Son dönemde Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere bağlı olarak Türk devletinin özel olarak Arap devletleri, genel olarak Arap coğrafyası ile ilişkileri sıkça tartışma konusu olmaktadır. Burjuva ideologların, resmi tarih anlatılarının aksine Türk egemenlerinin Arap coğrafyası ile ilişkileri her daim gerilimli olmuştur. Ancak Türk devleti, AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllarda ABD desteği ve teşviği ile kimi Arap devletleriyle nispeten iyi ilişkileri kurabilmişse de “bahar havası” kısa sürmüş, bugün Türk devleti birbirine hasım konumda bulunan Arap devletlerinin bile “ortak düşmanı” haline gelmiştir. Türk devleti özellikle son on yıllık süreçte birçok alanda Arap devletleri ile açık veya örtülü bir çatışmaya sürüklenmiştir. Önümüzdeki süreçte Türk devletinin Ortadoğu’da izlediği yayılmacı siyaset nedeniyle Arap devletleri ile yeni ve daha büyük çapta gerilimler yaşanması kaçınılmazdır. Yaşanan bu gerilimler üzerinden egemenlerin Türk ve Arap halklarını birbirine düşmanlaştırmaya çalıştığı düşünüldüğünde egemenler arasında yaşanan bu gerilimlerin devrimci bakış açısıyla analizi önem kazanmıştır. Türk ve Arap egemenleri arasındaki bugün gün yüzüne çıkan çelişkilerin çok derin bir tarihsel temeli vardır. Bu sebeple analize öncelikle meselenin tarihsel boyutuna kısaca da olsa bakarak başlamak gerekir.
A) TARİHSEL SÜREÇTE TÜRK DEVLETLERİ İLE ARAP DEVLETLERİNİN İLİŞKİLERİ
751 yılında Talas Savaşı Türklerle Araplar arasındaki ilişkilerin başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Talas Savaşı, esasta Arap Halifeliği ile Çin arasında meydana gelen bir savaştır. Ömer döneminde doğuya doğru genişleyen Arap Halifeliği batıya doğru genişleyen Çin İmparatorluğu ile üstünlük mücadelesine girişir. Türkler, bu savaşta ortak düşmanları olan Çin’e karşı Arap Halifeliği ile ittifak yapar ve bu ittifakın etkisiyle Arap egemenleri Talas Savaşı’nda Çin’i yenilgiye uğratır. Bu tarih aynı zamanda Türklerin İslamiyet’i kabul tarihi olarak kabul edilir. Esasında Talas Savaşı Türklerle Arapların ilk karşılaşmaları değildir. Yine Ömer döneminde Arap Halifeliği Türklerin de yoğun olarak yaşadığı Azerbaycan ve Horasan bölgelerini istila etmiştir. Bu bölgede Arap ve Müslüman olmayan Türkler, Farslar gibi halklar, Halifelik tarafından Araplaştırmak, İslamlaştırmak adına, yoğun bir baskı altına alınmıştır. Ancak bugün Türk egemenleri Arap egemenlerinin yoksul Türk halkına yönelik bu saldırısını görmezden gelir. Çünkü kendisinin de sınıfsal olarak konumlandığı yer Arap egemenlerinin yanıbaşıdır. Türk egemenleri yoksul halklara yönelik saldırganlıkta Arap egemenlerinin suç ortaklığını yapar.
