“Ekonomik, toplumsal veya siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi, muhacaret.” Bu tanım günümüzde sayıları her geçen gün artan göçmen akışı nedeniyle neredeyse küresel bir gündeme dönüşen göçün TDK tanımıdır. Bugün II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından en büyük göç hareketleri yaşanmaktadır. Göç denildiğinde genellikle yalnızca bir mekânsal değişim ya da bir kitlenin yer değiştirmesi olarak algılanabiliyor. Oysa bu göç olgusunun oldukça idealist ve yüzeysel bir kavranışıdır. Göçün kendisi bir sonuç olsa da (bir çevre felaketinin, ekonomik durumun, siyasal atmosferin, savaşların vs.) yaşanmaya başlamasıyla göç, hem çıktığı hem gerçekleştiği bölgede önemli, sosyal-kültürel, ekonomik vb. değişimler yaratmaktadır. O halde gündemden düşmüyor oluşunu normal karşılamak “gerekmektedir.”
Göçü bu denli gündemde tutan nedenlerden biri göçmenlerin gerek göç yollarında gerekse de göçtükten sonra yaşadıkları zorluklardır. Egemenlerinse bu meselede kendi sorumluluklarını gizlemek adına kitlelerin bilincini bulandırmaya hız verdiğini görüyoruz. Egemenler bu çarpıtmalarla şovenizmi körükleyerek, ezilenler arasında düşmanlıklar yaratmaya çalışmaktadır. Halkların göçmesinin, göçtürülmesinin nedeni hakim sınıflarken bu durumu şovenizm zehri ile kapatıp bir de halkları birbirine düşman ederek halkları kolay yönetme aracına dönüştürüyorlar.
Haliyle bu göç olgusunun sistemle olan bağını ortaya koymak adına nedenlerine ilişkin bir analiz önem kazanmıştır. Bu her şeyden önce ezilen kitlelere bunca acıyı yaşatanların kimler olduğunu gösterecektir.
Göçün bugününü anlayabilmek için dününe yani tarihte aldığı şekillere de kısaca bakmak gerekiyor.
1. GÖÇÜN TARİHTE ALDIĞI ŞEKİLLER
Göç günümüze has bir olgu değildir. O insanlık tarihinin ortaya çıkması ile birlikte hep var olmuştur. Örneğin henüz sınıfların var olmadığı ilkel komünal dönemde de insanlar avlanabilmek gibi amaçlarla sürekli göç ediyordu. Yani o dönemden bu döneme hep var olmuş bir olguysa da tarih ilerledikçe değişen toplum biçimlerinin niteliğini ve niceliğini etkileyen bir olgu olmuştur. Yani feodal dönemdeki göçle, ilkel komünal dönemdeki göç aynı değildir. Her ne kadar şeklen aynı görünse de (yani insanların yer değişimine dayalı oluşuyla) öz ve nitelik anlamında farklıydı.
Örneğin köleci dönemde göç daha çok savaşlar vb. yöntemlerle köleleştirilenlerin ihtiyaç duyulan bölgelere zor yolu ile gönderilmesi şeklindeydi. Bu şekilde misal Karadeniz kıyılarında doğmuş, büyümüş bir insan Mısır’da veya Roma’da köle olarak çalıştırılabiliyordu. Yine 18. yüzyılda Afrika’dan köle olarak kaçırılan insanların Amerika’da platosyonlarda çalıştırılması, bunun en yakın ve bilinen örneğidir.
