TC’nin Efrin’e başlattığı saldırıyla birlikte bu saldırının nedenleri, nereye doğru evrileceği, ne zaman ve hangi koşullarda biteceği ya da bitirileceği, Amerika ve Rusya gibi emperyalistlerin bu saldırıya hangi çıkarlar nedeniyle “yeşil ışık” yaktığı vb. sorular gündeme gelmiştir. Bu sorulara tam doğru ve kesin yanıtlar vermek şimdilik güç olsa da gerçeğin bir yerinden tutup ilerlemek mümkün. Kuds El Arabiya Gazetesi’nde çıkan bir yazının dikkat çektiği “rastlantıyla” başlayalım.
El Aşkar yazısında Efrin saldırısı için TC’nin kullandığı sembol ve söylemleri, İsrail’in 1982’de Lübnan işgali için kullandığıyla çok benzettiğini belirtiyor ve şöyle devam ediyor: “Türk ordusunun Suriye topraklarını istilasına ‘zeytin dalı’ adını vermesi ve 30 kilometre derinliğinde bir güvenli bölge oluşturmasına yönelik hedefin belirlenmesi, bize Siyonizm’in ordusunun 1982’de Lübnan’ı istilası ve 40 kilometre derinliğinde bir güvenli bölge oluşturması hedefine ‘Celile’ye Barış’ adını vermesini hatırlatıyor… [Ayrıca] Türk ordusunun, Suriyeli Arapların ‘Kürt’ teröristlerden kurtarılacağını iddia etmesi, Siyonizm’in ordusunun Lübnanlıları Filistinli teröristlerden kurtaracağı iddiasına benziyor.” Yazar dikkat çekici bir noktayı yakalamıştır. Daha dikkatli incelendiğinde benzerliğin argümanların ötesine geçtiğini görüyoruz.
TC, belli ki önemli bir Filistinli gerilla gücü bulunduran ve İsrail’in kuzey sınırlarına komşu olan, derin bir etnik ve inançsal yarılma ve iç savaş yaşayan 1970 ve 1980’li yılların Lübnanı’nı yakından incelemiş, üzerine çalışmıştır.
Lübnan işgaliyle ilgili anlatılara devam edelim: İsrail Lübnan’a girdiğinde tarih 5 Haziran 1982’dir. Gazeteci Cengiz Çandar o sırada Lübnan’dadır ve “Mezopotamya Ekspresi” isimli kitabında şöyle anlatır: “Güney Lübnan’ı silindir gibi geçen İsrail kuvvetleri Beyrut kapılarına yaklaşıyordu” saldırının üzerinden daha bir hafta geçmemişken İsrail Beyrut’a dayanmıştır.
İsrail’in Beyrut kuşatması tam üç ay sürmüş ve sonraki gelişmeler şöyle olmuştur: “Büyük güçlerin devreye girmesiyle İsrail kuşatmasını kaldıracaktı ama bunun karşılığında FKÖ Beyrut’u terk edecekti. FKÖ silahlı birlikleri ve sivil kadroları deniz yönünden Tunus’a, Yemen’e ve Cezayir’e; kara yönünden Suriye’ye doğru yola çıkarak Beyrut’tan ayrıldılar.” Efrin ve Efrin’i savunan SDG güçleri için Türk hakim sınıflarının hesapları da benzer olmalı. Tayyip sıklıkla “YPG’yi, YPJ’yi Efrin’den temizleyeceğiz” derken yukarıdaki manzarayı düşlüyor olmalı.
Beyrut’u son terk eden yani son sürgün Yaser Arafat’tı. Arafat’ın Beyrut’tan çıktığı tarih olan 30 Ağustos’tan 15 gün sonra sivil Filistinlilerin bulunduğu Sabra ve Şatila kamplarında eşine az rastlanır bir katliam yaşanmış, binlerce Filistinli İsrail askerlerinin denetiminde Falanjist milisler tarafından kesilerek, kurşunlanarak katledilmiştir. Silahlı güçlerinden arındırılmış, korumasız ve korunaksız kalmış bir halkın göstere göstere gelen sonudur. TC’nin bir “yerli ve milli” milis gücü mevcut; besleme ÖSO bugünün Falanjist milis gücüdür. TC’nin besleme milisler için bir Sabra ve Şatilla planlamasına muhakkak gitmiş olmalı.