Muhammed döneminde kurulan ve dört halife döneminde hızla genişleyen Arap Halifeliği, Ali döneminde sert bir iktidar mücadelesi ile sarsılır. Şam Valisi olan Muaviye, bu mücadelede Ali taraftarlarını yenilgiye uğratır ve iktidar Emevi Hanedanlığının eline geçer. Emevi Halifeliği dönemi tahakküm altına alınmış, özellikle Arap olmayan halklara yönelik en zalimce saldırıların, asimilasyon politikalarının, sömürünün yürütüldüğü bir dönemdir. Emevi yönetimi (ve aslında bir bütün Arap egemenleri) Arapları seçilmiş bir kavim olarak görür ve Arap olmayan ancak Müslüman olan halkları gerçek anlamda Müslüman olarak bile görmez. Diğer milliyetlere mensup egemen sınıflar dahi devlet yönetiminden, bürokrasiden uzak tutulur. Bu egemen sınıflar (elbette Türk egemenleri de) bu yönüyle Emevi Hanedanlığından rahatsız olsalar da halklara yönelik saldırılarda Arap egemenlerinin suç ortağı olmayı sürdürürler. Emevi Hanedanlığı yoksul Arap halklarını yüksek vergilerle iliğine kadar sömürür. Bu durum Arap halklarını diğer milliyetlere mensup halklara yakınlaştırır. Egemenlerin halkları birbirine düşman etme politikası başarılı olmaz. Emevilere karşı meydana gelen birçok isyanda Arap olmayan halklar başı çekse de Arap halkları da isyanlarda yer alır. Nihayetinde Ebu Müslim önderliğinde birleşen çeşitli milliyetlere mensup halklar, ayaklanarak zalim Emevi Halifeliği’ni tarihin çöp sepetine gönderir.
Emevilerin yıkılışının ardından halkları aldatarak iktidarı ele geçiren Abbasi Hanedanlığını, halklara yönelik, Emevilerden devraldığı politikaları sürdürür. Ancak Abbasiler Emevilerden farklı olarak diğer milliyetlere mensup egemen sınıflara devlet yönetiminde daha çok yer verir. Örneğin Türk komutanları ve onların orduları halifeliğin vurucu gücünü oluşturur. Zamanla Türk komutanlar, halifeliğin halk isyanları ve diğer devletlerle mücadele içerisinde zayıflaması ile devlet içerisinde büyük bir güç elde ederler. Bu durum Arap egemenlerinin önemli bir bölümünü rahatsız eder ve Arap egemenleri ile Türk egemenleri arasında şiddetli iktidar mücadeleleri yaşanır. Bunun yanında Abbasi Devleti’ne karşı birçok bölgede yaşanan ve Türk halkının da yoğun olarak katıldığı halk isyanlarının bastırılmasında Türk egemenleri, başta askeri olmak üzere büyük roller üstlenir. Öyle ki Azerbaycan’da Babek önderliğinde istilacı Abbasi Devleti’ne karşı başlayan ve kısa sürede devleti sarsan yoksul Türk halkının bel kemiğini oluşturduğu ayaklanma bizzat Boğa El Kebir, Afşin gibi Türk komutanlarının liderliğinde halifeliğin Türk askerlerince bastırılır. Sömürüye karşı ayaklanan Arap halkları da karşısında daima Türk askerlerini bulur. Başkent Bağdat’ta konuşlanan Türk askerleri halka yabancılaşmıştı. Askerler pahalı kıyafetler giyiyor, halka üstten bakıyor, sık sık yağma yapıyordu. Halkın yükselen öfkesi nedeniyle ayaklanmadan korkan halife, Türk askerini Bağdat’tan uzaklaştırarak, onlar için özel olarak kurduğu Samara şehrine taşır. Tamamen halklardan kopuk olarak yaşayan bu askerler halkı düşman olarak algılıyor, isyanları bastırırken gerek Arap halkına gerek diğer halklara büyük zulüm uyguluyordu. Tüm bu faktörler başta Arap halkı olmak üzere bölge halklarında Türk askerine karşı etkisi bugüne kadar süren meşru bir nefret yaratmıştır.
