Birinci olarak, Osmanlı İmparatorluğu döneminin, gerek Balkanlar gerek Ortadoğu’da halklar ve hatta da bu bölgelerin egemenleri nezdinde olumlu izler bıraktığı iddiası, ilk bölümde de aktardığımız tarihsel gerçeklere uymamaktadır. İkinci olarak, Türkiye, emperyalizmin yarı-sömürgesidir ve ekonomistlerin ürettiği yüksek teknolojiye bağımlıdır ve ithal edilen parçaların montajlanmasına dayanmaktadır. Ancak orta ve düşük teknoloji gerektiren ürünler üretebilmektedir. NATO üyesi olan bu ülkenin askeri alt yapısı ve stratejik silahlar noktasında da emperyalistlere, özellikle de ABD’ye bağımlıdır. Dolayısıyla böyle bir ülkenin, emperyalistlerin cirit attığı ciddi anlamda önem verip-güç yığdığı bir bölgede, bağımsız hele hele başat bir aktör olabileceği, “bölge liderliği” yapabileceği iddiaları, bir safsatadan ibarettir. Tamamen feodal bir dünyanın imparatorluğunu, bugünün emperyalist-kapitalist dünyasında yarı-sömürge bir devletin canlandırabilmesi mümkün değildir. Yani Türk hakim sınıflarının iddia ettiği gibi Osmanlı İmparatorluğu, bölge tarafından özlenip, hayırla yad edilen bir dönem olsaydı bile bu mümkün olamazdı. Türk devleti olsa olsa bir emperyalist gücü arkasına alarak onun uşağı olarak bölgede etkili bir aktör haline gelir. Tek başına davranmaya, emperyalistlerin kendisine çizdiği ajandadan sapmaya başladığındaysa ileride de değineceğimiz üzere sonu hüsran olmakta, bölgede tecrit olmaktadır. “Stratejik derinlik” örtülü olarak Arap coğrafyasının Türk devleti tarafından yarı-sömürgeleştirilmesini savunmaktadır. Lakin kendisi de yarı-sömürge olan bir ülkenin, kendisine sömürge alanları yaratması, ekonomi bilimine aykırıdır.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir başka nokta Türk devletinin, Ortadoğu’da izlediği yayılmacı politikanın AKP’nin İslamcılığına Erdoğan’ın hırslarına bağlamanın yanlışlığıdır. Özellikle CHP vd. düzen partileri, izlenen politikanın halkta yarattığı tepkinin devlete yönelmesini önlemek adına bu tür söylemleri kullanmaktadır. Reformist solun büyük bölümü ve hatta kimi TDH bileşenleri de tüm suçu AKP’ye yıkıp devleti aklayan bu söylemleri kullanabilmektedir. Oysa ilk bölümde de aktarıldığı gibi Türk hakim sınıfları güçlendiklerini düşündükleri her dönemde benzer politikalar izlemişlerdir. Hakim sınıfların gözünde eski Osmanlı toprakları, özellikle Arap coğrafyası, hâlâ kendilerinin haklarıdır. Özellikle AKP döneminde özelleştirme vurgunlarıyla ülkeye akan emperyalist sermayenin kırıntılarıyla semirip güçlendiğini düşünen Türk komprador burjuvazisi, emperyalistlerin taşeronu olarak, yeni pazar alanları yaratabilme düşüncesiyle, Ortadoğu’ya ilişkin yayılmacı bir siyaset izleme arzusundaydı. AKP’nin yayılmacı söylem ve politikaları bu arzunun bir ürünüdür. Ortadoğu politikasında, İslami söylemlerin sık kullanılması, Müslüman Kardeşler gibi İslamcı örgütlere destek verilmesi, AKP’nin ideolojik tercihleri kaynaklı değil Türk devletinin yayılmacı siyasetine başarı kazandırmak için başvurulan yöntemlerdir. Pragmatist bir yapıya sahip olan burjuvazi, ideolojik tercihlerine göre değil kendi sınıf çıkarlarına göre siyaset yapar. İdeolojik tercihlerini de çıkarları belirler. Bugün yayılma adına İslami bir örgüte destek verilmesi gerekirse verir, ertesi gün de bambaşka bir kimliğe sahip olan bir yapıyı destekleyebilir. Hakim sınıflar bu söylem ve politikalarla başarıya ulaşabileceklerini düşündükleri için İslami bir kimliğe bürünen AKP’yi başa geçirmişlerdir. ABD’de Türk devletinden kendisi adına “Sünni alemine” liderlik etmesini istiyordu. Türk hakim sınıfları Ortadoğu’da etkili olabilmenin yolunun ABD’nin desteğinden geçtiğini düşündüklerinden en çok da ABD ile uyum adına AKP’yi ve din soslu söylem ve politikaları tercih etmişlerdir.