Beyrut kuşatması, Filistinli gerillaların sürgünü, Sabra ve Şatilla katliamı ve Filistin Kurtuluş Hareketi’nin dönüşümü gibi gelişmelerden çıkartılacak büyük derslerin olduğunu, düşmanın da bu deneyimleri özellikle incelediği görülüyor. Egemenler heves etmiş olsa da Efrin Beyrut olmayacaktır, buna başta SDG savaşçıları, Kürt Ulusal Hareketi olmak üzere biz komünistler, devrimciler izin vermeyeceğiz.
DÜŞMAN GÜÇ GERÇEKLİĞİ EFRİN’E SALDIRININ KAYNAĞIDIR
İblib’deki cihadist güçlere karşı, Suriye devletinin başlattığı askeri saldırı TC için tetikleyici unsur olmuştu. TC’nin denetimindeki cihadistler rejim tarafından İdlib’den sökülüp atılmaya başlandığında görüşme masalarında TC’nin eli daha da zayıflıyor olacaktı. Efrin saldırısı TC’nin İdlib’de kaybettiğini Efrin’de kazanması demektir. Yani İdlib’deki cihadistlere karşılık Efrin’e saldırı izni almıştır TC.
“Türkiye’nin Efrin’de ne işi var?” diye bir soru sormak bizim açımızdan gereksizdir. Çünkü TC tarafında düşman kabul edilen silahlı bir Kürt Ulusal Hareketi mevcuttur. Mesele bu harekete ait güçlerin Efrin üzerinden Amanoslar’a girmesiyle sınırlı değildir. Suriye Kürdistanı’nda siyasi sistemle birleştirilmiş, askeri açıdan daha çaplı bir güç söz konusu ve TC’yi düşündüren, kıvrandıran da bu gerçekliğin kendisidir. O Efrin’e dönük saldırısı için uluslararası meşruiyetini buradan alıyor. Nihayetinde bahsettiğimiz egemen sınıflar dünyası içerisinde bir meşruiyettir. NATO dahil emperyalistler Efrin saldırısına onay veriyor ya da sessiz kalıyor olması bundandır. Gelişmelerin emperyalistlerin (bu özgülde Rusya ve Amerika’nın) çıkarlarına nasıl yansıdığı veya yansıyacağı konusu ilerleyen günlerde, emperyalistlerin konumlarını belirleyecektir. Öyleyse mevcut gelişmeler ve eğilimler nelerdir, bunlara bakalım:
DİPLOMASİ MASASININ ŞARTLARI ASKERİ SAHADA HAZIRLANIR
IŞİD’in sahadan silinmesi ve sahneden çekilmesiyle birlikte diplomasi, Suriye’nin geleceğini belirlemede esas unsur oldu. Astana’da başlayan Soçi’ye oradan da Cenevre’ye taşınacak bir diplomatik süreç işletiliyor. Soçi’de gerçekleşmesi düşünülen Suriye Ulusal Diyalog Kongresi Kürt Ulusal Hareketi’nin katılımının soruna dönüşmesi nedeniyle erteleniyordu. 29-30 Ocak’ta gerçekleşmesi planlanan Soçi toplantısına TEV-DEM ve ENKS’den kalabalık bir heyetin dahil olacağı Rusya tarafından açıklanması önemli bir gelişmeydi.
Rejimin İdlib’de Tahrir El Şam’a, TC’nin de Efrin’e saldırmasıyla Soçi toplantısının koşulları fiilen ortadan kalkmış oldu. Her ne kadar Soçi’ye katılım yönünde PKK tarafından (M. Karayılan) bir yaklaşım sergilenmişse de PYD önderliğindeki TEV-DEM Efrin’e saldırı koşullarında Suriye için bir ulusal diyalog kongresi toplanamaz diyerek toplantıya katılmayacağını açıklamıştı. Ve Soçi uzlaşması Efrin saldırısının seyrine göre biçimlenmek üzere başka bir tarihe kalmıştır.