11. yüzyılda Selçuklu Devleti’nin kuruluşu ve kısa sürede bir imparatorluk haline gelmesiyle Türk egemenleri bölgenin hakim gücü haline gelir. 11. yüzyılın başlarından itibaren Abbasi Devleti, özellikle halk isyanları nedeniyle çöküş aşamasına girmiş durumdadır. Yine bu tarihlerde başlayan Haçlı Seferleri de devam eden halk isyanları, Arap egemenlerini askeri açıdan güçlü durumda bulunan Selçuklu Devleti’ne bağımlı hale getirir. Abbasi Devleti büyük oranda Türk bürokratlarınca yönetilir hale gelir. Abbasi Halifesi sözde en yüksek mevkidedir. “İslam aleminin lideri”dir, gerçekte ise Selçuklu sultanları, Abbasi Devleti’ne ait topraklara da hükmetmektedir. Halife kendisini ve devletini hem halk isyanlarından hem de “Haçlı Seferleri” gibi dış müdahalelerden koruyan Selçuklu sultanlarına “İslam’ın kılıcı” unvanını verir. Bugün resmi tarih “İslam’ın kılıcı” unvanını Selçukluların Haçlı Seferleri’nden “İslam alemi”ni koruması nedeniyle aldığını savunur. Gerçekte ise bu unvan en çok da halifeliği halkın hışmından koruduğu için alınmıştır. Bu sebeple başta Arap halkı olmak üzere bölge halkları Selçukluların, Türk egemenlerinin kılıcının kendilerini koruduğunu değil, kendilerinin kanını akıttığını gayet iyi bilmektedir. Selçuklu İmparatorluğu ve onunla birlikte Abbasi Halifeliği 13. yüzyılda Moğol istilası sonucunda yıkılır. Selçuklu İmparatorluğu birçok küçük beyliğe bölünür. Türk egemenlerinin bölgedeki üstünlüğü kısa bir dönem de olsa sona erer. Ancak bu beyliklerden biri olan Osmanlı beyliği kısa bir sürede toparlanarak bölgenin en güçlü devleti haline dönüşür.
Öncelikle Batı’ya, Balkanlara yönelen ve burçları ele geçiren Osmanlı Devleti, Yavuz Sultan Selim döneminde Doğu’ya doğru genişlemek ister. 1516 yılında sefere çıkan Osmanlı ordusu, önce Safevi İmparatorluğunu yenilgiye uğratır. Ardından Arap coğrafyasına ilerlemeye başlar. 1517’de Mercidabık Savaşı’yla Memlükler yenilir ve önce Suriye ardından Mısır istila edilir. Mısır’ın işgali ile halifeliği Osmanlı devleti gasp eder. Ardından Osmanlı Arap Yarımadası’nda ele geçirir ve bir bütün Arap coğrafyasında yüzyıllar sürecek Osmanlı tahakkümü başlar. Osmanlı İmparatorluğunun ekonomisi, büyük oranda, işgal ettiği topraklardan elde ettiği savaş ganimetine, vergilere dayanmaktaydı. Devletin çarkları, işgal ettiği topraklardan toplanan vergi adı altındaki haraçlarla dönüyordu. Osmanlı, Arap halkını da yüksek vergilerle iliğine kadar sömürmüştür. Arapları Türkleştirmek adına gittikçe güçlenen bir asimilasyon politikasını devreye koymuştur. Türk resmi tarihi Osmanlı hakimiyetinde Ortadoğu’nun bir barış diyarı olduğunu, Osmanlı’nın tüm farklılıklara hoşgörülü davrandığını, bu sebeple Arap halkının da Osmanlı hâkimiyetinden ziyadesiyle memnun olduğunu iddia eder. Osmanlı işgalinin başından itibaren halkların işgalcilere karşı gerçekleştirdiği isyanları-ayaklanmaları anlatmaz, görmezden gelir. Tıpkı Sünni olmayan Türk halkı gibi Sünni olmayan Arap halkları da Osmanlı’dan büyük zulüm görmüştür. Örneğin Suriye’ye sefer düzenlemeden önce binlerce Alevi Türkmen ve Kürdü katleden Yavuz Selim, Suriye seferinde kırk bin Arap Alevi’yi katletmiştir. Bu sebeple Osmanlı’ya karşı çıkan ayaklanmalarda bu halklar da geniş katılım göstermiştir. (Bugün dahi Osmanlı’ya karşı en büyük öfke, Sünni olmayan Araplar’da görülür.) Her ne kadar resmi tarih yer vermese de, sırf Yemen bölgesinde meydana gelen ayaklanmalar ve bu ayaklanmaları bastırmak üzere bölgeye zorla gönderilen yoksul Türk halk çocuklarının kırıma uğratılması Anadolu türkülerine bile yansımıştır. Halklara yönelik saldırılarda Arap egemenleri Osmanlı ile işbirliği yapmış, Türk egemenlerinin uşağı olmuşlardır. Osmanlı Devleti zengin Arap ailelerinin önde gelenlerini İstanbul’a getirterek eğitiyor ve bu unsurları bölge yönetiminde kullanıyordu. Osmanlı bölgedeki varlığını zengin Arap ailelerine dayandırıyor, bu aileleri karşısına almamaya çalışıyordu. Osmanlı’ya ödenen haraçlar yoksul halkın omuzlarına yıkılıyordu.