Feodal toplumda ise (bu toplum her ne kadar sosyo-ekonomik anlamda kapalı bir yapıya sahipse de) göçler yaşanmaya devam etmiştir. Burada da egemenler göçü kendi sınıfsal çıkarlarına uygun bir şekilde düzenlemeye çalışmışlardır. Bunun en bilinen örneği, Osmanlı’nın uyguladığı iskân politikasıdır. Yeni işgal ettiği alanlara iç bölgelerde yaşayan Türk ve Müslüman halkı göç ettirip yerleştirerek bu topraklardaki egemenliğini pekiştirmek ve kalıcı olmak istemiştir. Ancak bu dönemlerde de egemenlerin denetimi dışında hatta feodal düzene büyük zararlar vermiş göçler de söz konusu olmuştur. Özellikle Avrupa’da, feodal otoritenin baskısından bunalan birçok serf gruplar halinde ya da tek tek yaşadıkları toprakları terk edip, bu otoritenin uzanamayacağını düşündüğü yerlere, özellikle kentlere göç ediyor, birçoğu üretimden koparak lümpenleşiyordu. Osmanlı’da da Celali İsyanları döneminde milyonlarca köylü feodal vergilerin ağırlığı altında ezildiğinden, “çift bozarak” dağlara yönelmiş, üretimin de dışına çıkmıştır. Yüzyıllara yayılan bu isyan askeri olarak, Osmanlı’yı önemli bir gelir kaynağından mahrum bırakarak feodal düzeni ciddi anlamda sarsmıştır.
2. KAPİTALİZMLE BİRLİKTE GÖÇ
Kapitalizmin tarih sahnesine çıkması, göçleri de nitelik anlamında farklılaştırdı. Nicelik anlamında da göç bu dönemde tarihte eşi benzeri görülmemiş bir aşamaya yükseldi. Zira kapitalist toplum önceki toplumlara kıyasla en hareketli ve açık toplumdur.
Bu çerçevede büyük kitlesel göç dalgaları da sanayi kapitalizmi aşamasıyla başlamıştır. Zira kapitalizm emeğinden başka satacak bir şeyi olmayanı dolayısıyla mülksüzleştirilmiş ücretli işçi kitlelerine ihtiyaç duymuştur. Bu onun artı-değer sömürüsünün dolayısıyla sermayesinin büyümesinin en önemli koşuluydu. Bunun kaynağı olarak da köylüler görülmüştür. Kırsalda yaşayan köylüler zor yolu da dahil olarak çeşitli yöntemlerle mülksüzleştirilmiş ve kentlere yani kapitalizmin merkezlerine sürülmüştür. Ve elinde emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan bu kitleler ideal bir proletarya adayı haline getirilmiştir. Ayrıca kentlere sürülen köylülerin mülklerine el konulması da kapitalizmin ilkel sermaye birikimine hız katmıştır. Elbette bu göç ettirilenlerin bir kısmı işsizler ordusunu yani yedek sanayi ordusunu oluşturmuştur. Bu ordu işçi ücretlerinin sürekli baskı altında tutularak düşürülmesinde kullanılmıştır. Kapitalizmin gelişmesine paralel bir şekilde burjuvazi bu ordunun genişletilmesine ihtiyaç duymuş, bu sebeple kırdan şehre göçler süreklilik kazanmıştır.
Egemenlerin, göçü kendi çıkarlarına kullanma isteği ulus-devletlerin oluşma sürecinde de görülmüştür. Kapitalist sınıflar açısından üst yapıda en uygun örgütlenme ulus-devlettir. Bu sınıfların kendi iç pazarına hakim hale gelmesi bu şekilde mümkündür. Dolayısı ile homojenliği bozan farklı uluslar, inançlar, milliyetler “kapitalizmin şafağında”, ulus-devlet oluşumu aşamasında büyük kıyımlardan geçirilmiş, sürgünlere tabi tutulmuştur. Yani ulus-devlet oluşumu aşamasında da ezilenlerin büyük acılar yaşadığı, çoğunluğu zorunlu, büyük demografik hareketlere sahne olmuştur. TC’nin kuruluş süreci bu anlamda en net örneklerden biridir. Bu devletin kurulma aşamasında Ermeni soykırımı ve tehciri ile yüz binlerce Ermeni katledilmiş ve sürgün edilmiştir. Ulus-devletin oluşumunun ardından bu sefer devleti sağlamlaştırmak adına benzer uygulamalar Kürtlere ve diğer azınlık ulus-milliyetlere dönük olarak sürdürülmüştür.