Suriye’nin birliği, üzerinde mutabakat sağlanmış bir konudur. Suriye’nin geleceğine dair yürütülen diplomasi, savaşan tarafların çıkarlarıyla ilgili bir uzlaşı yakalama sorunudur. TC’nin Kürt ulusunu ve Kürt ulusal çıkarlarını dıştalayan tutumunun Suriye gerçekliğinde hiçbir karşılığı yoktur. TC’de bunun bilincindedir fakat o kendi politikasını koruyarak ve dayatarak düşmanın ileri hedeflerine set çekmekte, mevcut durumun gerisine itmeye çalışmaktadır. Aslında TC’nin güttüğü bu politika ABD ve Rus emperyalizminin de Suriye, İran, Irak gibi bölge devletlerinin de işine gelmektedir. TC’nin Cerablus’a saldırısı ve binlerce km2’lik bir alanı kontrol eder duruma gelmesi tamamen çıkarların örtüşmesiyle ilgiliydi. TC Cerablus’u içerisine alan bölgeyi kontrol ederek hem Rojava’nın birliğine kama gibi saplanmış hem de bölgede kaymakamlık, emniyet müdürlüğü, jandarma vs. kurarak bir Türk misyonu inşa etmiştir. Bugün Efrin saldırısını gerekçelendirirken de “üç milyon Suriyeli mülteciyi ve İdlib’deki cihadistleri bölgeye yerleştireceğiz” diyerek benzer bir plandan bahsediyor. Rojava’nın birliğinin engellenmesine dönük bu ve benzer hamleler çok daha önce baba Esad döneminde rejim tarafından yapılmış, Rojava’nın Fırat’ın batısına denk düşen bölgesine Arap aşiretler aktarılarak, bir “Arap kemeri” oluşturulmuştur.
2011 sonrası yaşananlar Rojava’nın birliğine doğru bir sürecin işlemesine imkan vermişse de TC’nin Cerablus, Azez, Mare bölgesini işgali şimdilik buna engel bir sonuç üretmiştir. Bu bir bakıma Suriye devletinin, TC eliyle kendi projesinin gerçekleştirmiş olmasıdır. İşgali altındaki bölgelerde TC’nin kalıcı olacağı ya da bölgeyi kendine katacağı (Hatay gibi) ihtimali ise günümüzde geçerli değil.
TC’nin Efrin’i dahil ederek geniş bir bölgeye , İdlib’deki cihadistleri ve Türkiye’deki mültecileri yerleştirme açıklaması PYD tarafından da ciddiye alınmış olmalı ki Efrin Özerk Yönetimi adına Suriye devletine çağrı yapılmakta, askerlerini göndererek Efrin’i savunmaları istenmektedir. Bu çağrıya yanıtın olumsuz olması şaşırtıcı değil. Çünkü TC yönetimi Esad rejimi için can düşmanı da olsa yapılan Suriye hakim sınıflarının çıkarlarıyla örtüşen bir hamledir.
Efrin’in yanı sıra Menbiç’e yönelikte bir saldırı olacağını SDG’nin Fırat’ın doğusuna doğru atılmak isteneceğini öngörebiliriz. Bu saldırı ne zaman ve nasıl olur bilinmese de Kürt Ulusal Hareketi’nin Efrin gibi Menbiç saldırısını da kabullenmeyeceğini ve en kararlı bir direnişle karşılayacağını biliyoruz.
“OYUN KURUCU”LUKTAN “OYUN BOZUCU”LUĞA TC’NİN İRTİFA KAYBI
TC yakın zamana kadar bölgedeki rolünü ve yerini tanımlarken “oyun kurucu” diyordu. Kobane Direnişi’yle başlayan ve Suriye sahnesine Rusya ve İran’ın aktif olarak girdiği (2015 Eylül) süreçten itibaren kaçınılmaz bir rol değişikliğine gitmiş ve “oyun bozucu” demiştir yeni misyonuna.
TC bu kavramı açarken emperyalistler özellikle Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere diğer bölge güçlerine kadar genişletiyor olsa da bunun kof bir şişirme olduğunu biliyoruz. Aslında TC daha gerçekçi bir rol tanımı yapmıştır. Yalnız bozmaya çalıştığı “oyun”, şişirdiği gibi yedi düvelin değil Kürt ulusal çıkarları yönünde hareket eden Kürt Ulusal Hareketi’nin politikası ve pratiğidir. Rojava’nın birliği ve bunun üzerinden şekillenen Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu TC’nin hedefindeki politikadır, TC bu politikaya engel olmak, onu bozmak istiyor.