AKP liderliğinde Türk hakim sınıfları Ortadoğu’daki yayılmacı emellerini gerçekleştirmek bölgedeki emperyalistlerden daha fazla kırıntı alma adına, ilk günden itibaren kendini pazarlayarak ABD’nin saldırgan stratejisine baş uşak olarak katılmaya çabalar. Bu doğrultuda Irak işgalini de destekler ve koalisyonuna “asli ortak” olarak katılmaya çalışır. Türk hakim sınıfları yeniden Kerkük, Musul hayalleri görüyor, Irak’a binlerce asker sokarak, Kürtlerin bir statü kazanmasını önleyebileceğini, KUH’un yerleştiği bölgelere saldırabileceğini hesaplıyordu. Türk hakim sınıfları, ABD’ye işgalde kendi topraklarını kullandırma karşılığında bu şartları dayatıyordu. Ancak ABD hem Kürtlerde hem de Araplarda, Türk askerinin yaratacağı rahatsızlıktan, KDP ile Türk askeri arasında çatışmalar yaşanabileceğinden çekindiğinden, Türk egemenlerini işgal koalisyonunun asli unsuru olarak kabul etmez, TC devletinin rolünü ABD askerine topraklarını ve üslerini açması olarak sınırlandırır. ABD ile pazarlıkta el yükseltmek isteyen Türk hakim sınıfları, ABD askerinin ülkeye yerleşmesi için gerekli tezkereyi meclisten geçirmez. Bu gelişme üzerine ABD, Türk devletini büyük oranda dışarıda bırakarak işgali gerçekleştirir. Türk devletinin pazarlık hamlesi elinde patlar, ABD ile ilişkileri gerilir ve Ortadoğu hayalleri bir süre için suya düşer.
ABD’nin işgal stratejisi halkın direnişi ile çöker. ABD Irak’ı haftalar içinde işgal etmiş olsa da halkın işgale karşı direnişi ile batağa saplanır. Irak’ta saplanılan batak, aynı zamanda ABD’nin “tek kutuplu dünya” söylemlerinin safsatadan ibaret olduğunun göstergelerinden biri olur. ABD’nin “tek kutuplu dünya” rüyaları kısa sürede çöker. Rusya, Putin liderliğinde yeniden toparlanıyor, Çin artan ekonomik gücü ile ABD hegemonyasını tehdit ediyor, AB’li emperyalistler, ABD’nin etkisinden sıyrılarak nüfuz alanını genişletmeye çalışıyordu. Tüm bu emperyalist güçler, ABD’nin Irak’ta sıkışmasını fırsat bilerek Ortadoğu’da da etkilerini artırmaya çalışıyordu. Bunun üzerine ABD Ortadoğu’ya ilişkin salt kaba askeri güce, doğrudan askeri işgale dayanan politikasını revize etmek zorunda kaldı. ABD askeri gücünü, hegemonyasına yönelik esas tehdit olarak gördüğü Çin’i çevrelemek adına Asya-Pasifik bölgesine kaydırmanın hesaplarını yapmaktaydı. Asya-Pasifik, ABD strateji belgelerinde, esas bu durum ABD’nin Ortadoğu’yu terk edeceği, bölgede Irak işgali ile başlattığı hegemonyasını güçlendirme emellerinden vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. ABD güçlerinin bir kısmını Asya-Pasifik’e kaydırmadan önce Ortadoğu’yu yeniden dizayn ederek arkasını sağlama almak istiyordu. Bu hedefle ABD, kısa adı “BOP” olan “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Planı”nı öne sürdü. Bu plan uyarınca ABD, bölgede Rus ve Çin emperyalistlerine yakın duran rejimleri devirmeyi, kendi uşağı olan ancak hantal ve sürekli sorunlar yaratan rejimleri dönüştürmeyi hedefliyordu. Ancak BOP, salt kaba askeri güce dayanmıyordu. ABD hedef aldığı rejimleri, diplomatik-ekonomik baskılarla, iç savaşları kışkırtıp kendi dümenine girebilecek muhalifleri destekleyerek ve bölgedeki uşaklarına daha aktif misyonlar yükleyerek devirmeye veya ABD’ye biat etmeye zorlamaya çalışıyor. Elbette gerektiğinde, askeri güç ve işgaller de devreye sokulacaktı ancak bu son çareydi.