18. yüzyıldan itibaren kapitalizmin gelişmeye başlaması ile feodal Osmanlı İmparatorluğu her açıdan gerilemeye başlar. Sömürgeci Avrupalı kapitalist devletlerle rekabet edemez ve iç pazarı dahi bu sömürgecilerce ele geçirilir. Gerileyen ekonomik güce paralel, askeri gücün de gerilemesi ile Osmanlı topraklarını genişletemez hâle gelir ve ekonomisi açısından büyük öneme sahip olan savaş ganimetinden, talandan mahrum kalır. Genişlemek bir tarafa, kapitalizmin gelişmesi ile imparatorluk sınırları içinde olan uluslarda, ulus bilinci gelişmeye başlar ve özellikle Balkanlar’da bağımsızlık mücadeleleri gelişir. Yunan, Bulgar, Sırp vd. ulusların bir bir bağımsızlıklarını elde etmesiyle Osmanlı’nın çöküşü hızlanır. Balkanlar’daki kadar olmasa da Araplar’da da bu süreçte ulusal bilinç gelişmeye başlar. Zayıflayan Osmanlı’nın Arap coğrafyasındaki otoritesi de geriler. Osmanlı’yı bu süreçte yarı-sömürgeleri haline getiren Avrupalı kapitalist devletlerin Arap ülkelerindeki etkisi de artar. Avrupalı sömürgeciler, özellikle de İngiltere, bölgede hakim güç konumuna gelir. Arap topraklarını da kaybetmek istemeyen Osmanlı Devleti, buradaki hakimiyetini sömürgeci devletlere dayanarak sürdürmeye çalışır. Sömürgeci Avrupalı devletlerin Arap topraklarında gözleri olsa da, kendi aralarındaki güç dengeleri ve Osmanlı’nın bu dengelere oynayan politikası nedeniyle, bölgede resmiyetteki Osmanlı varlığı devam eder. Ancak izlenen denge politikası toprak kaybını önlemez. Örneğin, 1882 yılında Mısır, İngilizlerin; 20. yüzyılın başında da Libya İtalyanların eline geçer. Sömürgeci devletler, kendi çıkarlarına göre kah Osmanlı’yı, kâh bağımsızlık talep eden Arap egemenlerini destekleyerek, bölgedeki varlığını güçlendirir.