Kapitalizmin emperyalizm aşamasına girilmesi ile birlikte sermaye dünyanın dört bir tarafını ahtapot misali sarmıştır. Sermayenin dünyanın en ücra köşelerine dahi girmesi, kapitalist ilişkileri de her tarafa taşımıştır. Kapitalist ilişkilerin, her tarafta belli oranlarda da olsa eski ilişki biçimlerini (feodal ilişkileri) çözmeye başlaması, geniş kitlelerin toprakla bağlarını hızla kopararak, onları “emeğini özgürce satan” ücretli emekçi durumuna gelmesini hızlandırmıştır. Emeğini satmaktan başka geçim yolu olmayan bir proleterin, işgücüne olan ihtiyaç neredeyse, oraya yönelmek, yani göçmek durumunda kalacağı açıktır.
Nitekim emperyalistlerin yarı-sömürge ve bağımlı kapitalist ülkeleri talan etmeleri sonucu geniş kitleler yerinden yurdundan edildi. Kırsalda belli oranlarda çözülmenin başlaması sonucu yarı-sömürge ve bağımlı kapitalist ülkelerde şehirlere geniş göçler yaşanmıştır. Lakin emperyalizme olan bağımlılık zincirleri nedeni ile ulusal sanayinin gelişmemiş olması göç eden nüfusun büyük kısmının istihdam edilmemesi sonucunu doğurmuştur. Yani şehirlere göç eden kitleler sefalet içinde yaşamış, büyük kitleler işsiz kalmıştır. Özellikle ülkemizde hamallık ve gecekondu bu durumun simgesi haline gelmiştir. Yarı-sömürge ülkelerdeki kırdan kente göç süreçleriyle kapitalist emperyalist ülkelerdeki kırdan kente göç sürecindeki fark da buradadır. Kapitalist ülkelerde göç eden nüfusu sanayide emecek altyapı varken, yarı-sömürgelerde yoktur. Yine emperyalistlerin çıkarttıkları I. ve II. Paylaşım Savaşları Avrupa için de yoğun göçlere sebep olmuştur. Özellikle II. Paylaşım Savaşı’nın ardından yarı-sömürge ve bağımlı kapitalist ülkelerden emperyalist ülkelere doğru yoğun göçler başlamıştır. Emperyalistler savaşın yarattığı iş gücü açığını kapatmak adına, bu göçleri teşvik etmiştir. Birçok ülke ile imzaladıkları işçi alım anlaşmaları bu kapsamdadır. Emperyalistlerin bu politikası 70’li yılların ortalarına kadar devam etmiştir. Yani yarı-sömürge ve bağımlı kapitalist ülkelerden emperyalist metropollere kitlesel göçlerin başlangıç tarihi, I. Paylaşım Savaşı’nın hemen ardından gelen yıllardır. Ve göçler aşağıda değineceğimiz üzere bugün de sürmektedir.
Özellikle 1970’li yıllarda ikameci sermaye birikim modelinin krize girmesiyle birlikte emperyalistler neoliberal sermaye birikim modeline giriş yaptı. Bu model çerçevesinde uygulanan politikalar sonucunda hem yarı-sömürgelerde ağırlığı kırdan kente olan iç göç hem de yarı-sömürge ve bağımlı kapitalist ülkelerden emperyalist metropollere dönük dış göç hareketleri iyice hızlanmıştır. Zira bu duruma yol açan neoliberal politikaların temelinde yarı-sömürgelerin sınırsız bir şekilde talan edilerek, bu ülkelerin kaynaklarının emperyalist metropollere transferi ve emperyalist sermayenin engelsiz hareket edebilmesi vardı. Bu çerçevede emperyalistler, yarı-sömürge ülkelerin tarım sektörlerinin tamamen tasfiyesine yöneldiler. Amaç küçük üreticiyi ortadan kaldırarak tarımı tamamen emperyalist tekellerin eline bırakmaktı. Nitekim emperyalistler, işbirlikçileri ile IMF ve DB patentli “yapısal uyum programlarını” devreye sokarak, uşaklarına “yasalar” çıkarttırarak bu ülkelerdeki tarıma büyük bir darbe vurdu. Köylülük üretemez hale sokuldu, hala da öyle. Bu durum kırdan kente göçlerde büyük artışlara sebep oldu. Göç eden kitleler emek yoğun sektörlerde, üretimini yarı-sömürge ve bağımlı kapitalist ülkelere taşıyan emperyalist tekellerin ve onlarla iş tutan kompradorların ucuz iş gücü kaynaklarından biri oldu. Zaten emperyalistlerin üretimlerini yarı-sömürge ve bağımlı kapitalist ülkelere taşımasının nedenlerinden başta geleni buydu. Düşen kâr oranlarını, ucuz iş gücüne kaynağında erişip artı değer sömürüsünü arttırarak, tekrardan yükseltmek istediler. Kırsalın çözülmesini hızlandırarak “bir taşla iki kuş” vurmuş oldular.