Türk devleti ABD’nin desteğiyle birçok Arap devleti ile ilişkilerini geliştirdi, bölgedeki etkisini önemli ölçüde artırdı. Arap devletleri, Türk devletinin bölgede artan etkisinden rahatsız olsalar da ABD’nin verdiği destek nedeniyle Türk hakim sınıflarıyla ilişkilerini geliştirmekten geri durmadı.
Diplomatik, ekonomik ve siyasi baskılarla istediğini elde edemeyen ABD, 2010 yılında başlayan Arap Baharı ismi verilen halk ayaklanmalarını fırsata çevirerek, hasım gördüğü veyahut artık hizmet süresini doldurduğunu düşündüğü rejimleri devirmek ister. ABD mevcut rejimleri devirmek ve halk hareketlerini sönümlendirmek adına birçok Arap ülkesinde örgütlü durumda bulunan Müslüman Kardeşler örgütünü kullanır. Mısır ve Tunus’ta, halk hareketlerini kaldıraç olarak kullanan Müslüman Kardeşler iktidara yerleşti. Libya’da da emperyalist müdahale ile Kaddafi devrildi, Müslüman Kardeşler iktidarı gasbetti. Suriye’deki rejimin devrilmesi, Türk devleti, Suudi Arabistan ve Katar’a havale edilir. S. Arabistan ve Katar’ın finanse ettiği cihatçılar Türkiye tarafından eğitilip-donatılarak 2011 yılında başlayan protestoların ardından Suriye’ye sokulur.
Müslüman Kardeşler’e henüz “Arap Baharı” süreci öncesinden yatırım yapan, Ortadoğu’da yayılma adına bu örgütü aparat olarak kullanmak isteyen Türk devleti, yaşanan bu süreçle birlikte Osmanlı rüyaları görmeye başladı. Erdoğan’ın Mısır, Tunus gibi bölge ülkelerine yaptığı ziyaretlerde “Müslüman Kardeşler” tarafından coşkuyla karşılanışı Türk devletinin bu rüyalarını körükledi. Artık “Ortadoğu’nun Türkiye’de sorulacağı”, “bölgenin yeni yönetim merkezinin İstanbul olduğu” safsataları bizzat devlet yöneticilerince dillendirilmekteydi.
Ancak Türk devletinin gördüğü bu rüya, ABD’nin Müslüman Kardeşler’i gözden çıkarması ve BOP’u rafa kaldırdığı 2014-15’li yıllardan itibaren kabusa dönüştü. Müslüman Kardeşler’in iktidara geldiği ülkelerde daha ilk yıllarda halk isyanlarının alevlenmesi, S. Arabistan ve İsrail’in bu örgütten duyduğu rahatsızlık gibi faktörler, ABD’nin, kontrolden çıkarak, Türkiye’ye fazla yakınlık gösteren Müslüman Kardeşler’in fişini çekmesine yol açtı. Bu politika değişikliğinin ilk göstergesi de Mısır, Körfez ülkeleri ve İsrail’in de desteğiyle Müslüman Kardeşler mensubu Mursi yönetiminin darbe ile devrilmesi oldu. Hemen ardından ABD, Suriye politikasını revize ederek, rejim değişikliği hedefinden vazgeçti.
