar, eğitim sistemi, hukuk sistemi, medya gibi tüm araçlar ideolojik aygıtın birer parçasıdırlar. Burjuvazi bu araçları son derecede etkin bir şekilde kullanarak ve her gün bu araçlara yenilerini ekleyerek, hatta kimi zaman kendisine karşı olan araçları bile tersyüz edip içini boşalttıktan sonra topluma iade ederek ideolojik bombardımanını sürdürür. Burjuva-feodal devletin toplumun tamamını genel ve zorunlu bir eğitime tabi tutması kuşkusuz kendisinden önceki toplumlarla karşılaştırıldığında muazzam bir ilerlemedir. Fakat bu noktada burjuva-feodal eğitimin amacı, toplumu oluşturan bireyleri, kendisinin ve yaşadığı dünyanın bilincinde olan ve edindiği bilgiyi toplumun yararına kullanan özgür insanlara dönüştürmek değil, bu bilgiyi kendi sınıfının çıkarları doğrultusunda kullanan ve bunu da fazla soru sormadan itaatkâr bir şekilde yerine getiren ücretli kölelere dönüştürmektir. Toplumun geneli için eğitim ile sadece küçük bir azınlığın aldığı eğitim arasında, her alanda olduğu gibi derin bir uçurum vardır. Egemen sınıfların çocuklarının okuduğu okullar ile toplumun geri kalanının eğitim gördüğü okullar arasındaki fark, yarı feodal ve komprador kapitalist toplumun sahip olduğu eşitsizlikle doğru orantılı olarak her geçen gün daha da artmaktadır. Burjuva-feodal devletin bütün ideolojik argümanları eğitim sistemine de yansımıştır. Verilen eğitim baştan aşağı gerici ve idealist bir içeriktedir. Öğrencilerden bunları anlaması değil ezberlemesi istenir. Araştıran ve sorgulayan, doğru bulmadığını eleştiren, bildiğini savunan bir kafa yapısı burjuva-feodal eğitim anlayışıyla asla bağdaşmaz. Onun istediği kendisinin doğru dediğine doğru diyecek, yanlış dediğine yanlış diyecek, kısacası egemen ideolojiyi tartışmasız kabul etmeye yatkın, edilgen beyinlerdir. Kimi ülkelerde daha demokratik bir işleyişe sahip görünse de yarı feodal-komprador kapitalist sistemin tamamında başta üniversiteler olmak üzere tüm eğitim kurumları burjuva devlet aygıtının ya doğrudan bir parçasıdırlar ya da onun güdümündedir.
Son yıllarda Türkiye’de de kurulan özel üniversitelerin ve okulların varlığı, devletin eğitim sistemi üzerindeki etkisinin azaldığı anlamına gelmez. Burjuva-feodal devlet çok çeşitli ve karmaşık mekanizmalarla eğitim sistemi üzerindeki kontrolünü sürdürmektedir. Burjuva-feodal eğitim sisteminin devamı için konumlandırılan eğitim sisteminin kafa emeği yönünden yoğun ve bir o kadar da “dayatılmış seçeneksizlik” döngüsüne hapsedilmiş ve eğitim alanının paryaları olan özel okul öğretmenlerinin durumu bu işleyen çarklarından biridir. Kamu alanındaki yetersizlikler yazımızın gündemi olmasa da buradaki yetersizlikler had safhadayken özel okul öğretmenlerinin ezilenin de ezileni olduğunu söylemek abartı olmaz. Tamamen kâra odaklanmış ve ticari bir nesneye dönüşmüş eğitim anlayışı özellikle öğretmenlerin yaşamını bir sorun yumağına dönüştürüyor. Haftalık 50 saati aşan çalışma süreleriyle mola, ders boşluğu ya da dinlenceden mahrum bırakılan öğretmenler süreli iş sözleşmeleri ile belirsiz bir geleceğe mahkûm ediliyor, boşlukta asılı işçilere dönüşüyorlar. Son dönemdeki pahalılığa karşın asgari ücretin bile altında ücretlerle insanca çalışma sürelerinin çok uzağındalar.