Lakin şehirlere göç de ezilenlerin durumunu iyileştirmedi. Tam tersine göç edenlerin ve halihazırda şehirde yaşayanların önemli bir kısmı zayıf sanayileşme nedeniyle işsiz kaldı. İşsiz kalanlar “yedek sanayi ordusu”nu oluşturarak işçi ücretlerinin sürekli düşük tutulmasında kullanıldı. Taşeronlaştırma, esnek çalışma vb. yöntemler devreye sokularak ücretlerdeki düşüş hızlandırıldı. Emekçilerin her türlü sosyal hakkı gasp edildi. Buna karşın hemen her alan sermayenin talanına açılarak özelleştirildi. Sonuçta neoliberal politikalar dünya zenginliklerinin emperyalist burjuvazi elinde merkezileşmesini, geniş kitlelerin ise mülksüzleşerek iyice yoksullaşmasını, kapitalist üretimin bu sonucunu hızlandırdı. Emperyalist metropollerde yaşayan değişik ulus ve inançlardan halk da bu yoksullaştırma dalgasından büyük oranda etkilense de kuşkusuz en çok yoksullaştırılanlar yarı-sömürge ve bağımlı kapitalist ülkelerde yaşayan halk oldu.
Tüm bu yoksullaşma, sefalet, yarı-sömürge ve bağımlı kapitalist ülkelerde yaşayanların bir kesiminin görece daha iyi yaşam koşullarına sahip olduğunu düşündüğü emperyalist ülkelere doğru olan göçünü arttırdı. Elbette bunda Rus sosyal emperyalizminin çöküşünün ardından burjuva ideolojik propagandanın etkisi ve neoliberal politikalarla işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi sonucu, halkta çaresizlik duygusunun ve “bireysel kurtuluş” fikrinin artmaya başlamasının da etkisi yadsınamazdır. Sonuçta bugün verilere göre göçmen sayısı “68 buçuk milyona” ulaşmıştır. Neoliberal politikaların yarattığı yıkım her geçen gün bu göçmen dalgalarını büyütüyor. Nitekim aynı verilere göre 2004’te “37 buçuk milyon” olan göçmen sayısının bugün neredeyse 2 katına ulaşmış olması, bize bunu anlatıyor. Son dönemde hayli gündemde olan, Honduras, El Salvador gibi orta Amerika ülkelerinde yoksulluktan kırılan halkın, ABD’ye başlattığı göç seferleri, sefalet sebepli göçlerin net bir resmini sundu. Bu ülkeleri ABD uzun yıllardır sömürmekte ve kaynaklarını talan etmektedir. Dolayısıyla bu ülkelerde yaşanan sefaletin baş sorumlusu ABD emperyalizmidir ve onun yarattığı yoksulluk, bugün kendisine göç olarak geri dönmektedir.