TC devleti, ABD’nin kendisine dayattığı politika değişimlerini, özellikle Müslüman Kardeşler’den desteğini çekmesi isteminin, Ortadoğu’daki yayılmacı emellerini sekteye uğratacağını ve yeni dönemde kendine daha az rol verileceği şeklinde de okumaktadır. Bu sebeple o günden bu yana ABD ile gerilim yaşama pahasına Ortadoğu politikalarını değiştirmeyi reddetmektedir. Kof bir özgüvenle, Arap Baharı ve öncesinde, ABD’nin desteğiyle bölgede sağladığı etkiyi kendi gücünün eseri olarak görerek bu politikalarda ısrar etmesi durumunda ABD’yi de ikna edebileceğini düşünmüştür. ABD’nin bölgede komple politika değişikliğine gittiği durumda Türk devleti ile temelde Kürt politikalarında ayrı düşmektedir. Türk devleti, Kürt düşmanlığında ısrar ederken, ABD Kürtleri desteklemeyi bölge politikası açısından uygun bulmaktadır.
2008 mali krizi ile birlikte ABD emperyalizminin gücünde meydana gelen görece zayıflama ve Rusya-Çin emperyalistlerinin güç kazanması ile beraber emperyalist rekabetin keskinleşmesi, kimi daha güçlü yarı-sömürge ülkelere göre bağımsız bir politika izleme şansı vermiştir. Türk devleti de 2015 yılında Suriye’ye müdahale ederek bölgeye yerleşen Rusya ile ABD’yi dengeleyerek kendine alan açacağını düşünmüştür. Çelişkilerden faydalanarak bölge devletlerinin lideri olabileceğini, Arapların “abisi” olabileceğini, kendi nüfuz alanlarını yaratabileceğini düşündü/düşünüyor. Sünni aleminin lideri olma iddiasını sürdürüyor. Bu doğrultuda Rusya’ya taviz üstüne taviz vererek Suriye’ye girilmiş, Libya’da Müslüman Kardeşlerci hükümeti kurtarmak adına, süren iç savaşa müdahil olunmuş, Katar, Somali gibi ülkelerde askeri üsler kurulmuştur.
Ancak bu politikaların iflasla karşılaşması kaçınılmazdır. Özellikle Arap devletlerinin Türk devletinin “abiliğini” kabul edebileceği, onun nüfuz alanına dönüşeceği hayalleri çok kısa sürede çökmüştür. Arap Baharı sürecinde ortaklık yapılan, birlikte Esad rejimini devirmeye girişilen S. Arabistan ve diğer Körfez monarşileri ile dahi ilişkiler kopma noktasına gelmiştir. Arap dünyasının en önemli iki aktörü olan Mısır ve S. Arabistan, her alanda Türk devletinin karşısında konumlanmışlardır. Libya’da, Sudan’da, Türkiye’ye yakın yönetimlerin darbeyle devrilmesini desteklemiş, Türkiye ile yakın ilişkilerini sürdüren Katar’ı ablukaya almış, D. Akdeniz’de, Türkiye’ye karşı Yunanistan’la ittifak yapmıştır.
Arap devletlerinin, özellikle S. Arabistan’ın AKP yönetimindeki Türk devleti ile cepheden karşı karşıya gelmiş olmasının birçok kültürel, tarihsel, politik ve ekonomik nedeni vardır. Bunlardan en önemlisi, Türk devletinin bölgede izlediği yayılmacı politikanın, Arap coğrafyasına nüfuzunu arttırma çabalarının Arap devletlerinde yaratmış olduğu tepkidir. Gerek Türkiye gerek Arabistan gerekse de Mısır, emperyalizmin, özellikle de ABD’nin yarı-sömürgesi olan devletlerdir. Her ne kadar askeri-siyasi gücü ile bölgenin öne çıkan devleti Türkiye olsa da ne Arabistan’ın ne Mısır’ın ne de diğer Arap devletlerinin bir yarı-sömürge devletin kendilerine “abilik” yapmasını kabul etmemektedirler. Kaldı ki ne köklü bir devlet geleneğine sahip olan Mısır’ın ne de sahip olduğu petrol kaynakları ve petro-dolar sermayesi ile emperyalistler açısından oldukça stratejik bir konuma sahip olan Arabistan’ın, Türk devletinin bölge liderliğini kabul etmeleri hiç mümkün değildir. İkinci olarak, Arabistan’da, Mısır’da bölgesel rekabette, Türkiye’nin