Yükselen Arap milliyetçiliği ve bağımsızlık talepleri karşısında bölgeyi kaybetmek istemeyen Osmanlı egemenleri pan-islamist söylem ve politikalarla yükselen milliyetçi dalgayı boğmaya çalışır. Ancak bu politikalar Arap ulusal bilincinin gelişimini önleyemeyince özellikle İttihat ve Terakki döneminde bölgenin Türkleştirilmesi adına yoğun bir asimilasyon politikası güdülür. Bu politikalar Arap halklarının Osmanlı tahakkümüne olan öfkesini büyütür ve bağımsızlık istemlerini kamçılar. 1914’te, İngiltere, Fransa ve Rusya bloğuna karşı Osmanlı’nın Almanya’nın yanında Birinci Paylaşım Savaşı’na dahil olması, devletin nihai çöküş sürecini hızlandırır. Konjonktürden faydalanmak isteyen Arap egemenleri, İngiltere ve Fransa bloğundan savaş sonrası için “bağımsızlık” sözü alarak bu güçlerinde desteğiyle Osmanlı’ya karşı ayaklanır. Türk egemenleri, kendilerinin Alman emperyalizminin uşağı olarak savaşa girmiş olduğunu, Arap coğrafyasında işgalci bir güç olduğunu utanmazca görmeden, “Araplar’ın Osmanlıyı sırtından bıçaklandığını”, “ihanet ettiğini” bugün dahi resmi tarih anlatısının bir parçası olarak iddia ederler. Nihayetinde Osmanlı’nın savaşı kaybetmesiyle, Arap coğrafyasındaki varlığı da son bulur. Osmanlı’nın dağılmasının ardından İngiltere ve Fransa emperyalistleri sözlerinde durmaz ve Arap ülkelerini aralarında paylaşarak sömürgeleştirir.
Kemalist Cumhuriyet’in kurulduğu ilk dönem ise Türk egemenlerinin daha çok içe kapanmak zorunda kaldığı dolayısıyla Arap ülkelerine müdahalelerinin oldukça sınırlı olduğu bir dönem olur. Türk devletinin Arap coğrafyasına ilişkin bakışı da mirasçısı olduğu Osmanlı’nın bakışı ile benzerlik gösterir. Ancak bölgenin İngiliz ve Fransız emperyalistlerince kapatılmış olması, yeni kurulmuş yarı-sömürge bir devlet olarak Türk devletinin zayıflığı, bölgeye müdahil olabilmesine imkân vermez. Bu süreçte öne çıkan olgu Türk egemenlerinin ırkçı, oryantalist söylemlerle, halkta, Araplara karşı bir nefret yaratmaya çalışmış olmasıdır. Çoğu, Avrupa okullarında eğitim görmüş olan, Avrupa merkezci bir bakış açısına sahip olan Kemalist kadrolar, ulus-devlet yaratmanın, Türk ulus bilincini geliştirmenin yolunun, bölgeden kopmaktan hatta bölgeye, bölgede yaşayan diğer uluslara düşmanlaşmaktan, her yönüyle Avrupa’ya benzemekten geçtiğini düşünmekteydi. Bu amaçla yapılan ideolojik bombardımanlarla, halka, “Arapların uygarlıktan nasibini almayan barbar bir halk” olduğu anlatılıp duruldu. Resmi tarih anlatılarıyla, tarih çarpıtılarak, Türklerin yüzyıllar boyunca Arapları koruduğu, Arap coğrafyasının Türklerin hakimiyetinde “barış ve refah diyarı” olduğunu ama “Arapların nankörlük yaparak emperyalistlerle ittifak yapıp Türkleri arkadan bıçakladığı” vb. işlenip duruldu. Bugüne kadar da Araplara karşı bu ırkçı, oryantalist, üstenci anlatı sürmüştür. Bu şekilde Türk halkının bilincinde Arap halkları bir “düşman” olarak kodlanmak istendi. Sahte üstünlük duygularıyla, Türklerde ulus bilinci geliştirilmeye çalışıldı, aşağılananlar ise ekseriyetle Arap, Kürt, Fars vd. halklar oldu. Türk egemenlerinin bölgeye bu üstenci bakışı Arap halkının Osmanlı mirasçısı yeni Türk devletine olan öfkesini de büyüttü. Araplar yeni Türk devletini kendilerini yüzyıllar boyunca ezen, sömüren Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin devamcısı olarak görür. Bu sebeple Türk devletinin bölgeye ilişkin her adımı, söylemi, Osmanlı anılarını canlandırarak özellikle bölge halklarında bir tepki doğurur.
(Devam Edecek)