Elbette göçleri yaratan ve büyüten, salt bu ekonomi politikaları değildir. Emperyalizm, pazarları ele geçirmek ve hegemonya kurmak adına bir avuç tekelin ve onların devletlerinin amansız ve yıkıcı rekabetini içerir. Bu rekabet kapsamında emperyalistlerin çıkarttıkları küçük çaplı veya bölgesel savaşlar, çatışmalar yarı sömürge ve bağımlı kapitalist ülkelerde yaşayan ezici çoğunluğunu yoksulların oluşturduğu on milyonlarca insanı yerinden yurdundan etmiştir. Emperyalist dalaşın keskinleşmesi, bu tip savaşları da arttırmıştır. Dolayısıyla savaşlar sebebi yaşanan göçler her geçen gün artmaktadır. Bugün dünyada göçmenlerin büyük bölümü, Suriye, Yemen, Afganistan, Libya, Kongo gibi savaş bölgelerindendir. Emperyalistlerin bir kurumu olan BM’nin verileri bile göçmenlerin 25. 4 milyonunun çatışma ve baskılar nedeniyle topraklarını terk ettiğini söylüyor.
Savaşlara ek olarak, iklim ve doğa olaylarının, çevre felaketlerinin de bu göçlerin nedeni olarak gitgide daha çok öne çıktığı görünüyor. Elbette burada da suçlu doğa değil, emperyalistlerdir. Gözü kârdan başka bir şey görmeyen emperyalistler ve işbirlikçileri doğayı tahrip etmekte, iklimi, ekolojik dengeyi bozmaktadır. Bunun sonucunda, kuraklık, sel vb. felaketler artmakta, bu felaketlerden de esasta ezilenler etkilenmektedir. Salt iklim olayları değil, emperyalistlerin, işbirlikçilerin yardımları ile madencilik, tarım, baraj yapımları vs. nedeniyle çevreyi, doğal alanları talan etmeleri, bu bölgelerde yaşayan halkı göçe zorlamaktadır. Ülkemizde HES yapılan bölgelerin insansızlaşmaya başlaması buna örnektir. Yine en son Brezilya’da Amazon ormanlarının sistemli bir şekilde yakılarak, tarım ve madencilik şirketlerine peşkeş çekilmeye çalışılması, o bölgelerde yaşayan yerli halkın topraklarından sürülmesi ile el ele gitmektedir.
Tüm bu göçleri yaratan sistemin ve politikaların merkezinde yer alan emperyalistlerin göçmenlere yönelik tavırları ile her dönem ikiyüzlülükle maluldür. Özellikle göçmen akımlarının yöneldiği ana adres olan AB’li emperyalistler, 70’li yılların ortalarına kadar teşvik ettiği göçmen akımlarını, bu yıllarda yaşanan ekonomik krizin ardından engellemeye çalışmış, göçmenlere büyük oranda kapılarını kapatmıştır. Lakin bu durum emperyalistlerin bir bütün göçmen akışlarına karşı olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Zira AB’li emperyalistler II. Paylaşım Savaşı’nın ardından toparlanarak emperyalist rekabete tekrardan dahil olmalarında ucuz göçmen emeği sömürüsünün “önemini” görmüşlerdir. Bugün de kızgınlaşan emperyalist rekabette, ucuz göçmen emeği hala onlar için önemlidir. Lakin bu “ihtiyaçlarını” bugün için zaten ülkelerinde varolan göçmenlerle karşıladıklarını düşündüklerinden, yalnızca kalifiye emek gücüne sahip (doktor, mühendis vb.) göçmenlere kapılarını açmakta, geri kalanlarını ölüme terk etmektedir. Her türlü engeli aşarak gelmeyi başaran göçmenleri ise büyük bir iştahla sömürü çarkına dahil etmekten, genel olarak işçi ücretlerinin düşürülmesi için ucuz iş gücü ve yedek sanayi ordusu olarak kullanmaktan geri durmuyor. Ancak yukarıda dediğimiz gibi bugünkü temel yönelimleri “yük” olarak gördükleri göçmen kitlelerinin kıtaya gelişini önlemektedir. ABD’nin de benzer bir tutumda olduğu görülmektedir. Bu çerçevede kapıların kapatılması yetmiyor, sınır devriyeleri arttırılıyor, duvarlar örülüyor, hatta yarı-sömürge ülkelerle yapılan anlaşmalarla, bu ülkelere verilen rüşvet karşılığında göçmenler buralarda tutulmaya çalışılıyor.