rakipleridir. Bu iki devlette uzun bir süredir bölgedeki diğer Arap devletlerine liderlik yapma iddiasındadırlar. Her üç devlet de emperyalistlerin bölgedeki stratejilerinde daha büyük roller kapmak için yarış içerisindedirler. Dolayısıyla özellikle ABD’nin desteğini kaybetmiş bir TC devletinin bölgede etkisini arttırma çabalarını kabul etmeleri, tepkisiz kalmaları düşünülemezdi. Diğer taraftan S. Arabistan, Mısır ve Körfez monarşileri, iktidarlara ortak olabilmek adına seçim gibi talepleri bulunan, görece liberal bir çizgiye sahip olan Müslüman Kardeşler’i, kendi rejimlerine yönelik tehdit olarak görmektedirler. Öte yandan ABD’nin, denetiminden çıkmış bir TC devletinin, bölgede nüfuzunu artırmasına, stratejik konuma sahip olan Arap devletlerini etki altına almasına göz yumması da mümkün değildir. Yani TC devletinin zayıf ve bağımlı ekonomisi ile emperyalistlere rağmen hele onlarla rekabet ederek, bölgede yayılabilmesi, kalıcı kazanımlar elde etmesi söz konusu olamaz. ABD’nin, TC devletini hizaya sokmak adına bölgedeki uşaklarını da kullanması kaçınılmazdır. Nihayetinde bugün S. Arabistan, Mısır gibi devletlerin, TC devletine karşı gerçekleştirdiği her hamleyi, ABD’nin Türk devletini sınırlamaya yönelik bir adımı olarak da okuyabiliriz.
Son dönemde Arap devletleri ile yaşanan gerilimler TC devletinin, Ortadoğu’daki yayılmacı siyasetinin çöküşüne işaret etmektedir. Zaten gerçeklikten kopuk, geçmiş “başarılı günler”le bugünü açıklamaya çalışan, idealist-irrasyonalist, romantik tarih okuyuşunun, kendi gücünü abartmanın, hatta efendisinin gücünü, kendi gücü sanma aymazlığının ürünü olan bu politikanın farklı bir akıbetle karşılaşması mümkün değildi. Tam anlamıyla, TC devleti bölge politikalarıyla duvara toslayarak, yarı-sömürge, yarı-feodal olma gerçekliğiyle bir kez daha tanışmıştır. Fetihçi söylemler, yayılmacı politika neredeyse bütün Arap devletlerini kendine düşman etmekle, bölgede tecrit olmakla sonuçlanmıştır. AKP dönemi, Arap halklarının Türk devletine karşı olan olumsuz bakışını körüklemiştir. Önümüzdeki dönemde TC devletinin Ortadoğu siyasetinin değişmemesi durumunda Arap devletleri ile yaşanan gerilim tırmanacaktır. Bu doğrultuda Arap egemenleri de TC egemenleri de içte milliyetçiliği pompalayarak halkları birbirine düşman etmeye çalışacaktır. Bölge devrimcilerine düşen görev, kendi egemen sınıflarının politikalarının niteliğini teşhir etmek, Arap ve Türkiye halklarının kardeşliğini güçlendirmektir. TC devletinin izlediği yayılmacı siyasetin haksız niteliğini teşhir etmek, üstelik bu politikaların bedelinin halka ödetildiğini anlatmak bizlere düşen görevdir. Önümüzdeki sürecin, iyice tecrit olan TC devletinin, ısrarla tutunmaya çalıştığı Ortadoğu sahasından hızla çekilmek zorunda kalacağı bir dönem olma ihtimali yüksektir. TC devleti, kuşkusuz bölgede varolabilmek adına, emperyalistlere tetikçilik dahil her türlü hizmetini sunacaktır. TC devletinin halk düşmanı karakteri bu sorun vesilesiyle bir kez daha tüm halklara teşhir edilmelidir. Bölge halklarının baş düşmanı emperyalistler ve başta ABD iken onların bölgedeki en büyük işbirlikçisi de faşist TC devletidir.
(BİTTİ)
Yazının ilk bölümü: https://www.yenidemokrasi33.net/dunden-bugune-turk-egemenlerinin-arap-devletleri-ile-iliskileri-i.html
Yazının ikinci bölümü: https://www.yenidemokrasi33.net/dunden-bugune-turk-egemenlerinin-arap-devletleri-ile-iliskileri-ii.html