OKULLAR KADAR SÖMÜRÜ DE ÖZEL
Özel sektör öğretmenleri çok temel ve rahatsız edici sorunlarla karşı karşıyalar; çalışma temposu nedeniyle gün sonunda ağır sanayi işçisi gibi son derecede yorgun, hatta bitkin ve meslekten bezmiş bir ruh haliyle çalışmaya devam etmek zorunda kalıyorlar. Özel öğretim kurumları sahipleri kârı büyütmek ve bunu yeniden gerçekleştirmek için doğal olarak en çok iş gücü maliyetini kısmaktalar. Bunun fabrikalarda işçilerin yaşadıkları sorunlarla ne kadar örtüştüğünü görmek mümkün. Maaşından yemeğine, kırtasiye ödeneğine kadar çalışanın hemen her bir hakkı sürekli tehdit altında. Hemen her iş kolunda olduğu gibi bu alanda da kadın emekçiler işsizlik tehlikesini erkeklere oranla daha çok yaşıyor. Örneğin, bu sektörde kadın bir emekçinin doğum izni kullanması neredeyse imkânsız. Süt izni de aynı şekilde gasbedilen haklardan birisi. Toplumda çocuk bakımı kadının sırtına yıkılmış durumda. Bu hemen her sektörde kadınları çalışma yaşamından koparan bir sürece dönüşüyor. Dolayısıyla büyük çoğunlukla kadın emekçiler iş veya annelik ikilemi arasında bir cendereye itiliyor. Kreş hakkı birçok yerde olduğu gibi özel öğretim kurumlarında da görmezden geliniyor. Özel öğretim kurumlarında kadın öğretmenlere hamile kalmamaları konusunda mobbing uygulandığı, hatta velilerin karşısına çıkarılıp “4 yıl hamile kalmayacağım” şeklinde beyan vermeye zorlandıkları dahi kamuoyuna yansımıştı.
Öte yandan ücretlendirmede de her sömürü alanının vazgeçilmezi cinsiyetçi emek sömürüsü burada da kendini gösteriyor. Eşit işe eşit ücret ilkesi bu alanda da ciddi sorunlarından bir tanesi. Özel sektörde çalışan kadın öğretmenler özellikle de evlilerse nasıl olsa evi kocası geçindiriyordur, denilerek düşük ücretlere mahkûm edilmek isteniyor. Kadına yönelik toplumdaki genel bakışı özel öğretim kurumları patronlarında da fazlasıyla görebilirsiniz. Yani eğitimli olmanın sömürü ile herhangi bir ters orantısı yok. Sömürünün acımasız işleyişi burada da kendini var ediyor.
Yine barınma en büyük sorunlardan. Alınan ücretler kiraya yetmiyor. Çoğu semtteki ortalama kira fiyatı kadar ücret alıyorlar. Yüzde 48,4’ü haftada 6 gün, yüzde 7,4’ü ise 7 gün mesai yapıyor.
Uzun çalışma saatleri nedeniyle öğretmenler tükenmişlik sorunu yaşıyor. Yüzde 12,2’lik kısmı sigortasız çalıştırılıyor ya da sigortalı olmasına rağmen öğretmen gösterilmiyor. Büyük kısmı MEB’in hazırlık ödeneği de dâhil olmak üzere hiçbir ek ücret alamıyor. Ek ders/ etüt ödemesini alabilen öğretmen oranı sadece yüzde 13,5. Geçinebilmek için birçok öğretmen ek iş yapmak zorunda kalıyor. Özel dersler bu ek işlerin en çok tercih edileni. Boya badana yapan, pazar yerlerinde inşaatta çalışan, taksi şoförlüğü yapan, inşaatta çalışan, kamyon şoförlüğü yapan binlerce öğretmen var. Bunlar yetmez gibi sosyal ve kültürel olarak da kendisini geliştirme imkânı bulamıyor. Zira tüm sosyal aktiviteler artık lükse giriyor.