Elbette alınan bu önemler göçleri durduramıyor. Sırf 2018’de 139 bin göçmen Avrupa’ya girmiştir. Ancak faşist ve ırkçı önlemlerin göçmenlere büyük acılar yaşattığını da eklemek lazım. Sınırlar kapatılarak göçmenler, insan kaçakçılarının eline itilmektedir. Bu kaçakçılık alenen devletler ve mafya ortaklığıyla kâr getiren bir sektöre dönüştürülmüştür. Bu güvensiz yolculuklar sonucunda devletlerin dolaylı-doğrudan katılımı ile göçmenler toplu bir şekilde katlediliyor. Emperyalistlerin göçmen akımını önleme adını bu katliamları bir politika haline getirdikleri ortadadır. Engellemeler nedeniyle son 20 yılda yaşanan 20 bin göçmen ölümünün yarısı son 3 yılda yaşanmıştır.
Burada altını çizmemiz gereken hususlardan biri de emperyalistlerin işbirlikçilerinin yaratmaya çalıştığı göçmen karşıtlığıdır. Bu ülkelerin hakim sınıfları hem göçmenleri yaratan politikalarda hem de göçmenlerin ucuz iş gücü olarak sömürülmesinde ortaklaşmışken, göçmen karşıtlığı yaratmada da aynı çizgide, ortaklıklarını koruyorlar. Amaçları halkların yoksullaşmaya, neoliberal politikalara olan tepkilerini, göçmenlere yönlendirerek, sistemin bekasını korumaktır. Bu çabaların sonucunda göçmenlere dünyanın hemen her tarafından saldırıların olduğunu, şovenizmden görece daha az etkilenmiş halk kesimlerinde dahi göçmen karşıtlığının yükseldiğini görüyoruz. Örneğin ülkemizde yapılan anketlerde göçmenlere karşı olanların %70-80 civarında olduğu belirtilmektedir. Görüleceği üzere egemenlerin bu çarpıtmalarına karşı mücadeleyi eksik bırakmak, ezilenlerin birbirine “düşmanlaşmasına” yol açıyor. Dolayısı ile şovenizme karşı mücadele bugün her zamankinden daha önemli bir görev haline gelmiştir. Halka göçmenleri ezenlerin de kendilerini ezen sistemin de aynı olduğunu anlatmalıyız. Tabi aynı zamanda göçmenlerin yaşadıkları zorluklara da duyarlı olmalı, devletin göçmenleri yalnızlaştırıp, tecrit ederek kontrol altında tutma çabasına mahal vermemeliyiz.
Sonuçta tüm bu acıları yaşatan göçü bu denli sorun haline getiren emperyalist kapitalist sistemdir. Bu sistem pazar için dolayısı ile kâr için yapılan üretimle karakterizedir. Ve bu özü eşitsizliklere, savaşlara ve yoksulluğa yol açarak, göçü yukarıda anlattığımız şekliyle tetiklemiştir her daim. Kâr uğruna değil, ihtiyaca göre üreten, sömürüyü, yoksulluğu, eşitsizlikleri ortadan kaldıran sosyalist sistem, göçü tam anlamı ile ortadan kaldırmasa da halka bu kadar sorun yaratan karakterini ortadan kaldıracaktır. Zaten sorun göçün kendisinde değil göçe niteliğini veren dolayısı ile onun nedenlerini ve sonuçlarını belirleyen sömürücü sistemdedir. Her şeyi ile ezilenlerin aleyhine olan sömürücü sistemler, elbette göç olgusunu da ezilenlerin yararına değil, kendi kâr hırsları çerçevesinde düzenleyecektir. Dolayısı ile bu sistem devam ettikçe sorunun çözüm şansı da yoktur.