TC’nin oyun bozuculuğu emperyalistlerin izin verdiği kadardır. Önce Cerablus şimdi de Efrin’e saldırı bu izinlerin sonucudur. Aynı sürecin Menbiç için işlemesi yönünde Kürt direnişi dışında kayda değer bir engel yok. Rusya için sorun Suriye’de elde ettiği kazanımlarla birlikte Suriye’nin inşa edilmesidir. Efrin’i, Cerablus’u, Menbic’i kaybetmiş ve Fırat’ın doğusuyla kalmış bir Kürt ulusal yapısı Rusya için endişe kaynağı olmayacaktır. Aynı durum ikinci başoyuncu ABD için de geçerlidir. ABD’nin yanı tartışma götürmez bir biçimde TC’nin yanıdır. O ezilen Kürt ulusunun çıkarlarını değil, tam tersine uşağı olan Türk hakim sınıflarını korur, savunur. Hem Rusya ve ABD’den hem de diğer emperyalist ülkelerden gelen “Türkiye’nin güvenlik kaygısını anlıyoruz” açıklamaları bu basit gerçeğin yansımalarıdır. ABD Dışişleri Bakanı R.Tillerson “askeri başarılar siyasi geçiş sürecinin garantisi değil” derken sahadaki kazanımlarına güvenen YPG/SDG’de dahil tüm güçleri uyarıyordu. Sahadaki durum belirleyici olmakla birlikte “oyun kurucu” olan emperyalistlerin çıkarları, istekleri ve son sözü söyleme hakkını nasıl da kendilerinde bulduğunu gösteriyor.
İktisadi ve siyasi durum emperyalistler arası çelişki üzerinde daha kızıştırıcı bir etki yapmaya devam ediyor. Koşullar bir dünya savaşını olgunlaştırıyorken, emperyalistlerle yarı-sömürgeler arasındaki ilişki itme ve çekme diyalektiği içerisinde, yer yer yarı-sömürgelerin “bağımsız” davrandığı ya da TC gibi “eksen değiştirdiği” görüntüleri oluşturuyorsa da gerçek durum yarı-sömürgelerdeki bağımlılık düzeyinin çok daha güçlü olduğudur. TC elbette Rusya’yla iş tutuyor ama bu “batı” emperyalizmi zinciri dahilinde kaldırılabilir düzeydedir. Her halükarda TC emperyalist zincirin önemli bir halkasıdır ve emperyalistler bu halkayı zayıflatacak hamleden uzak dururlar. ABD’nin kabaca söylersek Kürtler için TC’yi gözden çıkartması mevzu bahis olamaz. Dolayısıyla Kürt cephesinden gelen “bizi yalnız bıraktılar” sözü boş bir yakınmadır. Ortada bir “kandırma” olmadığını da belirtmeliyiz. ABD, Rusya gibi dünya karşı devrim cephesinin mızrak uçları olan, emperyalistler Kürt Ulusal Hareketi’nin değil, karşı devrimin üssü olan TC’nin yanında olurlar.
ÖKÜZE ÖYKÜNEN ŞİŞKİN KURBAĞA
Ama “zor oyunu bozar!” Efrin, Cerablus değil, SDG’de IŞİD değil. Ezilen bir ulusun örgütlü, bilinçli gücüdür YPG/YPJ. Haklılığından aldığı güçle direndiği ve savaştığı için “NATO”nun ikinci büyük askeri gücüne sahip bir devlete karşı tereddütsüz direniyor, savaşıyor. Peki işgalci TC ve ordusu ne için savaşıyor? Bu katliamcı, faşist devlet ve ordusu birincisi “oyun bozmak” ikincisi ise genelde Türk hakim sınıfları için, özelde ise iktidar kliğinin, iktidar gücünü pekiştirmek ve uzatmak için…
Fakat Avesta Xabur’un anlattığı gibi Efrin TC’nin çiğneyeceği bir lokma değil ve olmayacak da. TC Lübnan işgalcisi Siyonist İsrail’e öykünüyor olabilir ama sonu öküze benzemek için kendini şişiren kurbağa gibi olacaktır.
Engels bir eserinde kahramanlık çağının bittiğini söylemişti. Doğrudur; şimdi halklar kahramanlaşıyor!