10 NUMARALI İŞ KOLUNDA ÖRGÜTLENME ÇİLESİ
10 numaralı iş kolunda (Ticaret, Büro, Eğitim ve Güzel Sanatlar) iş kolunda bugün 4.222.728 çalışan var. Burası torba bir iş kolu ve patronlar için bir kaçış alanı. Yani diğer iş kollarında faaliyet yürüten şirketler sırf işçiler sendikalı olmasın diye iş kolunu 10 numaralı iş koluna çekiyor. Özel okul öğretmenleri de iş kolu tanımı itibariyle burada bulunuyor. Sendikaların başına musallat olan patron kıyakçılığı için çıkarılan Sendika Ülke barajı (ilgili iş kolunda SGK kayıtlarına göre ilgili iş kolunda çalışanların örgütlenme ve toplu sözleşme yetkisini alması için kayıtlı işçilerin yüzde birinin ilgili sendikaya üye olması zorunluluğu) barajı sorunu burada en büyük dert. Barajı aşabilmiş olan toplu iş sözleşme yapabilen iki sendika var ve bu iki sendika da aynı konfederasyona bağlı. Bu sendikalar da tepeden inme örgütlenmelerle çoğunlukla kamuda örgütleniyorlar. Özel sektöre odaklananlar bu alanın sorunlarına yönelik çalışan sendika değiller. 10 numaralı iş kolunda yaşanan sorunlar sadece özel sektör öğretmenlerini ilgilendirmiyor. Bu iş koluna karşı topyekûn bir mücadele örülmeli ki bu sömürünün kabuğu kırılabilsin. Esas unsur dayanışmayı örebilmektir.
Özel Okul Öğretmenleri ile yapılan bir röportajdaki birkaç cümle bile yapılması gerekenleri ve örgütlü olmanın gerekliliğini daha berrak anlatıyor: Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası’nın kurulması ile hayatında yanıt veremediği sorulara yanıt verdiğini ifade eden bir öğretmen, “Yıllardır karşıma çıkmasından korktuğum bir soru vardı: Yıllardır haktan, adaletten, mücadelen bahseden Hüseyin öğretmen kendi uğradığı hak gasplarına karşı ‘Neyi örgütledi neyi başardı nasıl bir mücadele etti?’ Bu soru yıllardır duvar gibi duruyor karşımda. Geç de olsa bu sorunun cevabına dair bir şeyler elde etmenin gururunu yaşıyorum” dedi. Sendikanın emek mücadelesinde önemli bir unsur olduğunu belirterek öğretmenleri bir araya getiren esas unsurun dayanışma olduğunu, “Bir sendika dayanışma kültüründen uzaklaşırsa, o sendikanın nereye varacağına dair önümüzde çokça örnek var. Buranın bana umut veren tarafı baştan itibaren gerçekçi bir dayanışma kültürü ve emek eksenli bir mücadele programının olması” dedi.
BİR MESLEK VE BİR SINIF AİDİYETİ
Sorunlar çok ve bıktırıcı, yorucu; çözüm ise birleşik örgütlü mücadelede. Üniversiteyle başlayan, aileleri de dahil olmak üzere mesleğe atılmayı, çalışmayı düşleyen milyonlarca insanın “kendini kurtarma” umudu üniversite bitip de hayatın yani, sistemin acımasız dişlilerinin arasına girdiklerinde yıkılıyor. Bu sistemin yarattığı sorunlarla boğuşarak bir yaşam kurmaya çalışsalar da bunları kabul etmedikleri son zamanlarda örgütlü ve sendikalı hareket etmeye başlamaları ile ileri bir boyut kazanmış durumda. Sorunun sadece bir meslek sorunu olmadığı bir sınıf sorunu olduğu da artık Özel Okul Öğretmenleri için de daha belirgin bir kavrayışa dönüşmesi önemlidir.