Nitekim bugün gündemde olan göç olgusu da doğal nedenlerle oluşan bir sorun değildir. Hakim sınıfların sömürüsünün farklı dolayımlardan ortaya çıkarttığı bir sorundur. Emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı bir sorundur. Bundan dolayıdır ki bu sorun liberallerin bahsettiği gibi insanlığın yani tüm sınıfların sorunu değildir. Bu sorun başta işçi sınıfı olmak üzere, çeşitli renk, ulus, milliyet, cins ve dinden ezilenlerin sorunudur. Kapitalizm yaşamını uzatmak, krizlerini aşmak için her türlü yola başvurmaktadır; katliamlar yapmakta, yoksulları yerinden, yurdundan etmektedir. Bu göçün yaratıcısı, emperyalistler ve işbirlikçileri gerici-faşist devletlerdir.
Gelinen aşamada kapitalizmin halklara dönük saldırıları o kadar pervasızlaşmış ve devasa boyutlara ulaşmıştır ki göç, halkın acil gündemlerinin içinde yer almıştır. Devrimciler, komünistler açısından da yalnızca belirlemeler yapılıp, geçilecek bir konu olmaktan çıkmıştır.
Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri bu sorunu kendileri yaratmamış gibi, sorun karşısında timsah gözyaşları döküp, “yaratılan sorundan nasıl kâr elde ederim”in peşine düşmüştür. Sahte gözyaşları ile BM’den, AB’nin çeşitli kurumlarında ve yarı-sömürgelerin gerici devletlerine kadar sözde bu soruna “çözüm” aramaları, halkları kandırma operasyonu olarak okunmalıdır. “İnsanlığın büyük sorunu”, “insanlığın büyük acısı” gibi sözler kapitalist sistemin ezilenlere saldırısını gizler niteliktedir. Şuan için emperyalistler ve yerli işbirlikçileri, bu sorundan, yönetebilme durumlarını güçlendirmek için halkları birbirine sunu çelişkilerle düşürerek yararlanmaktadır. Yani ezilenlerin arasında çelişkiler oluşturarak hem kendisini aklayıp, hem de yönetme kabiliyetini güçlendirmektedir. Buna karşı mücadele edilmeli ve teşhir etkin bir biçimde kullanılmalıdır.
Buna karşı mücadele soyut söylemlerden öte somut planlara dönüşmek zorundadır. Göçmen dernekleri kurulabileceği gibi işçi sınıfı, köylülük başta olmak üzere ezilen ulus ve milliyetler, ezilen dini inançlar, ezilen cinsler için de bu sorunu yaratanlara karşı mücadele araçları örgütlenmede kullanılmalıdır. Göçmenlerin “örgütlenmeden” uzak durmalarının anlaşılır sebepleri olabilir ama bu sebeplerin aşılması için bıkmadan usanmadan çalışılmalıdır. Bu emperyalist ve yerli işbirlikçilerinin halklara saldırı politikalarını boşa çıkarmak için zorunludur. Bu kapsamda yürütülen çalışmalardan tez sonuç alınması beklenmemelidir. Kararlı ve uzun erimli bir mücadele öngörülmelidir.
İşçi sınıfını şovenizm zehri ile boğmalarına karşı mücadelede yürütülmezse ne işçi sınıfına sınıfsal bilinç taşınabilir ne de işçilerin birliği sağlanabilir. Bu sorun işçi sınıfının en önemli sorunlarından birisi olarak kavranmak zorundadır. Ezilenlerin en önemli sorunlarından birisidir. Bu sorunu ne AB ne de BM çözer. Bu sorunun nihai çözümü bu sorunu yaratanların ortadan kaldırılmasıdır. Yani göç sorunu ile mücadele devrimci mücadelenin bir parçası olarak ele alınıp değerlendirilmek zorundadır. Sermayenin engelsiz dolaşımı gibi, emek gücü de “engelsiz” dolaşmaya başlamıştır. Artık Avrupa kentlerinde de Türkiye’nin en ücra kentlerinde de yalnızca emek gücünü satarak yaşama tutunmaya çalışan göçmenleri görmek mümkündür. O zaman onlar da mücadelenin kitle hedefine girmektedir. Yani salt “yerli” işçi-köylü ve ezilen halk kitlelerine örgütleme, bunlara bu kapsamda bilinç taşımadan öte, göçmenlerin örgütlenmesi de sınıf bilinçli proletaryanın görevleri arasındadır.
Ülkede bu sorunu yakıcı bir biçimde gündeme getiren olgu Suriyeli göçmenlerin kitlesel boyutlara ulaşmasıdır. Bu sorunu da emperyalistlerle birlikte yaratan yerli işbirlikçi devletlerdir. Hem Suriye’nin paylaşılması için aktif rol alarak, orada halkların katledilmesinde önemli bir rol almışlardır, sonra o plan tutmayınca Esad’ın katliamlarından kaçanların çaresizliğinden sözde koruyuculuk altında faydalanmaya çalışmaktadır.
Diğer taraftan bu kriz ortamında işsizliğin zirve yaptığı durumda, işçi sınıfı şovenizmin körüklemesiyle aynı sınıftan insanları bu sorunun yaratıcısı olarak görmektedir. İşsiz olmalarının da yine Suriye’den göçmenlerin gelmesinin de sorumlusu faşist devlettir. Dolayısı ile sorunu yaratanlar her durumda sömürülerine sömürü katarken, işçiler, yoksullar bu sorunun faturasını kanla, gözyaşıyla ve alınteriyle ödemektedir. Sorun bu boyutu ile görüldüğünde göçmenlik sorununun komünistlere, devrimcilere ikili bir görev yüklediği açığa çıkmış olur. Bu, hem göçmen işçiler hem de diğer işçiler, köylüler ve ezilenler arasında bu sorunu politik iktidar mücadelesinin bir parçası olarak ele alıp bilinç taşıma ve örgütleme görevidir.
Kapitalist sistemin gelmiş olduğu boyutta, bu sorun gelip-geçici bir sorun da değildir. Emperyalist-kapitalist sistem krizini aşmak için savaşlara, yıkımlara eskisinden daha fazla ağırlık vermektedir. Dolayısı ile bu göçmen sorunu azalmayacağı gibi daha da artarak devam edecektir. Bundan dolayıdır ki komünistler bu soruna gelip-geçici bir sorun olarak bakamaz. Mücadelenin bir bileşeni olarak ele almak durumundadır. Hem işçi sınıfının şovenizm zehri ile zehirlenmesine karşı sürekli bir ajitasyon/propaganda faaliyeti yürütmekle yükümlüdürler hem de göçmen işçiler arasında sistemi teşhir eden, sorunun yaratıcısını açığa çıkartan bir A/P yürütülmek zorundadır. Bu iki görev ertelenmemelidir.
İşçi sınıfı zaten ortaya çıkışından günümüze kadar hakim sınıflar tarafından şovenizmle her daim zehirlenmiştir. Savaşın boyutlandığı her durumda şovenizmin dozu arttırılmıştır. Kürt göçmenler bundan dolayı bir dizi zorlukla karşılaşmıştır. Dün Kürt işçilere yapılanlar bugün Suriyeli işçilere yapılmak isteniyor. Düşük ücretle, güvencesiz, en tehlikeli, en zor sektörlerde çalıştırılmak göçmenlerin karşılaştığı sorunların başında geliyor. Burjuvazi de artı-değer sömürüsünü arttırıp kârına kâr kattığı için göçmenlerden hiçte rahatsız değildir. Pazara çıkmış emek gücü arttıkça değeri de düşmektedir. Türk burjuvazisi bundan rahatsız değildir.
Sonuç olarak bu sorunu yaratanlar sorunu çözemezler. Bu sorun ancak bunu yaratan sistem ortadan kaldırılarak çözülür. Dolayısıyla bu sistemi ortadan kaldırma mücadelesinin bir parçası olarak göçmenleri örgütleme ele alınmak durumundadır. Bu bilinçle devrimciler, komünistler görevlerine dört elle sarılmalıdır.
(BİTTİ)
*Bu yazı dizisi Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 47. ve 48. sayısından alınmıştır.